17 Aralık 2023 Pazar

 


Ölmek Zor İş, Halid Halife

Çeviri: Mustafa İsmail Dönmez

 

“Babasının Brezilya ve Alp Dağları’na dair her şeyi bildiğini, ama komşularının evinde neler olup bittiğinden haberi olmadığını söyledi. Onların korkaklığı, ülkeyi kızlarını satacak duruma düşürmüştü.”

***

Bu romanı tanıtmak adına yaptığım çalışma sırasında, 01 Ocak 1964’de doğan, 30 Eylül 2023’de kaybettiğimiz yazarı Halid Halife’nin yaşamına ilişkin kaynaklara zor ulaştım. Türkçe ve Batı dillerinde kaynak yok gibi. Ben de Arapça kaynaklara ulaşarak, kitaptan önce yazarı hakkında edindiğim bilgilerle çıkınınızı doldurmak istedim.

 

Komşu olduğumuz… Komşuluktan öte iktisadî, siyasî, içtimaî ve askerî hayatımızın eş gündeminde yer alan, dostumuz… Suriyeliler ile aramızdaki ortak kültür ve çıkarların uzun erimde yıkılması olanak dışı olsa da, ne yazık ki son dönemde içe dönük siyasi projelerle düşmanımız olan Suriye uyruklu Halid Halife: 01 Ocak 1964’de Halep’te doğdu. Halep Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okudu ancak, ekmeğini roman, şiir ve dizilere, belgesellere ve filmlere senaryo yazarak kazandı.

Yaşamının bir bölümünü İsviçre’de sürdürdükten sonra, 30 Eylül 2023’de Şam’da öldü.

 

1993'te yayımlanan ilk romanı, Aldatının Gardiyanı’nı,  2000’de El-Karbat Defterleri izledi. 2006’da yayımlanan - Nefrete Övgü Bağımsız Uluslararası Ödül ve Arap Roman Ödülü'ne aday gösterildi. Suriyeli bir ailenin üyelerinin hayatlarının, Suriye rejimi ile Müslüman Kardeşler arasındaki savaştan nasıl etkilendiğini konu alan Nefrete Övgü romanını yazmak için on üç yıl harcadı. Arapça çeviriden adını çıkaramadığım vatandaşı kadın bir blogger ile yaptığı söyleşide Nefrete Övgü romanında herhangi bir siyasi düşüncenin savunuculuğunu yapma niyetinde olmadığını belirterek, şunları söylüyor: "Her şeyden önce bu romanı Suriye halkını savunmak ve bunun sonucunda yaşadıkları acıları protesto etmek amacıyla yazdım.”  2013’de Türkçe de yayınlanan - Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok romanı ile (Necib Mahfuz Kurgu Ödülü'nü kazandı ve Uluslararası Arap Kurgu Ödülü'ne aday gösterildi). 2016’da Ölmek Zor İş ve 2019’da - Kimse Onlar İçin Dua Etmedi romanları yayımlandı ve 2020 Uluslararası Arap Kurgu Ödülü'nün uzun listesinde yer aldı. Romanları, Türkçe,  Fransızca, İtalyanca, Almanca, Norveççe, İngilizce ve İspanyolcaya çevrildi.

 

Gençliğinden itibaren adından söz ettiren Halife, politik çıkışlarıyla ve aktivistliği ile de tanınıyor. Ülkesindeki yolsuzluklara ve 1982’de Hama’da yaşanan katliama karşı düzenlenen gösterilerde ön saflarda yer alması, Halife’nin bilinirliğini arttıran eylemler olarak öne çıktı. Kitaplarında bu olayların yanı sıra önce Hafız Esad’ın, daha sonra Beşşar Esad’ın Baas Partisi aracılığıyla toplumsal hareketlere ket vurup rejim muhaliflerini susturmaları, uyguladıkları etnik kimlik ayrımcılığını ve sosyal hayata getirdikleri kısıtlamaları işledi.

 

Ancak, bugünkü Suriye’nin aynasının arkasında yer alan 2 Şubat 1982'de Suriye hükûmetinin Hama şehrinde başlayan ayaklanmayı bastırmak amacıyla başlattığı katliamın yanlışlığı yanında,  Nusayri kökenli olan Hafız Esad'ın rejimini kabul etmeyen… 1976'da başlayan Lübnan İç Savaşı'na saplanıp kalmış olan Suriye'nin çalkantılı konumundan faydalanmak isteyen Sünni Müslüman Kardeşler Cemaati’nin 1979 Haziran'ında, Halep'teki bir topçu okulunda çoğu Nusayri olan 83 askerî öğrencinin öldürülmesi ve Ağustos-Kasım 1980 arasında Şam'da yüzlerce kişinin öldürüldüğü bombalı saldırılardan hiç söz etmedi.

 

Nitekim izleyen süreçte, İslamcılar ve diğer muhalif militanlar Hama'yı "kurtarılmış şehir" ilan ederek, Baas Partisi üyelerinin, hükûmet ajanlarının ve rejim destekçilerinin evlerini bastılar ve yaklaşık elli kişiyi öldürdüler Suriyelileri “kâfir” olarak adlandırdıkları hükûmet güçlerine karşı ayaklanmaya çağırdılar. Suriye’nin ve komşularının kaynaklarında gözü olan emperyalizmin ve onların artıklarından beslenen yereller ile taşeron tetikçilerin kışkırtmalarıyla, Şubat 1982'de muhafazakâr Sünni şehri Hama'da başlayan bir genel ayaklanmayla doruğa çıkarak çatışmalar iç savaş olarak günümüze evrildi. Halid Halife’nin kitabında bunlardan bir iz bile göremedim.

 

Bu savaşta Suriye büyük bir yıkıma uğradı. Yazar, “23 Mart 2023, Cumhuriyet Kitap, s.10’da kitabın çevirmeni Mustafa İsmail Dönmez ile yaptığı söyleşide”  en büyük kaybı olanın, zafer elde ettiğini sanan rejim olduğunu söylese de – bana göre- ve ne yazık ki, kaybeden Suriye halkı oldu. Bu nedenle tüm kesimler kaybetti diyebiliriz. Savaşta ölüm dâhil yaşamın her ayrıntısı akıl almaz bir şekilde değişiyor. Ama değişmeyen tek şey kalıyor. Ezilenler, ezilmeye devam ediyor.

***

Romanın öyküsünün özeti, Suriye İç Savaşı’nın sıradanlıktan çıkmış bin bir çeşit ölümün yanında, sıradanlaştırılmaya çalışılan bir cenaze töreninin, bir babanın vasiyetinin üç kardeş tarafından yerine getirilmesidir. Ancak bu sadece bir görüntüdür. Şam’dan yola çıkıp babanın köyü İnnabiye mezarlığında kız kardeşinin yanına gömülmesini kapsayan normalde olması gereken altı saatlik sürecin günlere yayıldığını ve öykünün omurgasında bir aile hesaplaşması olduğunu görürüz.

 

Öyküye konu olan, vefat eden öğretmen Abdüllatif Salim, çevresinde, makyajlanmış bir biçimde kibar, yardımsever ve sevecen bilinmekle beraber, eşi ve çocuklarına karşı davranışları katı ve hoşgörüden yoksundur. Eşiyle bahçelerinde uyumlu bir çift gibi çiçeklerle ilgilenmesi koca bir yalandı. Eşi kırk yıl bu rolü oynamıştı.  Romanın ana karakterleri olan çocukları: Babasının Brezilya ve Alp Dağları’na dair her şeyi bildiğini, ama komşularının evinde neler olup bittiğinden haberi olmadığını söyleyerek evden ayrılan, içlerindeki en zeki, güçlü, hırslı bir genç olan, Fatma’ya buyurgan, hem babasıyla hem de Bülbül ile ilişkisi çocukluğundan beri sorunlu Hüseyin… kendini güzel ve çekici olduğuna inandıran, yaptıklarının mükemmel olduğunu sanan, gerçekte hiçbir şeyi tam yapamayan Fatma… ile hiçbir şeye itiraz edemeyecek kadar çekingen ve korkak, aşktan da, yaşamaktan da, siyasetten de korkan Bülbül… ama yine de bu roman asıl adı Nebil olan Bülbül’ün üstünden yürüyen, kısaca Bülbül’ün romanı.

 

Öyküsünde Suriye’nin yakın tarihi, sosyo-kültürel yaşamı içinde yer alan bir ailenin yaşamının geçmişi anlatılıyor.

 

Ölümsüz sırlar gecesi adını verdikleri anılarının tamamını canlandıramadan ruhunu teslim eden Abdüllatif,  gözlerindeki son ferle, Nevin’i tutkuyla öperken, son sözleri…  Geleceğini yakmak yerine kendini yakıp hece taşı bile olmayan bir mezarda yatan kız kardeşi, Leyla’nın ölümünden duyduğu, kefaretini bir türlü ödeyemediği sorumlukla, onun yanına gömülmek isteğiydi. Ökü böyle başlar.

 

Bu isteği yerine getirmek için yola çıkan kardeşler arasındaki yaralar, iyileştirilebilir miydi? Suriye İç Savaşı’nın gölgesinde her an ölümle karşı karşıya kalan Bülbül, Hüseyin ve Fatma’nın kendileri ve babaları Abdullatif Salim, anneleri ve halaları arasındaki problemli ilişkiler bu yolculuktaki beraberlik süresinde sağaltılabilir miydi? Muhaberat’ın aradığı Abdüllatif tutuklanmadan defnedilebilecek mi? Göreceğiz…

 

Karısı öldükten beş yıl boyunca tamamen içine kapanan Abdüllatif, yatağını ve her gün kullandığı için ayrılmaz parçası haline gelen eşyalarını terk etmiş, -romanın ikincil önemli karakterlerinden- Nevin’in yaşadığı rejime karşı gemilerini yakmış küçük bir beldenin saygın hocası haline gelmişti. Onlara yoldaşlık etmiş, bu arada Nevin ile evlenmişti.  

 

Kırk yıl önce genç ve güzel bir kız olan Nevin, aynı okulda sözleşmeli resim öğretmeni olarak kendisini Abdüllatif’e tanıtmış, Abdüllatif’in ona tutkusu o gün başlamıştı. Küçük Moskova olarak bilinen Derizzor’a bağlı Muhasan kasabasında yaşıyor, Fırat lehçesi ile konuşuyordu. Özel hayatına kimsenin yaklaşmasına izin vermez, kadife sesiyle söylediği eski Irak şarkılarıyla insanı baştan çıkarırdı.  Zamanın gerçek anlamını idrak edebilmek için çocuklukla yaşlılık arasındaki oyalanma yıllarının kasten heba edilmesi gerekiyordu. Bu, sadece aşığın ıstırabının sona ereceği ana kavuşması için yaşanması gereken zamandı. Yıllar sonra kendisini sessizce seven adamın acısını duyumsamak için Abdüllatif’i arayacak, onu artık bekletmeyecekti. Kalan yaşamını rejim tarafından öldürülen iki oğlunun anılarıyla tek başına geçirmek istemediğini söyledi. Her ikisi de umutlarını yitirmenin uçuruma yuvarlanmak olduğunu kavramışlardı.

 

Yolculuğun menzilinde, ölmeden önce Cemil’e âşık olan -diğer ikincil önemli karakter- Leyla’nın mezarı bulunmaktaydı. Çok güzel ve güçlü bir kız olan Leyla, Bülbül’ün annesinin de yakın arkadaşıydı. Abdüllatif ile kuzenleri Cemil ve Abdülkerim, Üç Silahşorlar olarak anılırlardı. Üçü de Baas Partisi militanıydı. Filistin’in özgürleşeceğine, Mescid-i Aksa’da namaz kılacaklarına tereddütsüz inanmışlardı. İlerleyen yıllarda, Cemil iftiraya uğramış ve idam edilmişti. Leyla ise Cemil’in ölümünden sonra ona yaktığı ağıtlarla gündem olmuş, başkalarının kendisi için seçtiği hayatı kabullenmemiş, düğün günü, çatıya çıkıp kendini ateşe vererek, alevler vücudunu sarsın diye bir semazen gibi dönerek ruhunu teslim etmişti.

 

Bülbül, üniversiteye giderken, fakir askerler, memurlar ve uzak köylerden gelen çiftçiler arasında oturuyordu. Oturduğunuz yer önemliydi. Çünkü TV kanal seçimlerinize göre damgalanabilir, bir anda kendinizi Muhaberat’ın elinde bulabilirdiniz. Halkın çoğu Hıristiyan’dı. Dürzi ve farklı mezheplerden Müslümanlar da vardı. Üniversiteden arkadaşı Hıristiyan Lemya da burada yaşardı. Bülbül, yanından bir kadın geçtiğinde yere bakar, yere düşen çocuklara yardım eder ama sokaktaki tüm kadınları arzular, postanede çalışan komşusu Samar’ın memelerini somurmak ister, açık pencereleri dikizlerdi. Bülbül’ün asıl adı Nebil’ di. Lemya,  sevgisini ilk kez göstermek için ona Bülbül diye seslenmiş ve öyle de kalmıştı. Bülbül, tatillerde Şair Riyad Salih el-Hüseyin’in şiirlerinden alıntılar yaparak Lemya’ya ifşa olmaması gereken, manastırların derin mahzenlerinde yüzlerce yıl saklanacak kıymetli ikonalar gibi mektuplar yollardı.

 

Bülbül, Felsefe Bölümünde okuyor, düşünmeyi teşvik eden hocaları okuldan atılıyordu. Düşünmek sorgulanması gereken bir suçtu. Muhbirler hocaları dinsizlik, ateizme teşvik, iktidara ve Arap milliyetçiliğine sövmekle suçluyorlardı.  Onu en çok korkutan değişiklik ve devrimin artık zorunluluk olduğunu söyleyen tek yol devrim boyutundaki Lemya’ya katılıp tehlikeye atılmaktı. 

 

Yıllar sonra Bülbül’ün karısı Hiyam ile eski sevgilisi Lemya ve kocası Zuhayr, hep beraber buluştuklarında hiç birisinin çevrelerinde bir iz bırakmadığını anlamışlardı. Ancak Lemya ve Zuhayr şimdi devleşmiş, rejime karşı Yermuk kampında komşularının tesettürlü diye terörist diye ilan ettikleri kişilere bile yardım elini uzatmışlardı. Lemya, Bülbül’e aptalca şeyler yapma cesaretini veren belki de tek kişiydi. Ama Bülbül, Leyla’ya aşkını itiraf edecek kadar cesur olamamıştı. Nehirde yüzen bir çiçek demetini gördüğünde onu tam vaktinde ve yerinde yakalama anını kaçırmış, nehir de onu alır götürmüştü.  

 

Babalarını defnetmek için günlerce, askerî, siyasî ve vicdanî barikatlardan zorlukla geçerek giden kardeşler, Bülbül kolayca vaz geçilebilecek gereksiz bir varlık olduğundan mıdır, bilinmez  “bir günde”  Şam’a geri dönerler! Bu, yaşasaydı yazara sorulabilecek bir soru olarak her zaman aklımda kalacak.

 

Yeni yılda tasasız, sağlıklı ve her zamanki gibi kitapla kalmanızı dilerim. 



17.12.2023 mehmetealtin, 297/CCXXIII

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------   

Deli Dolu, Tudem Yayın Gurubu, 1. Baskı, Şubat 2023


28 Kasım 2023 Salı

 

Mal Sayımı, Erlend Loe

Çeviri: Dilek Başak

 

“Yolun karşısında “Moods of Norway” mağazası vardı.

Nina bunun bir hazır giyim markası olmaması gerektiği kanısındaydı.

Onun yerine Norveç halkının şımarık ruhundaki ikiyüzlü ahlak…

başkaları pahasına da olsa sürekli zenginleşmemiz…

ve bunu hiç sorun etmememiz üzerine yazılmış

 karanlık ve tehlikeli bir şiir derlemesi kitabı olmalıydı.”

***

Norveçli romancı, senarist ve sinema eleştirmeni Erlend Loe; başkahramanları oldukça saf olan duygusal ve ironik romanlarıyla Norveç edebiyatının en çok okunan, romanları tezlere konu olan yazarlarından birisidir. Romanlarında öyküler, varlıklarını korurken mizah ve hicivler satır aralarından dillerini uzatıverir. Bu okuduğum beşinci romanı. Ancak bunun tonu daha karanlık ve modern Norveç toplumuna yönelik eleştirileri -ya da toplumsal özeleştirileri- daha yoğun.

 

Finli yazar, Arto Paasilinna’nın Tavşan Yılı adlı eğlenceli romanı hariç “ bugüne kadar okuduğum “  İskandinav Edebiyatı, bir yandan İskandinav ülkelerinin zengin doğası ile iç içe yaşarken bir yandan da o doğadan koparak bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmayı yaşayan insanların öykülerinden oluşuyor. Kendi doğasına ve dünyaya yabancılaşan toplumların çığlığı romanlara, öykülere, şiirlere bir başka deyişle sanatın bütününe yansıyor. Bu edebiyatın satırlarındaki mutsuzluk, varsıllığa ipotek koyuyor. Toplumsal ilişkilerdeki, hatta aile ilişkilerindeki yalnızlık, yaşama sevincini, heyecanını yitirmiş, tasada ve sevinçte paylaşacak bir şey olmayan insanların kendine yonttuğu heykeller, kendine yazdığı eserler, kendine boyadığı resimler ve kendine çektiği tasvirler, elektro manyetik dalgalarla bize iletildiğinde de bize şaşkınlık düşüyor. Örneğin bu kitapta, Norveç’te Oslo’da yaşayan insanların, ülkelerinin dışında hiç tanımadıkları bir dünyanın olduğunu biliyorlar ama dünyadaki insanların arasına hiç karışmıyorlar. Uzay’dan gelmiş gibiler.  Norveç, sanki dünyadan kopuk ayrı bir dünya… Norveç, çok para kazanıyorlar, demokrasi adına sendikal kastların en üstünde yer alıyorlar. Her şeyin planlandığı gibi yaşandığı dünyalarına rağmen bu toplumların hezeyanları ise günü ve gündemi saniyeler içinde değişen bizleri hayrete düşürüyor.   

 

Erlend Loe’nin bu romanı da onlardan birisi; romanın kahramanı, altmış beş yaşına basmış, zamanın siyasi tınılarına yeterince ayak uyduramayan… Seksenli yılların deneysel biçimlerinin karşısında kırılgan şiirleri ile tanınan… geliri, bir elektrikçinin bir yılda kazandığının yanında gayri safi milli hasıla istatistiklerine bile alınmayan Nina Faber, iyi bir şairdir ama kaybetmeye mahkûmdur. Kitabın son satırları: -“Elinizden bu kadar mı geliyor? Ha ha! Gelin, gelin! Şairim ben! Duyuyor musunuz? Şairim! Şairim! “ Nina’nın hayatının özeti gibidir.

 

2013 yılında yazılmış bu kitabı biz Türkler için ilginç kılan şey; Nina’nın on dört ay boyunca kaldığı İstanbul’daki evinden görünen Boğaziçi manzarasının farklı biçimlerini; günden güne, saatten saate, başka atmosferler altında ve farklı düşünsel çağrışımlarla izlenimci bir tarzda betimleyerek… “Boğaziçi” başlığı altında yayınlaması ile Mal Sayımı kitabının kaleme alınmasına neden olmasıdır.

 

Yayınevinin kataloğunda Boğaziçi adlı şiir derlemesi hakkında şöyle yazılmaktadır: “Nina Faber’in yetkin ve özlenen kaleminden dökülen Boğaziçi, bir yer olduğu kadar eve, ölüme ve yaşama duyulan özlemin manalı ve yakın bir biçimde betimlendiği bir durum da aynı zamanda…  Faber’in pek çok okuru bu son derece özgün yazarın nihayet aramıza dönmesinden memnun olacak- üstelik her zamankinden daha iyi yazıyor!

 

Okurla metin arasındaki buluşma, her şey yerli yerine oturursa güzeldir. Ancak işler ters gittiğinde ıstıraplı ve travmatik olabilir. Nitekim yukarıdaki paragrafta da izleneceği üzere bir şeyler ters gitmektedir. Başkalarının eserlerini, bazen üretmesi yıllar alan eserleri yorumlayarak yaşamak ve ekmeğini bu yolla kazanmak, oldukça özel ve bilhassa karmaşık bir görevken, yukarıdaki paragrafın son satırlarındaki densizlik de ne demektir? Nina uluslararası çoksatarlardan ve onları yazan sıradan yazarlardan biri değildir ki…

***

Nina, Oslo’nun Song semt bostanındaki bahçesinde huzur bulmakta… oğlu Ludvig ile anlaşamamakta… Psikologuna göre; altmış beş yaşına rağmen hâlâ heyecan verici, cazip bir kadın olmanın yanısıra doğru ve güzel satırlarıyla onun en beğendiği şairdir. Buna karşın, yıllardır ne yaptığını bilmeden yazmış, hangisi yaşam, hangisi şiir kendisi de bilmiyordu artık. Yazdıkları hakkında konuşmayı bırakmış, seveni sevmeyeni de onu yüzüstü bırakmıştı.

 

Üniversitedeki Akademika Kitapevi’nden arayan, öykünün kırılma noktasındaki karakter, Bjørn Hansen de mal sayımı yapılacağı için Nina’nın Boğaziçi Kitabı’nın imza gününü iptal ettiklerini, bu arada yeni kitabını çok iyi bulduğunu söyleyerek başarılar dilemiş, kısaca o da Nina’yı ters köşeye yatırmıştır.

 

Ama darbenin büyüğü, üniversitenin Üniversitas gazetesinden gelmişti. Nina, karşısında yer alan en önemli ikinci karakter, Roger Kulpe tarafından kaleme alınan hakkındaki yazıyı öfkeyle okumuştu. Başlık “ Fevkalade zayıf Faber!” diyor, “ … gerçek İstanbul’u kirletiyor, … orada kalmış ama bir şey anlamamış, … bayağı, medeniyetçi çağrışımlarıyla eskiden Konstantinopolis’te olduğu gibi başı filler tarafından ezilmeyi hak ediyor.” diye ekliyordu.

 

Nina, kararsızdı. Acaba, adli sicilini kirletecek bir şey yapsa, şiirleri daha çok mu okunurdu, bilemedi. Sonra sakinleşip Roger Kulpe karşısındaymış gibi ona sordu. “- Jon Eikomo’yu tanıyor musun? - Evet. - Ne yazık ki, o başkalarının yazdıklarını okur. Şiir yazmaz. Anladın mı?” “- Başka? - Alf Prøysen. -Aptal, o çocuklar için yazar ve aslında müzisyendir.” “-Peki ‘Gün, geceye soğuyor. Sıcağı ellerimden iç.’ İpucu vereyim, Edith…? - Edith Piaf, mı? -Salak Edith Södergran.” “ Peki, Paul Celan’ı da mı duymadın? Celan’ı bilmiyorsan değil şiir, edebiyat hakkında bile konuşamazsın. Sen şiir üzerine yazı yazacak bir yetkinliğe sahip olmadığın gibi adam da değilsin.”

 

İşte karşınızda Erlend Leo’nun karamsar kalemiyle, kararsız, başarısızlık korkusu ve geçim derdi sırtında, yaşamı yazıya, yazısı yaşama bağlı olmasına rağmen yazmayı sevmeyen, asi ve otoriteye düşman, topluma ve Tanrı’ya kızgın Nina Faber.  

 

Nina Faber, Erlend Loe’nin Volvo Kamyonlar kitabındaki, çarpıklıkların sonunun gelmeyeceğinden, evrenin yavaş, yavaş genişlemesi gibi çok önceden belirlenmiş bir tempoyla bu çarpıklıkların her an büyüdüğünden, daha da çarpıklaştığından derin bir şüphe duyan, asi ve otoriteye düşman, Tanrı’ya kızgın Maj Britt Moberg’e nasıl da benziyor.

 


Siz, şimdi bizim afyonlu gündemimizden sıyrılıp, hâlinize şükretmek için Norveç’in plastik gündemine katılın. Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…

 



28.11.2023 mehmetealtin, 192/CCXXII

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------   

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2023

 


6 Kasım 2023 Pazartesi

 

Rüzgârın Gölgesi, Carlos Ruiz Zafón

Çeviri: İdil Dündar

“Kitap, şarap rengi deriyle ciltlenmiş,

tepedeki kubbenin damıttığı ışıkta altın rengi harflerle başlığını fısıldıyordu.”

***

La sombra del viento, Rüzgârın Gölgesi, adıyla yayınlanan büyülü gerçekçilik ve polisiyeye yakın romanın kurgusunda, Julián Carax’ın yazdığı her kitabı yakmaya, yok etmeye yeminli bir adamın izini sürme arayışı yer alır. Öykü 1945'te Barselona'da geçer. Her biri diğerinden bağımsız belirli noktalarda karakterleri buluşan, Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı dizisini oluşturan dört kitabın ilkidir. Bir sonraki roman El juego del ángel, Meleklerin Oyunu da 1920'ler ve 1930'lar Barselona'sında geçer. İzleyen roman, El prisionero del cielo, Cennet’in Tutsağı ile 1940'lara geri döner. El laberinto de los espíritus, Ruhların Labirenti, dizinin son kitabıdır.

Bu roman, İspanya İç Savaşı’nın izlerini derinden taşımakta, ancak sadece savaş ve savaş sonrası zenginliğin karanlık ve kirli yüzünü, siyaset, ticaret, kilise ve güvenlik kurumlarının birlikteliğini yansıtmaktadır. Romandan bize yansıyan, plütokrasi yaşantısında bireyler arasındaki ilişkilerden ibarettir. İşçi sınıfının varlığını göremeyiz.

Öykü, anlatıcı ve ana kahraman Daniel Sempere’nin kitapçı babası Bay Sempere’nin oğlunu gizemli, kutsal bir sığınak olan, kitaplarla yaşayıp hayal kuranların ruhunu taşıyan, Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı'na götürmesiyle başlar. Kitaplığın sorumlusu, Isaac Monfort’un “Bir kitap her el değiştirdiğinde, bir kütüphane yok olduğunda, bir kitapçı kapılarını kapattığında, bir kitap unutulmuşlukla kaybolduğunda, biz, bekçiler, onun buraya ulaşmasını sağlarız.” diye tanıttığı kitaplıkta Rüzgârın Gölgesi kitabını seçtiğinde, Daniel Sempere’nin hayatı sonsuza kadar değişir. Savaş sonrasında yaşanan o yavaş geçit töreninin, üstü örtülü hınçlar dünyasının, yaralı şehrin duvarlarından kan gibi süzülen o dilsiz kederin, şehrin ruhunun gerçek yüzü olduğu kanısıyla büyümüş, sevgi dolu, arkadaş canlısı hayatı, çocukluktan yetişkinliğe, gerilim ve endişeye doğru evrilir.


Küçükten beri kitaplar ve kitapçılar arasında büyüyen Daniel, romancı olmak hayali ile yaşamakta, bu ebedî ve edebî hayalinin temelinde bir dükkânda gördüğü harika mekanizmasıyla… gümüş, altın kaplamaları ve İskenderiye Feneri gibi ışıldayan bir barok fantezisi olan kalem bulunmaktadır.([1]) Dolmakalemlerin kraliçesi, Montblanc Meisterstück markalı, numaralı bir seriden olan kalem, zamanında Victor Hugo’nun Sefiller’i yazdığı kalemdir. Dolmakalem yokluğunda babasının verdiği Staedtler iki numara bir kurşunkalem ise o büyülü dolmakalemin etrafında şekillenen öyküden uzaktır. Kalemin sahibi olan romancının acılar içindeki ruhu tarafından ele geçirilen dolmakalem, çömezin eline bir geçse, eski sahibinin hayattayken bitiremediği eseri kâğıda dökmeye başlayacaktı.

Daniel, Rüzgârın Gölgesi kitabını ve Julián Carax’ın adını daha önce hiç duymamıştır. Basım bilgilerine göre bu kitap Aralık 1935’de Cabestany Editores tarafından basılan iki bin beş yüz kitaptan biridir. Kitabı ilk okuyuşunda, farkına varmadığı kadanslar ve dönüşler, çınlayan bilmeceler keşfeder. Yeni ayrıntılar, imge dizileri ve yanılsamalar, farklı açılardan seyredilen bir binanın planı gibi satırlar arasında belirir. Kitaptaki biyografiye göre Julián Carax, 1900 yılında Barselona’da doğmuş, yirmi yedi yaşında bir gençtir. Paris’te yaşamakta, Fransızca yazmakta, geceleri de bir pavyonda piyanist olarak çalışmaktadır. 1935 yılına kadar Paris’te lüks bir hapishanedeymiş gibi yaşamış ve ardından Barselona’ya dönmüştür.

Rüzgârın Gölgesi’ni başarılı kılan, ayrı kulvarlarda başlayan, yirmi bir yıllık bir süre içinde iç içe geçmiş iki öykünün, aynı kulvarda bitirilerek anlatılmasıdır. Ancak karakterlerin her iki kulvarda da yer alması ve geçmişe dönük anlatımları, beni  dokuz bölümlük kitabın, bölüm içeriklerine sadık kalarak tanıtmayı zorunlu kıldı.   

 

·     Romanın 1. Bölümü Külden Günler 1945-1949 arasını kapsar. Kitaba hayran kalan Daniel, bir kafede kitaplar konusunda son derecede donanımlı ve bilgili olan Gustavo Barceló ile tanışır ve elindeki kitabın, yazar Julián Carax'a ait mevcut tek kopya olduğunu ondan öğrenir.  

Barceló, Daniel’i evine davet eder ve görme engelli yeğeni Clara Barceló ile tanıştırır. İç savaş öncesi Barselona’da hiçbir sorun yaşanmayacağını, Hristiyan medeniyetinin beşiği ve zirvesi – bana göre ise Aztek ve Mayalar’a yaptıklarıyla en vandal örneklerden birisi - İspanya’da barbarlığın, anarşistlerin işi olduğunu… ve onların da bisikletleri ve çoraplarındaki yamalarla fazla yol alamayacağını… düşünenlerden biri olan Clara’nın babası: Montjuic kalesinde yerde bulunan bir kol saatinde yazılı isme göre; İberya Anarşist Federasyonu’nun FAI’nin eski tetikçisi, hizmetini anarşistler, komünistler ve faşistler arasından en çok para ödeyene satan… Barselona’nın düşmesinden sonra da polis kuvvetlerine katılan… öykünün en kötü, en karanlık kahramanı, Müfettiş Francisco Javier Fumero Almuñiz tarafından katledilmiştir.

Clara, Daniel'e Carax'ın "Kırmızı Ev" adlı kitabını da okuduğunu ve Carax'ın hayatı hakkında öğrenebildiği tek şeyin, bir dönem yaşadığı Paris'ten hemen sonra ortadan kaybolması olduğunu söyler. Birlikte Rüzgârın Gölgesi’nin bu gizemli yazarını araştırmaya başlarlar ve aralarındaki dostluk, platonik bir aşka dönüşür, hatta Daniel, ondan etkilenip kitabın tek kopyasını ona verene kadar da artar.

·   Rüzgârın Gölgesi'nin 2. Bölümü, Sefalet ve Beraberindekiler 1950-1961 arasını anlatır. Clara, Daniel'in 16. doğum günü partisine gelmeyince, öfkeli bir şekilde sokaklarda dolaşan Daniel’in karşısına aniden çıkan bir yabancı onu şaşırtır. Yabancı, “Julián Carax benim uzmanlık alanımdır Daniel. Dünyayı dolaşıp kitaplarını arıyorum.” diyerek, Rüzgârın Gölgesi kitabını mutlaka geri alması gerektiğini söyleyerek Daniel’i tehdit eder. Adı Laín Coubert olan adamın yüzü, ateşin tükettiği siyah ve bereli bir maskeden ibarettir. Bu gizemli karakter, Carax'ın metninde şeytanı temsil eder. Hikâye boyunca onun Carax'ın romanlarına karşı bir takıntısı olduğunu ve bulduğu bütün kopyaları yakabilmek için her türlü yolu denediğini görürüz.

Clara'ya verdiği kitabı gizlice geri alan Daniel, kitabı saklamak için işbirliği yaptığı Isaac Monfort’tan, kızı Nuria Monfort Masdedeu’un Carax’a âşık olduğunu ve Nuria'nın, Julián Carax'ın kitaplarının her birinin bir kopyasını, tamamen yok edilmeden önce Unutulmuş Kitaplar Mezarlığında sakladığını öğrenir.  Bir dükkândan içeri girmekle bile kendisine âşık eden Nuria Monfort, hikâyenin kilit karakteridir. İki hikâye arasındaki bağlantıyı o kurar. Bir yanda romanın başkahramanı Daniel’in anlatımı, öte yandan yıllar önce yaşanan olayları ortaya koyan Nuria’nın bıraktığı mektup, öykünün bütününü anlamamızı ancak sağlar.

 

·     3. Bölüm Gerçek Bir Dâhi 1953’e mekanik yetenekleriyle ad veren;  Daniel’in okul yıllarından beri tanıdığı en iyi arkadaşı Tomás Aguilar, görünümüyle insanları korkutan, buna karşılık her türlü çatışmadan uzak duran barışçı ve iyi huylu bir kişidir. Garip icatlar ve mekanik aletler ilgi alanıdır.  Daniel’in sokakta yaşamaktan kurtardığı ve kitapçı dükkânlarında çalışmaya başlayan ve giderek Sempre ailesinin en büyük dostu olacak, ilerlemeyi sağlayan tek şeyin arsızlık olduğuna inanan, nüfusta kayıtlı adını en son asılı bir afişte gören,  Romero de Torres Fermin’e sorarsak Tomás, yetenekli ama hedefsizdir.

Daniel’in âşık olduğu, kız kardeşi Beatriz Aguilar, İspanyol ırkının genetik üstünlüğünden söz eden, Bolşevik İmparatorluğunun yaklaşan çöküşü hakkında sürekli nutuklar atan varlıklı falanjist bir teğmenle nişanlıdır.  Ancak Beatriz onu sevip sevmediği konusunda ikirciklidir ve Daniel ile daha iyi anlaştığını düşünmektedir.

Bölüm, Daniel’in kitapçı dükkânlarında bulduğu, Carax’ın bir kadınla çekilmiş, fonda Carax’ın babasının şapkacı dükkânını betimleyen Antonio Fortuny’nin Oğulları yazılı, yanarak yıpranmış bir fotoğrafla biter.

 

·  Gölgeler Şehri 1954, romanın en uzun bölümü olan gelişme bölümüdür. 1914 Ekiminde Fortuny şapkacısının önünde duran bir araçtan, sağ elinde bankaların ve bölgenin yarısındaki arazilerin dizginleri, sol elinde temsilciler meclisi, belediye, birkaç bakanlık, gümrük müdürlüğü ile piskoposluğun ipleri olan birisi, Bay Ricardo Aldaya’nın küstah ve kibirli bedeni iner. O günden itibaren Julián’ın, yaşamı artık Tibidabo Bulvarı’ndaki “El Frare Blanc”, yani Aldaya’ların evi ile Aldayalar’ın sahibi oldukları San Gabriel Koleji’nde şekillenmeye başlar. San Gabriel’in öğrencileri aristokratik ve küstah prensler gibi,  öğretmenleri ise uysal, çok bilgili hizmetçileri andırmaktadır. Ama Carax tam olarak onlardan biri değildir.

 

San Gabriel’deki ilk arkadaşı, tanıştıklarında Julián’a elini uzatan, bakışlarında meydan okuma ve küstahlık, küçümseme ve yapay nezaketiyle Ricardo Aldaya’nın oğlu, Penelope Aldaya’nın kardeşi, Jorge Aldaya, en iyi arkadaşı ise nihayetinde öz kardeşi gibi sevdiği Julian için hayatını feda edebilecek Miquel Moliner adında bir gençtir. Keskin zekâya sahip, sonunda cüppe giyip, büyüdüğü okulda ders vereceğini hayal bile edemeyecek, Fernando Ramos, okulun aşçılarından birinin oğludur. Julián bunların dışında Küba Savaşı Gazisi Bekçi Ramón’un utangaç, biraz da anti sosyal oğlu Javier ile de tanışır.  Kısacası zaman içinde birbirlerinden uzaklaşmalarına rağmen, Miquel, Aldaya, Julián,  Fernando ve Javier Fumero hepsi de iyi arkadaş olurlar.

Ancak Fumero ile Julián’nın arasına giren Penélope Aldaya bu ikilinin arkadaşlıklarını nefrete dönüştürecek ve bu nefret ikisinden birinde bir lav silahına dönüşecektir. Bir gün Miquel Moliner, Fumero’nun üzerine çullanıp tüfeği elinden almasa ikinci mermi Julián’ın boğazını delip geçecekti. Fumero, Bay Ricardo Aldaya’nın müdahalesiyle bir ıslah evine gönderildiğinde Barcelona’nın rahmine yeni bir kötü adam daha düşecektir. Kötülük Fumero ile o kadar bütünleşmiştir ki, Barselona polis teşkilatında her rejimin kullanışlı tetikçisi olmuş, teşkilatta amiri teğmen Durán’ın yaptığı iş için sözde fazla yaşlı olduğunu düşündüğünden onu iterek öldürmüş ve onun görevini gururla üstlenmiştir. Ancak sonunda o da sözde silahlı bir çeteye karşı verdiği sözde bir mücadelede hayatını kaybedecektir.                                                                                  

Bir önceki bölümdeki fotoğraftan hareketle Daniel daha fazla bilgi almak için Fortuny’nin şapkacı dükkânına gider. Orada, Fortuny’nin öldüğünü ancak evini ona gösterebileceğini söyleyen bir kadınla tanışır. Julián Carax'ın babası Antoni Fortuny, Julián'a “belli bir” kin besleyen, karısını döven ama dindar bir adamdır. Fransız uyruklu müzik öğretmeni karısı Sophie’nin karnındaki çocuğun babasının kimliğini söylemeyi reddetmesinden sonra çocuğun İblis olduğuna karar vererek her tarafa haç asan ve sonunda karısını evden de kovan Antoni’nin hayatında İblis’in onunla alay etmek için peydahladığı o çocuk kadar canını acıtan başka bir şey yoktur.

Daniel, evde Carax’ın yetenekli çizimlerinde eskizini gördüğü bir evin Tibidabo Bulvarı’ndaki “ El Frare Blanc” binası olduğunu fark eder ki, bu arada yere düşen bir fotoğrafta da aynı bina vardır, arkasında “Penélope Aldaya’dan sevgilerle…” yazmaktadır. Daniel’in önünde yeni bir yol açılmış, Carax’ı ararken, Penélope’yi bulmuştur.

***

Beatriz, Tibidabo Bulvarı, Numara 32 “Bu adrese gelmezsen bir daha beni görmek istemediğini anlarım.” dediğinde; çok iyi bildiğim bu adresin yazılı olduğu elimdeki kartla yüzüne bakakaldım. Beatriz devam etti. “Ev,  Sis Meleği diye anılır ve babam on beş yıldır burayı satmaya çalışıyor. Salvador Jasusà adlı bir sermayedarın isteği ile 1899’da yapılmış. Jasusà’nın eşi ile ona ağza alınmayacak zevkler yaşatan hizmetçisi, Marisela 1900 Temmuz ayında eve yerleşmiş, ancak bir ay sonra iki kadın da öldürülmüş. Jasusà çıplak, kelepçelenmiş, can çekişir durumda bulunmuş ve görünüşe göre eşi de hamileymiş. Bu olaydan bir müddet sonra Jasusà, bir sendika kuracak sayıda bıraktığı piçleriyle Ricardo Aldaya ile tanışmış ve yetkilerini devredip, birikimlerinin kontrolünü ona bırakıp, garip bir şekilde ortadan kaybolmuş.

 

Penélope’nin dadısı, María Jacinta Conorado, rüyalarını süsleyen Barselona’ya geldiğinde şehir, deriyi sülfür ve kömürle karartan… sisler püskürten fabrikalar ve kapalı saraylarla kasvetli bir yere dönüşmüştür. Kızı bildiği Penélope’yi ruhen ve bedenen o büyütmüş, yaşamını ona adamıştır.  Oysa Tanrı Penélope’yi doğurmak için Bayan Aldaya’yı seçmiştir. Bu nedenle onu küçümsemekte ve ondan nefret etmektedir.

***

Ricardo Aldaya sayesinde Julián 32 numaraya adım attığından beri geceleri uykusuz geçirmeye, gece yarısından şafak sökene dek, Penélope’ye içini döktüğü hikâyeler yazmaya başlamıştır. Başkalarının duymayı istediği şeyler söyleyerek, kendinden uzaklaşmakta, ruhunu parça parça satmaktadır. İkisinin bakışlarındaki arzunun gözü karalığı ve küstahlığı Jacinta’nın gözünden kaçmaz.

 

Koleje gidip Julián’a Penélope’den mesajlar taşıyan Jacinta, herkesin Francisco Javier diye çağırdığı, San Gabriel’in bekçisinin o sessiz, kasvetli ve huzursuz edici oğluyla bu gidip gelmeler sırasında tanışır ve Fumero’nun da Penélope’ye ilgisini, onun kendisine verdiği çamdan oyulmuş Penélope’ye benzeyen heykelcikle fark eder.  Julián’ın Aldayalar’la yakınlaşmasından, arkadaşlarını ve ailesini ihmal etmesinden tek yakınan annesi Sophie değildir. Annesinin keder ve sessizlikle tepki verdiği duruma, babası Antoni öfke ve garezle tepki verir, Fortunuy ve Oğulları şapkacısı yavaşça gölgeler ve sessizlikten oluşan bir atalete gömülür.

 

Bayan Aldaya, Julián ile Penélope’yi sevişirken gördüğünde hiçbir tepki vermez.  Çünkü kendisiyle ilgili konularda görmek istediği veya düşündüğünden farklı olanı anlamasına izin vermeyen kronik bir narsizmden mustariptir. Ancak kader ağlarını örer. Julián okuldan atılır. Babası ile Bay Ricardo’nun onu orduya göndereceklerini öğrenince Paris’e kaçmak üzere istasyonda Penélope’yi beklese de o gelmez. Jacinta da akıl hastanesine kapatılır. İki naaş yan yana yatmaktadır. Penolope Aldaya 1902-1919, David Aldaya 1919. Bebek ölü doğmuş, iki ceset gizlice bodrumdaki mezar odasına gömülmüştür.

 

Daniel külleri siler. Mermere bakakalır. Arkasından gelen ses “Çık buradan.” derken Lain Coubert denen iblisin sesini tanır.

 

·      Nuria Manfort: Hayaletlerin Anısı, 1933-1954, öykünün, öykü içindeki bölümüdür. Savaştan önce estetik profesörü olan Manfort, Carax’ın İspanya ve Güney Amerika’daki yayın haklarını satın alan Josep Cabestany adlı bir yayıncının yanında çalışmaktadır. Carax’a ulaşabilen tek kişi Nuria’dır. Adresini arşivden silmiş; Carax hakkında yalan söylemekte, onu gizlemektedir. Rüyalarına girmeye başlayan Penelope’den nefret eden Nuria, platonik aşkı Carax’ı bulmak ve görüşmek için her yola başvurur. Nihayetinde yasal süreçleri bahane ederek Paris’e gider. Bu arada Aldaya İmparatorluğu, bankalarda gerçekleştirilen gizli toplantılarla yıkılmaktadır.  

***

Carax vitrinde sergilenen Victor Hugo’ya ait bir dolmakalemi Nuria’ya gösterdiğinde Nuria, hemen duvağını satıp parasıyla onu alır. Hiç bu kadar keyifle para harcamamıştır.  Dükkândan çıktığında onu izlediğini öğrendiği bir kadın kendini ona tanıtır. Irene Marceau, Carax’ı zehirlenmiş kalbiyle Paris sokaklarında kan kusar hâlde bulmuş,  onun iyilikseverliği sayesinde hayatta kalmıştır. Irene, Carax’ın yıllardır beklediği kadının Nuria olup olmadığını anlamak istemektedir. Bu Nuria için yıkımdır. Onu daha başlamadan kaybettiğini anlar. Eve gider, son defa onunla sevişir.  Bavulunu alır kalemi daktilosunun üzerine bırakır, Paris’ten ayrılıp, Barselona’ya döner.

 

Julian’ın kimliği ile ölen Miquel, -farkında olmadan- ona mükemmel bir kimlik sunmuştur. O andan itibaren Julian Carax diye birisi yoktur. Nuria da hayatının sonuna kadar Miquel’in karısı olarak kalacaktır.

 

Polis, Enrique Palacios,  “Nuria kollarımda öldü.” dedi. “Son sözleri on beş yıl boyunca gizlice âşık olduğu Julián Carax içindi.” Bir berduş Nuria’yı bıçaklayarak öldürmüştü. Mezarlıkta gri elbiseli ve elinde çiçek tutan bir kadın dudaklarını sıkarak ağlıyordu.

***

Antoni Fortuny’yi koltukta eşi ve oğlunun fotoğrafına bakarken buldular. Savaşların hafızası yoktur. Olanları anlatacak ses kalmayıncaya kadar kimse anlatmaya cesaret edemez. Artık kimse onları tanımayana kadar bekler ve geride kalanları tüketmek için başka bir yüz ve isimle geri dönerler. Sophie kendisine evlilik teklif eden Antoni Fortuny’nin teklifini düşünürken Ricardo Aldaya’ya âşık olmuş, kaçamak buluşmalarının sonunda hamile kaldığında, Aldaya çocuğu aldırmasını söylemiştir.

 

·     Rüzgârın Gölgesi 1955 Daniel, Núria'nın mektubunu bitirdiğinde okuduğunun kendi öyküsü olduğunu hisseder. Hemen Beatriz’i bulmalı, olanları anlatmalıdır. Daniel onu bulacağını bildiği Aldayalar’ın evine gider ancak bilmediği şey takip edildikleridir. Daniel’in dudaklarından çıkan çığlık değil kan iken, alevlerin zapt ettiği yüzüyle Julián Carax, Lain Coubert’e dönüşür ve Fumero’nun lanetli ruhu, meleğin elinde kalır.

 

·         27 Kasım 1955 Post Mortem, 1956 Mart Suları ve 1966 Dramatis Personae,

Nuria Manfort, “Görünüşe göre çok kurnaz birisi,  Rüzgârın Gölgesi kitabını asla bulunamayacak bir yere saklamış. O da sensin Daniel. Julián seni gözlemliyor, büyümeni seyrediyor kim olacağını merak ediyordu. Senden oğlu gibi bahsediyordu. Sadece bir köşecikte gizli de olsa bizi hatırla Daniel. Gitmemize izin verme.” diye yazmıştı. Başımı döndürdüm, oğlum Julián’a baktım ve yastığımın üzerindeki dolmakalemlerin kraliçesi, Montblanc Meistertück markalı, numaralı seriden dolmakalem kutusunun açık içinin de boş olduğunu gördüm. Kalemi aldım eski sahibinin hayattayken bitiremediğini kâğıda dökmeye başladım.

 “Bana sesimi ve dolmakalemimi geri kazandıran dostum Daniel’e… ve ikimizi de           hayata geri döndüren Beatriz’e…”

***

Siz okuyucular, şimdi Unutulmuş Kitaplar Mezarlığına gidiniz. Mezarlık sorumlusundan kitabı alıp,  her devrin adamı tetikçilere yakalanmadan,  Barselona’nın kadim sokaklarının ruhunuzu çalmadan, derinize sızmasına izin veriniz. Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…

-----------

Not: Unutulmuş bu kitabı, bana armağan eden Jenny ve Berk’e teşekkür ederim.





03.11.2023 mehmetealtin, 125/CCXXI

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------   

Kırmızı Kedi Yayınevi, 3. Baskı, Ekim 2021



[1] Bu satırlar, bana İbrahim Yıldırım’ın Dünbatımı Defterleri adlı kitabının 87. sayfasındaki şu satırları ile benim bu kitap hakkında yazdığım yazıyı anımsattı. “Bu durumda ben de Balzac için tasarlanmış olanın gövdesi, pantolonunun desenine, klipsi bastonuna uygun… Cervantes’in ucuna değirmen işlenmiş…  Stendhal’in Julien Sorel’in başını giyotine teslim ettiği romanı Kızıl ve Kara’nın hemen yanındaki şaheser’i, ucu on sekiz ayar altın, klipsi - yakut kırmızısı, oynaşan gözleriyle - bir engerek yılanı olan, Meisterstück dolmakalemimi saygıyla alıyor, yazarın diliyle yazmaya başlıyorum.”