10 Nisan 2015 Cuma

Orkestra Şefi, Sarah Quıgley   558- LXXVII

Leningrad Radyo Orkestrası Şefi Karl Eliasberg, Dimitri Şostakoviç’den gelen, ‘Leningrad prömiyeri için en iyi dileklerimle. Orada olamadığım için çok üzgünüm. Konserin MUHTEŞEM olacağına eminim. Yürekten kutlarım sizi.” S.369, yazan telgrafını okuyup, katladıktan sonra cebine koyarken…”
Romanı okumaya başlamadan önce CD çalarıma koyduğum, Dimitri Şostakoviç’in 7. Senfonisi, “Leningrad Senfonisi”nin, en iyi uyarlaması, Şef Valery Gergıev yönetimindeki Marinsky Tiyatrosu Orkestrası ile Roterdam Flarmoni Orkestra’sının, 2003 yılı Decca basımı CD’sini dinlemek için, aynı anda, düğmeye bastım…
İlk nota, kusursuz bir akortla ve bal gibi tatla sayfaların arasından yavaşça kayarak düşer, sakin başlayıp giderek ısrarlı bir tekrara dönen boleroyu anımsatan ve gittikçe yükselen kreşendo kulaklarımı, gözlerimi doldurur, dudaklarımı üflemeliler,  kollarımı yaylılar, ellerimi vurmalılarla bütünleştirip kaynaştırırken, aldım kitabı elime ve okumaya başladım… 
Sarah Quigley tarafından yazılan, documantery novel’a (*)  gerçek bir örnek olan roman  "Orkestra Şefi", akıcı ve sade yazılmış, çok iyi kurgulanmış ve çok iyi çevrilmiş…

1941 ilkbaharında başlayıp, ‘Hitler’in Leningrad’ı teslim almayı öngördüğü!...’ 09 Ağustos 1942’de, kuşatma altındaki Leningrad’da, savaşta kaybedilen müzisyenlerin iskemlelerinin boş bırakıldığı salonda, Karl Eliasberg yönetimindeki Leningrad Radyo Senfoni Orkestrasının hayatta kalabilen yalnızca 15 üyesi tarafından seslendirilen Leningrad Senfonisi’nin ilk prömiyeri ile biten roman, yalnızca Şostakoviç'in hayatını değil şehrin en ünlü keman virtüözü Nikolay Nikolayev ile Şatokoviç’in sınıf arkadaşı sosyofobik Karl Eliasberg’in de kapsayan üç ana karakter üzerinden tutkunun, yurtseverliğin, açlığın ve inancın öyküsünde yoğrulan o günlerin, Leningrad’ını ve Şastakoviç’in 7. senfonisinin doğum evrelerini anlatıyor.
“Dinlerken yüreğim erimişti. (*) Rakibim, dostum. Yıllar boyu onun her iisi de olduğunu düşündüm. Bugün bu noktadaysam onun yüzündendir: Hakkında konuşulan, nefret edilen, kalpsiz olduğu düşünülen biriyim. Eğer gülebilecek gücüm olsaydı, bu çelişkiye gülerdim. Elbette kalbim yok!... yıllar önce, Leningrad’daki o merdivende, kalbimi Şostakoviç’e verdim ben. S.8” (**)
(**) “Elias, ilk merdiveni tökezleyerek indi… neredeyse zifiri  karanlıktaydı… çantasından bir kağıt çıkardı… büyük ve iri harflerle MUHTEŞEM yazdı… pusulayı Şostakoviç’in kapısının altından içeriye itti.” S.225
Öte yandan da roman, aslında bir senfoninin yazılış ve hazırlanış öyküsünden fazlasını, o günlerin Leningrad'ın hayatını ve Leningrad'ı asla terk etmeyen yurtseverlerin öyküsünü de bünyesinde barındırıyor.

Şostakoviç’in deyişi ile “Hayatımın tamamının basso ostinato'su… yani direngen bası" s. 138   Leningrad tam 872 gün boyunca, bir yandan Hitler'in faşist kuşatmasına karşı direnir,  insanlığın barbarlıkla mücadelesinde partizanlar, blitzkierg savaşçılarına gam sistemlerine uymayan atonal müzikle birleşen pizzicato darbeler indirirken, bir yandan, “Kopan bacakların etleri kesilip alınır… cesetlerin sırtları kemiklerinden sıyrılır… Leningradlılardan bazıları yaşayabilmek için dehşet verici uçlara kadar gidebilirken...” s.312 Öte yandan da “ağaçlarını kesmektense soğuktan donmayı yeğleyen...”  S.337, s.343 ve 09 Ağustos 1942 günü o koşullarda bile senfoninin çalınacağı salonu dolduran Leningradlıların, Şastakoviç ile yoldaşlarının hikâyesi anlatılır. Bu kitabı okuyun…
Kalın tasasız ve sağlıkla, umarım aydınlık yarınlara…
----------------------------------------------

Kırmızı Kedi Yayınevi, I.Baskı, Şubat 2015

8 Nisan 2015 Çarşamba

Yerkubbe, Halit Kakınç,  234 - LXXVI
-----------------------------------------------------------------------
Yazarı Burgazadalı… kitap, Burgazada’ya adanmış… konu, meraklı olduğum Konstantinopolis ve rivayetlere göre adalara kadar uzanan dehlizler ve tüneller hakkında olunca, açtım ağzımı havaya, düştü kitap gagama…
Başladım didiklemeye… sayfa 21, 22 ve 23’de İskenderiye/Libya’da 256-336 yılları arasında yaşamış papaz Arius’un “ Teslis diye bir şey olamaz… İsa Mesih de sadece ve sadece Tanrı’nın bir kulu ve O’nun elçisidir. Tanrı, herhangi bir yaratılmışın suretinde görünemez. Tanrı sonsuz, Nasıralı İsa ise sonlu bir yaratılandır… söyleyin bu gerçeği Hıristiyanlara… Bu sapkınlık toplu bir zulme ve katliama dönüşmeden en güvenilir yerlere göçsünler sarnıçlardan tünellerden yararlansınlar… ve saklansınlar.” Deyişlerinde toplanan özetinde aldığım tatla, keyiflenip devam ettim didiklemeye…
Kitabın bütünü için geçerli zorunlu Latince öğrenimi ile romanın kahramanlarının tanıtımını kapsayan ikinci gurup yirmiüç sayfa daha didiklemeden sonra geldik 56. sayfaya, lokmaları şöyle bir çevirdim ama yavan bir tat kaldı ağzımda… Sonra dur hele bir az daha didikle derken… anneciğim! Ben beklerken, tünellerde, dehlizlerde geçecek bir macera, birden bire düştük sayfa 57’de, paralel evrene, “Roma Cumhuriyeti’ne hoş geldiniz” lay, lay, lom ne iyi ettiniz de geldiniz, nidalarıyla! Silah yok, sorgu, sual yok… Çok gelişmiş bir uygarlık ve etrafta bir sürü Pollyannacık…
Bundan sonraki sayfalar, İsmet berkan’ın köşe yazıları ile yarışır, Wikipedia’dan tak, takıştır, şak yapıştır, uzay fiziği, uzay dinamiği, uzay kimyası, kozmos kasırgası, yıldız patikası, yazarının deyişi ile documantery novel veya docu/drama ama meteorların kuralsız akışı kurgusunda, didikle didikle ağızda kalmıyor hiçbir sayfanın tadı insanın damağında…
Sonunda ne mi oldu? Vallahi ben de anlayamadım ama romanın kahramanları birden bire gitmişlerdi, gördüler, gördüklerini unutup birden bire geldiler.
Latincesini sormayın bana… istiyorsanız sabırla bu kitabı okur belki bir şeyler öğrenir, bana da anlatırsınız sonra…  
----------------------------------------------

Kırmızı Kedi Yayınevi, I.Baskı, Mart 2015
Dokuzuncu Haşmet, İbrahim Yıldırım,  263 - LXXV
-----------------------------------------------------------------------
Sizlere daha önce tanıttığım, beni çok etkileyen Madam Samatya… ve Diğer Şüpheliler kitabı ile tanıştığım İbrahim Yıldırım’ın bu kitabını beş duyuma yeniden ağır bir jimnastik yaptırarak aynı tada ulaşmak için alıp üç kulu-vallah bir elam okuyup kitaba sarıldıysam da bunda terlemedim bile ancak kültür fizik hareketlerinde kaldım. Çok mu şey bekledim acaba? Böylesine iyi bir yazardan doğmuş bir önceki kitaptan sonra her seferinde daha iyi bir hikâye kotarmasını beklemek çok mu haksızlık olur acaba? Bence İbrahim Yıldırım için imkân dışı olmasa gerek.
Neyse, İbrahim Yıldırım “Dokuzuncu Haşmet”te Gezi Parkı Direnişi’ne katıldığı iddiası ile yargılanan yaşlı bir şairin anlattıklarından yola çıkarak Türkiye’nin darbeler ve direnişler tarihini anlatıyor. Ancak Dokuzuncu Haşmet Gezi Parkı Direnişi’ni konu ediniyor görünse de
·         aslında onu vesile edip Türkiye’nin yakın tarihinden tartışma konuları çıkartan,
·         Bir anlamı olduğundan kendisi bile kuşkulanan bir insan, vardığı yeri, yani derisini anlatır mı, anlatabilir mi; zamirini-içyüzünü-çıplaklığını başkalarıyla eksiksiz paylaşabilir mi? s.90-91” kuşkusuyla yazılan bir “Otobiyografik roman s.99” .
Buna bağlı olarak, -“hangi acıyla çarpılırsa çarpılsın dokuz olan s.223”- Haşmet Alçıtepe’nin anlattıklarından Alçıtepe ailesinin üç kuşaktır süren bir direniş geleneği olduğunu, dedesi “Terakki Mehmet” ve babası Rüştü Alçıtepe gibi kendisinin de Türkiye’nin yakın tarihindeki 15-16 Haziran, Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977 gibi önemli olaylarda yer almış ve her defasında tutuklanan bir eylemci olduğunu öğreniyoruz.  “Demem şu hanımefendi: Ülkemin çeşitli dönemlerinde her türlü eziyete, patağa köteğe maruz kaldığımdan bedenim bu tür devletli saldırılara dayanmayı, sonrasında kendini onarmayı, yarasını sarmayı bihakkın öğrenmiştir. s.33”
Bu tutukluluklar Haşmet’e üç şiir kitabı yazmasını da sağlamıştır; “Gez, Göz, İsyan”, “Poésie Noire ya da Saklı El Feneri” ve “Tesbihat”.  “ Ancak, Haşmet Alçıtepe’nin şairliği ve şiirleri diğer önemli tartışma konusu olup, nitekim bundan doğan küskünlüğünü aşağıda bizlerle şu satırlarda paylaşıyor; “Herkes şiir yazar bu ülkede, ama kimse okumaz… s.97”  “… bazı aklıevveller, şiirlerime gönül gözüyle bakmak için hiçbir çaba sarf etmediler, beni hizipçilik yapmakla, hatta döneklikle suçlayıverdiler… bence insanın acısını, derdini bağıran bir şiir, - ister devrim aşkına ister Allah aşkına yazılsın- doğru şiirdir. S.211”
Sonuç olarak Dokuzuncu Haşmet dilinin derinliği, Türkçenin büyüteç altında ince ince işlendiği, bir satırından bir yudum hüzün alıp diğer satırından neşeyi avuçlayabileceğiniz okunası bir roman. Kalın gamsız, sağlık ve her daim kitapla… 
----------------------------------------------

Doğan Kitap, I.Baskı, Ocak 2015
Güneş Hırsızları, Doğu Yücel,  712/217 - LXXIV
-----------------------------------------------------------------------
Bu kitabı raflarda ilk gördüğümde öykü kitabı olduğunu bile fark etmeden arka kapağına baktım ve ikinci paragraftaki “… ilk uzaylı-insanoğlu buluşmasının vs.…” görünce, bu kitabın telvesi az kahvesi sulu bana uymaz diyerek görücüye çıkmış kitabı raftaki gösteren ve yazana saygıyla raftaki yerine bıraktım.
Sonra bir başka kitapevi ziyaretlerimden birinde, raflardan da birinde karşıma çıktı yine arkasında yazanın tasvirinde, bir alıp da okusan, hadi bir denesene, ifadesiyle, yaradana sığınıp kitabı aldım.
İyi ki almışım. Hayal gücünün zırvalamadan uzayın deriliklerinde dolaştığı, dili yere basan, biri birinden değişik mizah ve hicivle yüklü on iki tane öykü. Üstelik bilimkurgusu da yerel, Türkiye’den Türkçeden.
İşte size kitaptan hikaye başına bazı satırlar:

·         “İnsanoğlunun bildiklerinin dışında beşinci bir boyut daha vardır… zamansız bir boyuttur bu. Işıkla gölgenin, bilimle batıl inançların kesişme noktasıdır. İnsanın korkularının dipsiz kuyusuyla, bilgisinin zirvesinin arasında bulunur… Alacakaranlık Kuşağı…”
·         Rüya Tarifleri:Rüyalar ile bağırsak hareketleri arasında bir ilişki olmalıydı. S.22”…” Bir defter aldım üzerine ‘Rüya’ Tarifleri yazdım. S.23”… “Defterlerimden birini görüp ‘Rüya Tabirleri olacak onun doğrusu’ diyerek beni tiye alan erkek arkadaşımdan tek celsede ayrılmıştım mesela. S 24”
·         Sinemaya tek başına gidenler: “Her filmin olmazsa olmaz karakterleri, sahneleri, müzikleri olduğu gibi şehirlerin de olmazsa olmazları vardır. Mahalleler, garlar, sinemalar, kuleler, tapınaklar… Onlar değişirse şehrin de sihir buhar olu uçar gider. S.41”
·         Karanlığın Ortasında: “Aydınlık, karanlık… o, bu değişimi… cisimlerin belli aralıklarla şekil ve renk değiştirmesine bağlıyordu. S.51
·         Aynasız Güzelin Masalı: Kız onlara biraz daha yakından bakayım derken, oda ne! Çobanın kara gözlerinde kendini görmüş! S.85…” “ En hassası gözlerdir. Ak bittikten sonra… tüm organların eskisi gibidir. Ama gözler hariç. Gözler bir kere değişir ve bir daha eskisi gibi bakmaz. S.88”
·         Üçüncü Türle Aşırı Yakın İlişkiler: …kulaklarında yankılanıp duran ses Funda’nın ‘Ayrı dünyaların insanıyız’ sözüydü. Ayrı dünyalara ait olmaları, henüz akıllı yaşamın olmadaığı dünyalar keşfedilmediğine göre imkansızdı… diyelim… var… aynı canlı türüne mensup olmaları mümkün değildi. S.174”
Ben en çok hangisini mi sevdim? Birincisi, olağanın içindeki olağandışı baba-oğul ilişkisini anlatan Camgöz ve Duman’ı,  ikincisi de aşkı, gözlerin sırından, aynalara yansıtan Aynasız Güzelin Masalı’nı…
----------------------------------------------

Doğan Kitap, I.Baskı, Kasım 2014
Gökkuşağı Günleri, Antonio Skarmeta,  57 - LXXIII
-----------------------------------------------------------------------
Özgürlüklerin boğazını sıkmak için yasaların altını bile tarayan bir iktidar, yasa tanımayan bir iktidar, faili meçhullerden faili belli meçhuller, herkesin göz önünde işlenen suçlar, iktidar baskısıyla işten atılanlar, kara listeye alınanlar, fişlenenler,  yönetimi eleştirenlerin gözaltına alındığı, tehdit edilip yargılandığı, iki bin yıl öncesinde yazılan oyunların dine hakaret diye yasaklandığı günler…. Hırsızlığın, yolsuzluğun daha büyük suçlarla örtüldüğü, parayla adaletin satın alındığı, kayıpların insanca anılmasına bile tahammül edilmeyen, oğlu polis tarafından vurulan annelere sokak ortasında şiddet uygulanan, derin devletin terörü kışkırtmak için işbaşında bulunduğu karanlık bir dönem…  Kiralık katilleri, inşaat mafyaları, devlet hesabına insan öldüren casusları, sürülen savcıları, yasaklanan haberleri, sansürlenen yazarları, sokakta öldürülen çocuklarıyla çürümüş bir sistem. O düzenin içindeki yozlaşan değerler çukurunda, gözlerini televizyon denilen aygıta dikerek dünyayı ‘dışarıdan’ izleyen, ait olmadıkları bir hayatı yaşayan, pasif, kederli, umutsuz gençler, insanlar…
Bunlar kitabı kanlı canlı kılan tüm unsurlar. Kitabın konusu nerede geçiyor diye sormuyor, her gün okumaktan, dinlemekten bunaldığımız şeyleri bize tekrarlama diye mırıldandığınızı duyar gibi oluyorum. Yanıldınız, yanıldınız ki ne yanıldınız… Hikâye 05 Ekim 1988 yılında Şili’de yapılacak plebisiti ana tema olarak alırken;
·         Diktatör kazanacağından emindir. Ona göre halk sistemden memnundur, ‘ekonomi tıkırındadır.’ Kulağımıza tanıdık sesler gelmektedir.
  • Çünkü, “… denilebilir ki, Pinochet diktatörlüğünde yaşayan biz Şilililer Platon’un mağarasındaki köleler gibiyiz. Sadece gerçeğin gölgelerine bakıyoruz, taraflı bir televizyon tarafından kandırılıyoruz, aydınlarsa karanlık zindanlarda çürüyorlar.” s.41 diyen… 
  • “ O Şilililer, diktatörün kampanyasının hedef kitlesinin bir kısmıydı. Yüzleri daima ifadesizdi, düşünceleri ne bilinebilir ne de tahmin edilebilirdi. İnsanların umutlarını tüketen korku değil, basit gündelik yaşamdı… Uzaktaydılar. Artık kendi yaşamlarıyla ilgileri kalmamıştı.” s.44…
  • devam edelim ve gençleri dinleyelim “ … muhalefetteki politikacılar… kazanacak olurlarsa ülkeyi nasıl yönetecekleri hakkında en küçük bir fikirleri bile olmayan salaklar ordusu… artık bu ülkenin iflah olmayacağına kanaat getirmiş durumdayım. “ s.45… “ … bir burs bulacağım ve bu ülkeden mümkün olan en uzak yere gideceğim. Burası da Pinochet ve kıç yalayıcılarına kalsın!” s.46
·         Ama, ortada büyük bir ama var ki,  “…tehlike anındaki davranışımız, cesareti ya da korkuyu hissetme alışkanlığımız bazılarımızı korkak, bazılarımızı da cesur yapar.”s.33
Ben de sinema diliyle anlatılmış bu kitabı tam da bu günlerde okumaları için öneriyorum, cesur arkadaşlarıma…
----------------------------------------------

Kırmızı Kedi Yayınevi, I.Baskı, Ocak 2015
Bitti Bitti Bitmedi, Vedat Türkali, 640-LXXII
Yaşamına saygı duyduğum, kitaplarının çoğunu kütüphanemde barındırdığım yazarın bu kitabı bende düş kırıklığı yarattı.

Ele alınan konu, oldukça güncel... emperyalizmin dayattığı sıfatlarında, bir de Kürt ve Ermeni olduklarına dair bir ibare bulunan arkadaşlarımız, dostlarımız, bazıları kardeşten ayıramadıklarımızla ilgili konuda yazar, güzel ve tarihsel bir kurgu yakalamış.  

İyi güzel de romanın ana kahramanları Tarık ile Lüsi arasındaki ilişki ve güncel olaylar o kadar hızlı gelişiyor ki, bu, günümüzün moda hukuk deyimiyle hayatın doğal akışına oldukça aykırı ve baş döndürücü… yani romanda giriş var, gelişme yok, sonuç var.

Bu bir yana romanda damdan düşer gibi bazı bilgi notları var…

  • Hanlar Dizini: s.107’den 110’a
  • Sosyalist Hınçak Partisi Tüzüğü ve bazı Ermenice İsimlerin anlamları” s.127-128
ayrıca hala tartışılan bir takım konuları, yazar kendi yargısı mutlak, olarak sayfalara taşımış, dip not da yok…
  •  “İnsan kasabı Osman Ağa! İstiklal Mahkemelerinde astıramadıklarını (O) bu herife kestiriyormuş…” s.34

  • “Enver Paşa manyağı Basmacılar İsyanı’nda kendi buldu belasını. Daha önce Bakü’deki Mustafa Suphi’lerin Komünist Partisi’ne bir bildiri vermiştir. O bildiriyi yazanın Bolşevik Partisi’nde Yahudi kökenli Karl Radek olduğu bilinir. Bu katil İttihatçılar aslında Mason kulüpleriyle bağlantılıdır. “ s.124
  •  “Hıristiyanlık öncesinde Ermeniler arasında en yaygın inanış Zerdüştlük olmuş. Hatta ‘madağ’ denilen Zerdüştlüğe özgü kurban kesme âdetini hala yaşatan Ermeniler var.” S.134 (Notum: Kardeşlerim, bana bunun sevgi Sofrası olduğunu söylerler. Yanlışsa düzeltmenizi dilerim.)
  • “Werfel’in ‘Musa Dağında Kırk Gün’ 1933’de yayımlanınca bunun sadece Ermeni soykırımını anlatan değil, aynı zamanda ayak sesleri duyulmaya başlayan Yahudi soykırımına karşı da uyarıcı bir roman olduğu söyleniyordu.” S.144 (Notum: Çok eğilip bükülen ve yönlendirilen bir konu olduğu söylenir.  Yanlışsa düzeltmenizi dilerim.)
Öte yandan, tıpkı iki kitap önce yazımda başka bir yazar hakkında da değindiğim gibi, bu kitabın yazarı da üzülerek görüyorum ki, sosyalist geçmişine ve yaşamına ve sosyalist ahlaka aykırı olarak aşağıdaki satırları kitabına taşımış.
  • Dersimli demek. Kızılbaş Kürt’tür bunlar!” s.41
  •  “Enver Paşa manyağı Basmacılar İsyanı’nda kendi buldu belasını. Daha önce Bakü’deki Mustafa Suphi’lerin Komünist Partisi’ne bir bildiri vermiştir. O bildiriyi yazanın Bolşevik Partisi’nde Yahudi kökenli Karl Radek olduğu bilinir. Bu katil İttihatçılar aslında Mason kulüpleriyle bağlantılıdır. “ s.124
Sözlerimi kardeşim Oklap’ın aynı romanla ilgili yazısından bir alıntıyla, “Esas olarak kurguya dayalı bir anlatı biçimi olarak romanın, bu kadar karmaşık ve tarihsel bir sorunu çözmüş olduğu algısına kapılmadan okunması gerektiğini değerlendiriyorum.” diyerek bitirirken, bu kitabı okumanızı öneriyorum.
----------------------------------------------

Ayrıntı Yayınları, I.Baskı, 2014