24 Nisan 2023 Pazartesi

 

Deli İbram Divanı, Ahmet Büke

2022 Vedat Türkali Roman Ödülü

“Burgazadaşım, Sayın Niyazi Dalyancı’nın anısına, saygıyla!”

***

Ne zaman ki;

kardeşimi,

sabah kuvvacı,

akşam gâvur namazı kılanlar

tarafından karnı yarılmış,

 bir ağaçta ayaklarından baş aşağıya asılı buldum,

işte ben, o zaman deli oldum.

*** 

Öykü yazarı olarak başarılı bir geçmişi olan Ahmet Büke’nin ilk romanı, Deli İbram Divanı, masal, masal içinde, derdi yoksullar, itirazı edepsiz varsıllar kapsamında bir roman… 2008'de Alnı Mavide kitabı ile Oğuz Atay Öykü Ödülü'nü, 2011'de Kumrunun Gördüğü adlı kitabı ile Sait Faik Hikâye Armağanı'nı alan, Ahmet Büke, romandaki lirik dili ile şiirsel yanını da açığa vuruyor. 

***

Bilindiği gibi, “Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri”nde ilkel birikim süreci anlatılırken, toprak: hem iş araçlarını ve malzemesini, hem de yerleşim yerini belirleyen ana unsur olarak görülür. Bireyler veya küçük topluluklar, yan yana, kendilerine ayrılmış topraklarda bağımsız çalışırlar. Gerektiğinde topluluk adına imeceye katılırlar. Servet edinmeyi değil, kendi kendilerine yeterliliği amaçlarlar. Sermayenin oluşumunun tek şartı ise para birikimidir. Sermaye, tek başına üretken değildir, dolaşımdan doğar. Sermaye, kullanım değerlerini değişim değerleri haline getirerek iç pazar yaratır; birikimini katlar. Emekçilere de, anılan bu üretim koşulları içerisinde topraklarından ve mülklerinden ayrılmak, sermayeye kul olmak düşer.

 

“İşin püf noktası ‘razı olan insan’ın yaratılabilmesidir. ‘Razı olan insan’a bir tür ‘borçlanma hakkı’ verilir. Toplumsal haklarından vazgeçtikçe borçlanarak satın alma gücüne sahip olacaktır. Kapitalizme özgü bir tür ‘sosyal takas’! Yaşamı bununla şekillenmiştir. ‘Razı olan insan’ı yaratan, onu piyasaları kapsamında tutan model son 30 yılda dünyaya yayıldı, yerleşti. Biz de son 20 yılda bu ‘reel kapitalizm’i yaşıyoruz. Başka görüntülerle (dinin kullanılması gibi) perdelenmesi özündeki ‘cevher’i değiştirmiyor. ‘Razı olan insan’ın yaratılışını, onun borçlanarak kendisi için yepyeni şeylerle tanışmasını, onlarla özdeşleşmesini’a konutu, sağlık hizmetini, çocuğunun eğitimini ‘satın alma’ olanağını veriyorsunuz. Neyle, borçla. Otoyu ve iphone’u da… ve iphone’u aldıktan sonra ‘Ne güzel! Her şey var. Eskiden bunlar yoktu' diyecektir.” [1]

***

Ahmet Büke de, bu romanın kurgusunu yukarıda anılan ilkel birikim süreci ve bir adanın ekonomi politiği üzerinden kurgulayarak romanın anafikrini,  “Şükür Allah’a başta aklı, götte donu yuvarlanıp giden” bir deli başkaldırısının, iyot kokan masalsı ve bilge diliyle anlatıyor.

Roman, işlendiği yer bakımından bir İzmir romanı ama romanı, İzmir Romanı diye nitelemek bence doğru değil çünkü İzmir neredeyse arka planda bir karakter. O zaman Faruk Duman’ın, o olağanüstü anlatısı ile tanımladığı Kars, Ardahan doğasını yansıtan “Sus Barbatus!” üçlemesine de Kars Romanı mı diyeceğiz? Yine emek ve ekmekteki deniz kokusu, yelkeni bastığınızda yalpası ayarlı, denizin üzerinde cirit gibi akan, her şiddette dalgayı kıvamında karşılayan, her türlü donanımı tanımlı, yalpası ayarlı kancabaş teknesi kapsamında bu romanın bir deniz romanı olarak anılmasına da katılamıyorum. Katılamıyorum, çünkü yazında bu türden sınıflamaların, bizi içinden çıkılamaz bir dizeyle karşı karşıya bırakacağına inanıyorum. Ayrıca, bu bir yazın tekniği de değil. Ancak şunu diyebiliriz ki; bu roman denizciler için, çapa zincirinin her bir baklasından damlayan düş derinliğinde… İzmirli okuyucular ise İzmir’in sokaklarında bazen keyifle, bazen de hüzünle dolaşacaklar meltem serinliğinde…  ve belli ki yazar, özellikle yelken başta olmak üzere deniz araçlarının seyri ve dili konusunda oldukça yetkin ve bilgili…

Roman, İzmir Körfezi’ndeki Köstence Adasının gamlı Gök Mavisi sularında, yıldız sümbülü Boz topraklarında, bazen keyifle, bazen öfkeyle öyküden öyküye, masal, masal içinde coşturarak yazarın, doğru, dengeli ve yetenekli kurgusu ve anlatım gücü ile sizi dalyan başındaki şıracı gibi yerinize mıhlayacak. Gök Kızıla dönecek, Boz Kızıla dönecek, umutlu Köstence’nin umudu hep var olacak.

***

Kitap, Deli İbram, Demirci Asım ve Balıkçı ile simgelenen, dalyancılıkla sağlanan aile ekonomisine dayalı Köstence’nin ilkel birikim sürecine karşı Zina Mehmet ile torunu Eczacı Süleyman’da simgelenen, yunusların avlanarak işlenmesini konu alan kapitalist ekonomi sürecine geçişle ilerliyor. Adadaki idarî, askerî, dinî yapılanma ile siyasî yapılanmanın birbirleri ile bütünleşerek kurdukları sömürü düzeninde yaşananlar üzerinden, ana karakter Osman ile dayısı Yusuf Reis’in kötülüğe karşı, hesap sormaya odaklı sürgün yaşamlarını ele alıyor.

 

Ana karakterlerden, Osman’ın içe dönük anlatımına, direniş stratejisti Deli İbram, eşlik ederek, kendi biçem ve söyleminde okuyucuyu silkeleyip, kendine getiriyor.

Kurguda; Zina Mehmet ile torunu Eczacı Süleyman doğaya, insana karşı ihanetle, kan, gözyaşı, ateş ve yıkım ile çökerek kurdukları, sermaye ve iktidar bağlaşmasında siyasetin finansörleri olarak sunulurken…  karşılarına Balıkçı, Deli İbram, Demirci Asım ve Yusuf Reis, emperyalizme karşı vuruşarak edindikleri yoldaşlıkta yoksulluğa ve sömürüye karşı direnen umudun kesilmeyen, kesilemeyecek varsılları olarak cepheye sürülüyor. Kurguda Yusuf Reis’in koruma ve kollaması altındaki Leyla dışında, adı ile anılan kadın bir karakterin olmaması yanında, belirleyici bir karakter olan Osman’ın annesi, derkenar olarak notlarımın arasına giriyor.

Romanın öyküsü üç bölümde, Boz, Gök ve Kızıl’da, İzmir Körfezi’nde bulunan Köstence Adası (Uzunada) ve İzmir’de işlenir. Açık toprak rengi, açılmamış, sürülmemiş toprak tanımında ilkel birikim sürecine göndermede bulunulan, Boz bölümüyle Köstence’de başlayan roman, İzmir’in Gök mavisi boyalı, denizinden,  notaları kaçıran melteminden, Leyla’nın korunaklı koyu gözlerine yansıyan yeşil odalı sokaklarında devam edip,  tekrar Köstence’ye döner. Kul Kızıl’a, Kızıl deliye, namı Deli İbram’a döner. Kızıl’a dönen zıpkın, gücünü Gök’ten alır, Boz’a verir.

Manisa’nın Yunt dağından, Köstence’ye -emniyet ve asayişi münferiden ve toplu olarak tehdit ve ihlâl- gerekçesiyle sürülen Yörük çeteci Saruhan Hatun’u karşılayan Rum Bacı, ona “- Anladım ki dönüş yoktur sizin için. Biz size dağdaki üzümü, beldeki zeytini, dalyandaki balığı öğretelim. Siz de bize lâzım geldiğinde can almayı öğretin.” der. Böylece Rum Bacı’nın otuz üç kadın, otuz üç erkek kızanı ile Saruhan Hatun’un otuz üç erkek/kadın çift kızanının, yani bu doksan dokuzun başına Saruhan Hatun geçmiş, Kör Adam da dinlemiş ve Köstence’de kimsenin bilmediği Karyolamın Türküsünü Deli İbram’a öğretmiş, sonra da sır olup kaybolmuştur. İşte bu nesiller boyu Köstence delilerinin kökü ve öyküsü; bu Kadırgalı Koyu artığı huysuz, kavgacı, inatçı ve boynunda çanla dolaşan Köstence delilerine dayanır.

***

“Kadın, halatı düzgünce roda etti, halatın çimalarına piyan yaptı. Balıkçı, Osman’aBak buna flaşa derler. Beş kendir lifinden sarılır.’ Ardından üç flaşayı bir araya getirip bu kez saat yönünün tersine sararak ördü. ‘Al sana burgatalık halat.’ Osman, Turgutça Kayası’na döndü. Büyük bir ateş yaktı. Karnını doyurdu. Göz kırpan yıldızları seyre koyuldu.”

Dalyancıdır Köstenceli… Dalyanların yeri değişmez. Bin yıldır aynı yere kurulu aile mülküdür. Eğer bir dalyancının soyundan kimse kalmamışsa işletmesi imeceye çıkar, geliri dalyancı kahvesindeki sandığa akar. Sandıktaki para, öksüz ve yetimler yuva kurarlarken, dalyancılar gömülürken kullanılır. Dalyanlar, semiz ile arık arasında şenlenir. Körfezin doğusuna semiz denir, yüklü balık buradan gelir. Kıyılara, yumurtasını bırakır ve arıktan yani batıdan çıkar gider. Kırbanın kıçına delik açıp zeytinyağı damlamaya başladığında dalga kırılması gider, suyun üzeri cam gibi açılır, akvaryuma döner, dalyana giren balık adım adım izlenir. O yüzden dalyancı ailesi hem zeytinci, hem denizcidir. Mahareti Rum bacılardan gelir.

Dalyancı reisi Balıkçı ile Çanakkale’de omuz omuza savaşmış çarşı esnafının bilgesi Demirci Asım, Balıkçı’ya “ - Can borcum var sana. Ödeyemem biliyorum. Ama geçende de bu günahı işledim ben senin için. Sonra tövbe ettim. Şimdi geldin yine aynı şeyi istiyorsun.” Balıkçı“ -Mecbur kalmasam bunu ister miyim? “ … dediğinde Asım, ağır bir zincir parçasını körüklenen ateşe attı, tavladı, ruhunu verdi. Sabah kumrular dem çekerken Osman’ın yerdeki pöstekilerine, zıpkını sardı.   

***

Balıkçı, karısına “Sen hani diyordun ya, oğlanı İzmir’e, Yusuf Reis’e götürelim diye. O işi yapalım. Biz çürük bir dalyana bakıyoruz. Kurtulsun bari bu cehennemden.” der.

Demirden saçlarına tünemiş güvercinleri kovalayan Basmane Garı, kirpiklerinin arasından yeni gelen Köstencelilere şöyle bir baktı. Yusuf Reis’in kapısını çaldıklarında, askerdeki geniş omuzlu, sert yüzlü, donuk bakışlı Osman’dan o yıllarda eser yoktu. İnce ayakları üzerinde yürüyen, tahtadan oyma bir kukla gibiydi. Yahudhane yapısındaki evinde, kızı bildiği Leyla ile oturan, Osman’ın anasının büyük dayısı Yusuf Reis, kayıkçı loncasında çalışmış, yelken zamanlarında loçadan kıç üstüne kadar çıkmış emekli bir kaptandır. Leyla, Yusuf Reis’in bir yangında ölen yardımcısı Gâvur Resul’ün kızıdır. Karısı, kızının öksüz büyümemesi için Leyla’yı Yusuf’a emanet eder. Annesi de Osman’ı büyük dayısı Yusuf Reis’e emanet eder. Yusuf Reis’in geçmişinde Çine’de Yörük Ali Efe çetesinde neferlik vardır. O çeteye Köstence’den katılanlar sadece Yusuf, Deli İbram ve İbram’ın kardeşidir.

***

Zamanında Köstence Feneri, uygun görülen Turgutça Kayalığı’na değil tartışmalı olarak Eczacı Süleyman’ın anne dedesi, belediye meclis azası Zina Mehmet’in arazisine daha yüksek kamulaştırma bedeli ödenerek yapılmıştı. Arazinin küçük kısmı kamu yararına kullanılırken kalanı hazineye kakalanmış, bedelin %10’u da belediye reisinin payına düşmüştü. Ada ekonomisine yön veren Zina Mehmet ile Yusuf Reis’in geçmişi, Zina Mehmet’in Yusuf Reis’in Adalı isimli çektirmesini de hileli kumar masasında elinden almasıyla kesişmişti.

Eczacı Süleyman, küçük adanın büyük adamı sayılırdı. Üstelik Deli İbram’ın “Sen bizim deyyusu ekberimizsin.” sözünü hoş görecek kadar da yüce gönüllüydü!  Dedesinin  Evladım sakın siyasete girme, sen siyaset ol!” öğüdüne uyarak aile evlerinin olduğu arsaya kamuya özel hesaplı kiralık evler yapmış… Ermeni ustalar tarafından yontulan huşu içindeki Pazar Camisi için yaptığı yardım ile hemen yanına imar ettirdiği müftülük lojmanını dine diyanete helâl etmiştir.  

Tam o vakitlerde, Ada’da, gece kirli çıkının koynunda bambaşka meclisler de sürmekte, Süleyman’ın girişimleri ile bir fabrika kurarak yunusları işlemek ve her bir parçasını değerlendirmek üzere projeler yapılmaktadır. Bu yunusların katliamına yol açacağı gibi işgücüne ihtiyaç duyacak fabrika nedeniyle dalyancı ailelerinin parçalanarak yok olmasına neden olabilecek bir süreçtir. Bu nedenle Köstenceliler ikna edilmeli, Balıkçı’nın ve Demirci Asım’ın aynı saflarda yer alması sağlanmalıdır. Devreye müftü efendiyi, kaymakamı, jandarma komutanını almalı halka, neyin helâl, neyin haram olduğu,  avcılık ve ticaretin rızık için yapıldığı anlatılmalıdır. Zira aziz milletimiz kendisine aş, iş ve nafaka olarak dönen her hamlenin tereddütsüz müttefiki olmalıdır. Aksi takdirde ileride ava katılmayan, fabrikanın işleyişini aksatan dalyancılar balık nakli için gerekli buz bulamayabilir, Süleyman ailesine ait yerlerden malzeme ve yiyecek temininde zorlanabilirmiş.

***

O günlerde Köstence’de esen rüzgârlar hiç de tekin değildir. Mavi göklerin buz sancıları tutmuş, sırtları kabaran yağmur bulutları iyice alçalmış, kurtsabahında denizlere bakan yüzleri tabak gibi düzleşmiş, hareketleri hızlanmıştır. Uzak tepelerde yatan yaban keçileri, tıpkı birkaç asır önce Rodoslu korsanları gözleyen Adalılar gibi tedirginlik içinde denize bakmaktadır.

Gece, sesler susar, gölgelerden gelen bir balta ağır ağır iner. Çarşıda bir dükkân ile kırda bir ev ateş alır. Kadın, her gün açlıktan öleceğimize bir defada yanarak ölelim deyip kapıyı içeriden sürgüler…

… Deli İbram, “Ulan, ırzı kırık takımı! Ulan, siz, Yunan zamanı Gökçen Efe kızanları sizi çeteye yazmasınlar diye kaçanlardan değil miydiniz? Koca Köstence’den yazılanlar sadece Yusuf, ben ve kardeşimdi. Ne zaman ki, kardeşimi, sabah kuvvacı, akşam gâvur namazı kılanlar tarafından karnı yarılmış, bir ağaçta, ayaklarından baş aşağıya asılı buldum, işte ben, o zaman deli oldum.” deyip,  sert bir bilek hareketiyle zıpkını adama saplar.

***

Romanı bitirip, kapadığınızda; Tek Partili dönemden, çok partili döneme geçiş aşamasında dizleri üstünde doğrulmaya başlayan eşrafın elindeki sermaye o gün nasıl siyasetin kendisi olmuşsa, bugün ayaklanıp örgütlenmiş sermaye, sağ elinden sol ele, sol elinden sağ ele siyasetin kendisidir. Eczacı Süleyman’a iyi bakınız, kapitalist zaman diliminde nereden, nereye gelmiş? Dikkatle izleyiniz! Sermayenin örgütlü gücü, din, devlet, siyaset, teorisyeni Zina Mehmet, bugün nerelerde, kimlerle fotoğraf veriyor? Düşününüz.

Tekrar başa dönüp, Deli İbram ne diyor bir bakınız. Emekçinin zaman diliminde, emek, siyasetin kendisi nasıl olacak bir okuyunuz.

Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…

Not: Konusu, İzmir Körfezi, Köstence Adasında (Uzunada’da) geçen bu romana yön veren karakterlerden birisinin de “Yunus” olmasına rağmen, kapak resminde neden bir balina olduğunu anlayamadık.



24.04.2023 mehmetealtin, 22/CCXVIII

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Can Yayınları, 6. Baskı, Şubat 2022

 


[1] Depremden Sonra, Bilsay Kuruç, 10 Nisan 2023, Cumhuriyet


3 Nisan 2023 Pazartesi

 

Güneşteki Adamlar

Gassân Kanafani

Çeviri: Mehmet Hakkı Suçin

“ Ölenler ne çok öldüler, kalanlar

acı içinde eksik kaldık artık

hor görülen insanlarız bu yurtta…”

 Tuğrul Keskin, Zito i Epanastasis, s.60, Everest Yayınları, Aralık 2014

 

 ***

İlk defa tanıştığım Gassan Kanafani’nin[1] bu en bilinen ve filmi de yapılan çok kısa romanını okumadan önce yazarın hayatına bir göz atmanızı öneririm. Yazarlığından çok siyasî hayatıyla öne çıkan, siyasî kimliği nedeniyle suikasta uğrayıp ölen Filistin Edebiyatının önemli kalemlerinden Kanafani’nin yapıtları, kimliğinden dolayı devamlı mercek altına alınmış ve bu yapıtı dâhil, bazıları, kimi Arap ve Kuzey Afrika ülkelerinde yasaklanmıştır.

Yazarın hayatından da kesitler sunan bu romanın anafikri, bir yandan vatandaşlarını bir tankerin havasız dünyasında boğulmaya terk eden Arap yöneticileri suçlarken, bir yandan da tankerin içinde boğulma endişesi duymak yerine, duruma isyan etmeyip başka ülkelerde umar arayan Filistinlileri kınamaktadır.

Öyküsü, dünyadaki bütün gurbetçilerin öykülerinin özünden farklı değildir. Bir gurbetçinin kendisini ve ailesini yaşatmak için tasarladığı hayatı ve düşlerini geride bırakarak onları anayurdunun belleğinde saklamaktan öte değildir. Karakterlerin, geçmişi ve geleceği tankerin tekerlek izlerinin derinliğindedir. Uğruna can verilen, uğruna erkekliğinden,  bacağından olunan vatanın da belleği bozuk, bedeni  engellidir. II. Dünya Savaşı sonrasında,  1948'de İsrail Devleti'nin kurulması ve Altı Gün Savaşı'nın hezimetle sonuçlanması ile toprağına bağlı Filistinlilerin yaşamı, gurbete ve sürgüne bağlı hale gelmiştir. Romanda politik bilinci olmayan üç kişinin dramı, romanın geçtiği coğrafyada zorbalıkla belirlenen devlet politikalarının çarpıklığını gözler önüne sermeye çalışsa da… en önemli somut eleştiriler, günlük hayatta güçlünün, zayıfı kullanma ve sömürme yöntemleri üzerinedir. Bir başka deyişle Filistin halkının yaşamından kesitlerdir.   

Romanda çöl, daha iyi bir hayat için geçilmesi zorunlu somut; yoksulluktan kurtulmanın, refaha ulaşmanın da soyut mekânıdır.

Öykü, omuzlarında yaşlı bir adamın taşıyabileceği zillet ve ümidi yüklenen Ebu Kays… daha önce de gurbete çıkmayı denemiş, ancak becerememiş, kuzeni Neda ile aynı günde doğup, babası, amcasıyla beraber Fatiha okudu diye Neda ile evlendirilmek istenen Esad… gurbetteki abisinin para göndermeyi kesmesi üzerine ailesini geçindirmek zorunda kalan Mervân… ve hayattaki tek arzusu kazandıklarıyla, dinlenerek yaşama güdüsünü, zaman zaman ortaya çıkan vicdani dürtülerine üstün kılan, tanker şoförü, Ebu’l-Hayzuran üzerine kuruludur.

İkincil en baskın karakter, tüm acımasız darbelere karşı yılmayan, düzene karşı duruşuyla, tavrıyla cesur ama bir o kadar da basit ve duru ve hatalarıyla Filistinli  kadının simgesi olan Ebu Kays’ın eşi Ummu Saad’dır.

Özetle; Güneşteki Adamlar, özgün adıyla, Ricâlun fi'ş-Şems, sembolik bir eserdir. Yazarın tasvir ettiği her olay derin bir anlam taşımaktadır.  Bu coğrafyada yaşanan kimlik sorunları, güvensizlik duygusu ve aidiyetsizlik gibi temel sorunlarda Filistinlilerin davranış kodlarını ele almaktadır.

 ***

Bu kısa roman için yazdıklarıma son vermeden önce, bu coğrafyada yaşayan her dilden ve her dinden ezilenler adına, hayatını verenlerin anıları önünde saygıyla eğiliyorum.  

Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…

03.04.2023 mehmetealtin, 250/CCXVII

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Metis Yayınları, 1. Baskı, Ocak 2023,



[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Gassan_Kanafani