Gece Kelebeği “ Perperık-a Söe “ Haydar Karataş 224 - XVIII.
--------------------------------------------------
Haydar Karataş, anladığım
kadarıyla, hayatı boyunca okumaya ve yazmaya yatmış, iki cebi de ikişer kitapla
sarkmış bir arkadaş ve yazar. Kitabının ve bu kitabını izleyen kitabı, On İki
Dağın Sırrı’nın, her satırı, her satır arası, her sayfası bana Yaşar Kemal’i
hatırlattı. Yoksa bu kitapları Yaşar Kemal
mi yazdı?
Haydar Karataş romanında, kendisi de aynı toprakların çocuğu
olarak, Dersim’de 1939 ve daha sonrasında olup bitenleri, olabildiğince sakin,
nitelemesiz ve soğukkanlı ama bir o kadar da imgelerle yüklü betimlemeleriyle,
Sina Akyol’un deyişiyle “…edebi
anlatımıyla baştanbaşa bir çığlık(*)…” la bizlere aktarıyor. Oralardan
yetişip de, bunu böylesine isyansız ama içten yanan bir isyanla, anlatmak kolay
iş değil bence Haydar Karataş bunun üstesinden gelmeyi başarmış.
Roman bir 1938 olaylarını
anlatan bir başkaldırı romanı değil de daha çok sonrasındaki yokluğun,
yalnızlığın, çaresizliğin, ihanetin romanı. Erkeklerin büyük kısmı
ölmüş, kalanlar sürgünde, askerde veya hapiste. Geriye bir avuç kadın, yaşlı ve
çocuk kalmış. Tarlalar yanmış, hayvanlara el konulmuş. Bu insanlık trajedisinin
ekseninde yazar bir kız çocuğunun gözünden açlığı, yokluğu ve kimsesizliği
oldukça yalın ve etkileyici bir dille anlatmış. Yazarın yerel ağza ve sözlü
edebiyata hâkim olması da romanın gerçekçiliğini arttırmış ama yöre kültür ve
ritüellerini çok iyi bilmemek okurken bazı yerlerde oldukça zorluyor insanı…
Bir de bu destansı romanda sınıfsal çelişkileri pek göremesem de bu, romanın
edebi değerini bir katre bile azaltmıyor.
Sözü fazla uzatmadan beni son zamanlarda
hem konusu hem de diliyle oldukça etkileyen bu kitabı mutlaka okumanızı
öneririm.
-------------------
(*)
-…Kucağımda
bana yaptığı yeni bebek vardı. Artık bu yeni bebeğimle sessiz konuşmasını
öğrenmiştim. Bebeğimle aramızdaki oyunları kimseler duymaz, kimseler bilmezdi.
Annem kendi kendine konuşup dururken ben ve bebeğim başka bir dünyaya giderdik.
Bana kalırsa o bebek benimle o yıllarda hep konuşup durdu… s.100
-…Annem
böyle taşların üstüne kapanıp fısıldarken onların dile gelip konuştuğunu ben
kaç kez görmüştüm. Kaç kez annemin o taşların arasında kaybolup gittiğini,
yeryüzünün, dağların, taşların, ağaçların, rüzgârların sahibiyle, [
“Hızır, Sultan Baba Dağı, Düzgün Baba Dağı.” Benim notum] konuştuğunu ben kaç kez görmüştüm… s.113
-…Annemin,
giden güneşin arkasından, neden böyle büyük bir yalnızlık içerisinde oturup
baktığını düşündüğüm çok olmuştur… Güneşteki ateşti bize yalnızlığı ve sevgiyi
hatırlatan. O, her akşam giderdi, onu yitirme korkusu, sabahın tan atışında
yeni bir hayatın müjdesiyle dağılırdı. s.117
-…Perhan
otların arasından üç telli bir saz çıkarıp eline aldı… Acılar yok ola, dertler
sevinç ola, düşmanlıklar dost ola hu!
S.219
-…
Olmaz Musa, çünkü ihanetin düştüğü yerde tohum bitmez… Dersim artık bitti. Üç
kez yıkılıp üç kez inşa edildi… Urusu kovdu. Ama artık ihanetin suyunu içti.
S.225
--------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder