Utanç, Salman Rushdie, 539 – XXXXIX
-------------------------------------------------------------
Salman Rushdie, bu
üçüncü romanında, Pakistan’a benzeyen ama Pakistan olmayan parşömen bir
ülkedeki yakın tarihi farklı bir bakış açısıyla yorumlamakla kalmıyor,
değiştirerek de yazıyor. Bunu da;
“Bana gelince: Ben de bütün göçmenler gibi hayalciyim.
Hayali ülkeler inşa edip onları var olanların üzerine yamamaya çalışıyorum… … Bazen kendimi bir ağaç gibi görüyorum,
… İskandinav mitolojisindeki efsanevi dünya ağacı, dişbudak Yggdrasil gibi. …
üç kökü vardır. Birisi Valhalla’dan, Odin’in su içmeye geldiği yerden bilgi
gölüne girer. İkincisi Ateş Devi Surt’un âlemi Muspelheim’in sönmez ateşiyle
için için yanar. Üçüncüsü Nidhogg adındaki korkunç bir hayvan tarafından ağır
ağır kemirilir. Ateşle canavar üç kökten ikisini imha ettiğinde dişbudak
devrilecek, karanlık çökecektir. Tanrıların alaca karanlığı; bir ağacın ölüm
rüyası… … Benim hikâyemin parşömen-ülkesinin, tekrar ediyorum bir ismi yok.” s.
110-111
Yazar, yakın
tarihte aynada görünen Pakistanlı politikacıların aynanın sırında değil
sırrında saklanan kişiliklerini, ailelerini, sosyal, finansal ve siyasal
ilişkilerini bütün çıplaklığı ile yazarken, bu boyutlara odaklandığımızda
insan, romancının aslında çok da yabancı olmadığımız sahnelerden bahsettiğini
görüyor. Pek öyle uzaklara, Hindistan yarımadasına gitmeye gerek yok. Bugünlerde
istesek de istemesek de izlemek, yaşamak zorunda olduğumuz olgular, olaylar ve
kişilere çok benzer kişiler bunlar. Neden bahsedildiğini “anlamamak” imkânsız
değil mi? Konuyu biraz açarsak; iktidara ulaşmak için yap(a)mayacağı olmayan
politikacılardan, kendilerini toplumun çok üstünde gören ve anlamsız bir şekilde
onların vasiliğine soyunan ordu mensuplarından, tüm bunları görse de sadece
izlemekle yetinen bir halk topluluğundan bahsediyor Rushdie romanda. Bunların
“getirisi” de delik deşik edilmiş bir “ileri demokrasi” oluyor haliyle.
Fazlasıyla tanıdık olunca, günümüz Türkiye’sinden de böyle bir roman çıkar mı,
diye kendine sormadan edemiyor insan.
Yazar romanda anlatacaklarını
garip şekilde başlayan ve ilerleyen bir aşk çevresinde genişletiyor. Bu aşk
ekseninde ise ayıp, rezalet, skandal gibi kavramların zenginleşen “utanç”
kelimesinin içi dolduruluyor. Bu doğrultuda da romanın geçtiği “tam manasıyla
Pakistan olmayan” ülkenin tarihini, bu duygunun labirentlerinde öğreniyorsunuz.
Romanı kahramanları
üzerinden biçimlendirirsek:
- Utanmazlığın insan kılığına girmiş hali ve boynu
cellat ipinden bile morarmamak gibi mucizevi bir güce sahip İskender
Harrapa’nın bir müddet yakın arkadaşı, şişman doktor Ömer Hayam Şakil ki,
bence bu romanın dış sesi,
- romanın diğer tüm kahramanlarının hissetmediği
utancı top yekün bedeninde ve ruhunda duyan karısı Safiye Zeynep ile “General Rıza Haydar, http://en.wikipedia.org/wiki/Muhammad_Zia-ul-Haq,
- artık hayatta olmayan eski başbakan İskender
Harrapa http://en.wikipedia.org/wiki/Zulfikar_Ali_Bhutto
ile kızı Demir Donlu Bakire, Ercümend Harappa http://en.wikipedia.org/wiki/Benazir_Bhutto,
“’Bu
kadın vücudu’ demişti, yetişkin bir kadın olduğu gün babasına, ‘ insana bebekten,
sancıdan ve utançtan başka bir şey getirmiyor.’ “ s. 135
Kısaca utanması
olanların anlayabileceği, “Utanc”a dair bir roman bu. Utanması olmayanlar mı?
Okusalar ne olur, okumasalar ne… onlar olmaya, Salman Rushdie gibiler de onları
yazmaya devam edecek, devam da ediyor hâlâ. Anlayana !
-------------------------------------
Can Yayınları’nda I.Basım, Temmuz
2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder