30 Mayıs 2021 Pazar

 

Sus Barbatus! 2, Faruk Duman, 202 / CXCVI

        1.        2019, 48. Orhan Kemal Roman Ödülü,      2. 2019 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü

 “ Buz çatırtılarla yarıldı. Gölün üstünde kırmızı bir ışık seli belirdi. Yarık dondu. Birden aynı yerde suyun altında bir top sarı ışık belirdi. Işık patladı, buzu dövdü, buz çatladı Sus Barbatus sırtında Aysel ile Faruk dışarı çıktı. Üç adam boyu yükseldiler. Buz tutmuş, buz kılıçları altında ormana doğru uçup gittiler.”

Sus Barbatus! Kitap.1, S.486


Faruk Duman’ın 12 Eylül darbesine doğru hızla giden süreçte geçen ve nefes kesen doğa ve canlı betimlemeleri ile nakış, nakış işlediği üçlemesinin ikincisi, Sus Barbatus!2,  Civan Yusuf ve Elif ile başlayıp, Elif ve Civan Yusuf ile biterken… -yaşadıkları coğrafya- ilkbahara geçer, siyaset daha da keskinleşir. 

Yaşadıkları coğrafya derken, yazar, (anlatılanların her coğrafyada geçerli olduğu varsayımıyla) şehri K. Şehri, gölü Ç. Gölü, dağları A. Dağları, nehri K. Nehri diye anıyor ama benim romanı kafamda biçimlendirmeme engel olan bu, itirazım da buna… Neden?...

…“Roman, araştırılıp anlaşıldığı kadarıyla Kars, Ardahan, Çıldır Gölü ve Kura Nehri dolaylarında geçiyor. Yazarın, insan/doğa ilişkilerinde, insanı anlamak için, insan dışı canlılara büyük harflerle ad verecek kadar doğayı anlamlandırdığı bir romanda, aynı coğrafya ve koşullarda yaşamayan, örneğin Trakya’da ya da ilerde kitabın çevrilebileceği dillerin coğrafyasında dahi yaşananların aynı şekilde yaşanması mümkün müdür?” diye sorarak, sızalım kitabın satırlarının arasına …  

Birinci kitapta, kaynar kazana dönen, fokurtusu rüzgârın içinden geçip, esintinin aklını başından alan, hançer gibi hortumları ile ormanı delik deşik ederken, Kapısı yarı açık evine hızla sürüklenen, sedirin altında hırpalanmış kolu, yüzündeki kan izleri, boşalmış karnı ile karısı Zeynep’i gören Kenan’ı umutsuzluktan deliye döndüren” karakış…

İkinci kitapta; … bütün o viranesever baykuşlar, gözle görülmez puhu kuşları, nerede olduklarını anlamak için büyüteç gerektiren çıvgınlar[1], çakallar ve yaşlı kargalar gibi ciyaklayan tilkilerle beraber, ortaya çıkan, damları uğultuyla döven cılız taneleri eflatun, damlaları mor yağmur, umutsuzluğu umuda taşıyan çağşak[2] suyla, ilkbahara döner.

Orman, atgötü[3] çalılarıyla, kuşekmeği[4] tarlalarına bürünür. Yeşil, kırmızıyı parlatmak üzere orada bulunur, ışık bunların içinden öbür renkleri çıkarır. Kırmızı ortaya çıktığı zaman,  morun habercisi olur. Lacivert bir kılıç darbesi gibi gelip geçer içinden. Hele bir de bulut milletinin etekleri tutuşur, birbirlerini iterek, kendilerine bencilce yollar açarak ilerlemeye devam ederse, bu kapkaçın arkası gürültülü olmaz da ne olur? Yer, gök suya keser, güneş çıkınca suyun üstünde bir buğu belirir, toprağın üstünde avuçsu yapraklardan sızan suyla solucan biçimli akıntılar oluşur. Filizler patlar, ağaçlar göverir.” İnsanları, hayvanları, hareket halindeki doğa ve sesleri, kalemiyle renklendirip yer yer destana dönen bu benim dilimde kısaltılmış satırların aslı, fazlasıyla kitapta…

Birinci kitabın masal tadındaki sayfaları yerine, Sus Barbatus! 2’nin gövdesi hikâyelerle dolu… masaldan gerçeğe yansıyan sayfalar evrilir, devrilirken kişiler çoğalıyor. Bütünlük bozulmuyor. Yazar masallardan, hikâyelerden, söylence ve mitlerden aldığı, kıssadan hisse tadında malzemeyi, çokça kişileri, romanının kurgusuna becerikli bir biçimde yerleştirirken,  Fransız yazar Guy de Maupassant’ın Horla[5] adındaki romanından, romanına göndermelerde bulunuyor.

Nitekim, atı CENNET’in Köroğlu soyuna dayanıp ölümsüz olduğunu bazen bu kutlu varlıkların don değiştirerek dünyaya geldiğini düşünen yirmili yaşlardaki Civan Yusuf’la başlayan ikinci kitap… Civan Yusuf, bacaklarını kollarının arasına almış, başı eğik, çaresiz Elif’i “…seni bırakmayacağım, bırakırsam da bana yazıklar olsun.” diyerek kucağına aldığında, bazen babası Âşık Kerem’in, bazen birinci kitaptaki Faruk’un donuna girip, onun ağzından konuşup hareket eden, düzene karşı isyan eden, bir devrimcidir artık.

Kendine yeni bir beden arayan hayalet gibi “anılan coğrafyada” umudu arayan hayaletin kendisi de yenidir…

… ve bu umudun arkasında, aynı yörede, aynı köyde yabanı bilen, doğduğundan beri yabanla yaşayan, yasaları yabana bağlı, Kadir Ağa, Şeyh ve karakol komutanı gibi sistemi koruyup kollayanlarla, Aynur, Orhan, Ece, Murat, Halil, Ferit gibi sisteme karşı çıkan zıtların birliği vardır artık… ve…

Sus Barbatus! benim donumda, ben kanatlarını açmış Sus Barbatus’un donunda, ikimiz de yerleştik kitabın kapağına, bir bakalım kollarını açan yabana, ne var ne yok aşağıda, kimler var romanda?

-o-

·         Gençlik yıllarında Roma tarihine merak salmış, Lykurgos’[6]un toplumcu çılgınlıkları ile büyülenmiş, sosyalizme bu yolla inanmış… “Dünya’nın yarısı, biz ve bizim eşit barışçıl toplumumuza inanmasa bile zarar yok. Biz de dünyanın o yarısına seyahat etmeyiz.” diye düşleyen…  yağmurun içinde uyuyan kızı gördüğünde -Marksizm’in insani duygulara karşı olmadığını tersine bu duyguları gerçek temellerine oturttuğunu söyleyen, Faruk’u duymuşçasına kızı, yaralı bir kuş gibi avucuna alarak barınağa doğru yol alan, romantik Halil,

·         Yanında köpeği KARAGÖZ ile her adımında başka yönden parıldayan,  çelik örme yaman tüfeği, otların arasında yaralı üniversite öğrencisi Ferit’i bulduğunda gözleri dolan, -Ben size demiyor muyum? Buraları iyi öğrenmeden olur mu?... diye söylenen, delidolu Aynur,   

·         Bekir komutanı - Yahu, bana bak. Askere kılavuzluk etsin diye yanımıza aldığımız şuursuz iz sürücü, it, devletin askerinin yanında silah kullanacak ha?... derken, kıpkırmızı olmuş suratıyla dinleyen… o arada -Ne olacak bunlar da bir nevi sarhoş asker değil mi? - Ama dur senin de defterin dürülecek belli ki, diye içinden söylenen… ilk fırsatta Ç.deki büyük karakola gidip - Komutanım böyle, böyle, bu Bekir’in rakıdan şaraptan başını kaldırdığı yok… diyerek, ihbarlarına bir yenisini ekleyen, can çıkar huy çıkmaz örneği, ihbar ettiklerinin arasına kardeşi Mustafa Öğretmen’i bile ekleyebilmiş Kadir Ağa ile

·         Yüreğindeki yayın çıtırtısını duyup, gerginliğine son vererek, söylenecek ve yapılacak şeyin ne olduğunu anlayan, Aynur’un verdiği Devrimcinin Kitapçığını babasının askıda bıraktığı ceketinin astarının içine diken, Kadir Ağa’nın kızı,  Ece,

·         Dursun, Kadir Ağa’ya - valla Aynur’un öyle bir çiftesi var ki, örme çelik, ben ömrümde öyle güzel öyle parlak çifte görmedim. Paltosunun altından çıktı üzerime tuttu ama bana sorarsan bu işler ondan değil de hep bu herifin başı altından çıkıyor... derken, Nasip’le beraber,  ayaklarından ağaca astıkları, nefesi, nefesimizde Mustafa Öğretmen’in oğlu Orhan,

·         Korkunca son derecede kurnaz, tıslayarak konuştuğunda düşmanlarının kemiklerini donduran, kimsenin boy ölçüşemediği iz sürücü, iyi nişancı, Jilet…

Hikâye: “Kuşların hepsi tüylerini geri aldılar. Bir eksikle. Pencerenin önünde kalan o tek tüyü Hz. Süleyman tanıdı. Uçuk mavi ten rengi bir tüydü bu. Gözyaşları içinde sordu. Kimdin ki gelip de bu derdi bana bıraktın. Sonra tüyü oradan aldı, götürüp kendi baş yastığının içine koydu.”

…yeşil parlak bir kuş belirdi üzerinde... Kuşun yalımlar saçan bir tüyleri vardı. Böyle yanardöner, kendi içinde durmadan değişen tüylerdi bunlar. Öyle ki, kuş kıpırdadıkça rengi değişiyor ve bu değişken renkler hem göz alıyor, hem de insanın gözünü yakıyordu. Kuş, koyu yeşil yapraklı tozlu kunt bir çalıya konsa ansızın o çalının rengine bürünüyordu. Oradan kalkıp bir lahana çiçeğinin moruna geçse bu kez morarmakla bambaşka bir hal alıyordu. Boz ve de ölmüş bitmiş kül rengi bir toprak parçasının üzerinde, bu kuşun rengi de bozarıyordu. İşte O Kuş, yağmurun dayağını yiyen kanatlarıyla başka biri gelip de içine girmiş, yenilenmiş gibi Jilet’in başına kondu.

-0-

·         Ferit’in izini bulan Jilet yere uzanmıştı. Kepi düşmüş yüzüne su doluyordu. Az beri çektiler uyanır gibi oldu, karısını görünce güldü. Zühre bir şey diyemedi, Jilet’in soluğu kesildi elini gömleğin içine sokmuş sıkı sıkı sarılmış gibiydi. Zühre paltoyu kaldırdı kocasının eline baktı. Küçük renkli tuhaf apak gözlü bir kuş ölüsü vardı elinde.

·         Erol komutan hışırtının geldiği yeri buldu. Kadir Ağa’nın ceketini astarıyla birlikte kesti kâğıdı aldı, bildiriye göz attı. –Vay be, dedi sen de komünistsin demek… O anda sanki Kadir Ağa’nın yarısı var, yarısı yok. Önünden baksan arkasında, arkasından baksan önünde, bir şey saklıyor sanırsın.

-0-

·         Gülmeyi unutan yoksul, ağlamayı unutan vicdansız, her ikisini de unutan insanlıktan çıkmış Şeyh’in emrindeki iki gözü iki çeşme ağlayarak, CENNET’i Civan Yusuf’un yanına getiren çocuk, - Bizim burada bir töremiz vardır. Kız, evlendiği gece şeyhimize gider, gidince de onun yanında kalır. Benim diyeceğim bu kadar, dedi. O an karanlıkta bir silah patladı. Civan Yusuf sarsıldı. Attan düştü.

·         Âşık Kerem uykudan kalktı, duvardaki sazı, yanına aldı. Düşünde gördüğü kız, başında durmuş, oğlanın alnını kuruluyordu. İçinden bir şey kalktı, bir ruh ayaklanıp içinden çıktı. Sırtının üzerinde bir halı, halının üstünde canlandı canlanacak bir ceylan duruyordu.

-0-

Dev kanatlarını açmış,  mor karanlığın içinde azgın yağmurun altında kendi görüntüsü ile birlikte Faruk ile Aysel’in görüntüsünü de taşıyan Sus Barbatus, ormanın ağzından, köye doğru şöyle bir uçunca, devedikenlerinin, çinçarların[7] tatlı çilotların, yabani kekiklerin kokusundan hepsi birden deliye döndüler. Sus Barbatus köy meydanında GÖKYÜZÜ’nü gördü. Hepsi CENNET’in üstündeydi. Elif de, Civan Yusuf da, Aşık Kerem de, sazı da. Ceylan şakın ve çaresizdi. Barbatus’u  görünce canlandı. Barbatus alçaldı. Hepsini sırtına aldı. Beni bıraktı.

O sırada,  Âşık Kerem’in Barbatus’a - K. Köyü’nde benim eski bir öğretmen arkadaşım var, Mustafa Öğretmen, bizi saklasa saklasa o saklar, dediğini duydum.

“Mustafa Öğretmen kitabı açtı. Ağrı Dağı’nın betimlenmesiyle başlayan romanı çocuklara okumaya başladı.”

İkinci kitap, beş yüz seksen altı sayfa. Erguvanlar, begonvillerle mor kesmiş yağmuru koyun, eflatuna kessin kıştan kalan kadehinize, dinleyin Mustafa Öğretmen’i, tasasız ve sağlıkla…  


31.05.2021 mehmetealtin,

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2020

  


[1] Ötücü bir kuş olup türleri; Bayağı Çıvgın, Kafkas Çıvgını, Orman Çıvgını, Sarıkaşlı Çıvgın, Yeşil Çıvgın, Söğüt Bülbülü, Yaprak Söğüt Bülbülü olarak anılır.

[2] Akarsu yataklarında, kıyılarında ve genellikle de pınarların içinde bulunan, aşınarak bilye gibi olmuş küçük taş(lar)

[3] Kara kuşburnu, batı, orta ve güney Avrupa ve kuzeybatı Afrika'ya özgü bir gül türüdür. Genellikle kum tepeleri veya kireçtaşı kaplamaları ile sınırlıdır ve kireçtaşı üzerinde değilken tipik olarak kıyı dağılımına sahiptir.

[4]  Turpgiller familyasından tarım alanları ve çorak arazilerde yaşayan bir yıllık, dik gövdesi yıldızsı tüylerle kaplı olan otsu bir bitki türü. Meyvesi ters kalp-üçgen şeklindedir. Taban yaprakları rozet yapıdadır. Kültüre alınmış alanlarda, boş yerlerde, deniz seviyesinden 2000 m yüksekliğe kadar yetişir. Türkiye genelinde geniş bir yayılışı vardır. Genç toprak üstü kısımları ayran aşına katılır, kurutularak çay yapılır, salata olarak hazırlanıp yenilir. (Iğdır; genel).

[5] Horla " (Fransızca: Le Horla ), Fransız yazar Guy de Maupassant tarafından, 26 Ekim 1886 tarihli Gil Blas gazetesinde yayınlanan çok daha kısa bir ilk sürümünden sonra, 1887’de bir günlük tarzında yazılmış kısa bir korku öyküsüdür.

Kısa öykü boyunca, ana karakterin akıl sağlığı veya daha doğrusu yabancılaşma duyguları, Horla'nın düşüncelerine giderek egemen olmasıyla hâkimiyet kurmasıyla sorgulanır. Başlangıçta, anlatıcı, kendisinin akıl sağlığını sorgular ve "Deliriyor muyum?" Diye bağırır. İçmemiş olmasına rağmen bir bardak suyunu boş bulduktan sonra, "durumunun" tamamen "bilincinde" olduğu ve gerçekten de "onu en net şekilde analiz edebileceği" için, aslında delirmediğine karar verir. Horla'nın varlığı kahramanı "izler… … bakar ... [ve] ona hükmettiği için gittikçe daha tahammül edilemez hale gelir.

[6] Lykurgos, ne zaman yaşadığı tam olarak bilinemeyen Sparta kralıdır. İlk çağlardaki sosyalizmi kurmaya çalışması, bunun için ortak yemek sofraları gibi araçları da kullanmış olması hakkında bilinenlerdir.*Kaynak:Lykurgos'un hayatı J.J. Rousseau Toplum Sözleşmesi'nde O'ndan bahsederken; "Lykurghos vatanı için yasalar yaparken işe önce krallıktan vazgeçmekle başladı" demektedir. Rousseau'nun bu gönderimi O'nun ülkesine adil ve tarafsız yasalar yapmak için kendi yönetme hakkını bir kenara bıraktığını göstermektedir. Zaten Rousseau da bu örneği, yasa yapanlar yönetmemelidir, yönetenler de yasa yapmamalıdır görüşünü ileri sürerken vermektedir (J.J.R.) Toplum Sözleşmesi, 2008, Say Yayınları, s: 94-95). “ Sparta efsanevi kurucu Krallarından olan Lykurgus toplum düzeninde eşitlikçi neredeyse ütopik sosyalizmin bayrağı gibiydi. Toplumda yerleştirmeye çalıştığı eşitlikçi düzende paranın zararlı olacağını düşünerek demirden öylesine ağır bir para bastırmış ki ne taşınır ne saklanırdı.

[7] Isırgan