17 Mart 2023 Cuma

 

Cennet

Abdulrazak Gurnah

Çeviri: Müge Günay

 

“Tanrı kötülüğün önünü almak istiyor ama buna gücü yetmiyor mu?

 O zaman kadiri mutlak değil demektir.

Gücü yetiyor ama yapmak istemiyor mu?

O zaman kötü niyetli demektir.

Hem gücü yetiyor, hem de yapmak istemiyor mu?

O zaman kötülük nereden geliyor?

Hem gücü yetmiyor, hem de yapmak istemiyor.

O zaman ona neden Tanrı diyelim ki? Epikuros”

 Metis Ajanda 2010, s.123

 ***

 

Abdulrazak Gurnah, 2021 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken Nobel Komitesi’nin ödüle ilişkin açıklamasında, kaleminin işlevi: “…basitleştirilmiş klişe tasvirlerden kaçınması, hakikate bağlılığı ve karakterlerinin iki medeniyet, iki kültür, iki hayat arasındaki hikâyesini, indirgemeci bir karşıtlık içinde değil, başkalığa, farklılığa yer açarak yetkin bir anlatımla ortaya koyması…” [1] çerçevesinde tanıtılır.

Cennet adlı bu romanın önsözünde de çevirmen Müge Günay, Gurnah’ın romanlarının, Zanzibar ve Hint Okyanusu’nun Doğu Afrika sahilini tamamladığı coğrafyadaki toplumsal yaşantının ve arka planının anlatımında önemli bir işleve sahip olduğunu belirtir. İlerleyen satırlarda, 1884’te Afrika’da ticaret yapmak üzere kurulan Alman Doğu Afrikası Şirketi’nin faaliyetleriyle askeri bir temele dayanmadan yayılan sömürgeciliğin, yeni bir biçim aldığını, genişlediğini ve anlaşmalarla çağdaş hukuk kurallarına bağlandığını söyler! Bu bölgede emperyalizme karşı en büyük kırılganlığın, yerlilerden kaçak mal alan Arap tüccarlara nakit desteği veren Hintliler olduğunu, Avrupalıların Hintlileri kontrol ettiğini, onların da Avrupalılarla baş etmesini bildiğini, servetlerini aşırı faizle borç vererek ve sahtekârlıkla yaptıklarının, farkına varır!

Müge Günay’a göre, romanda yaşı ve gücü itibariyle bir çocuğun, Yusuf’un, tarafsız görüşüne yer verilmesi Gurnah’ın mesafeli bakış akışının temsilidir. Gurnah, romanını Yusuf Peygamber’in Kuran’da yazılan öyküsü üzerinden kurmuş, ancak aslı gibi sonunda Yusuf’u ödüllendirmemiştir. Romanda Yusuf’un vaat edilen cennet olarak gördüğü, duvarlı bahçeye dönmek için duyduğu arzu, Züleyha’nın ona yaklaşımı, azat edilmiş eski köle bahçıvan Mzee Hamadani’nin ve Emine’nin öyküsünü öğrenmesiyle anlamını kaybetmiştir.

Her zaman yaptığı gibi bu romanda da Gurnah, yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan mağdurların, kölelerin, sömürülenlerin, yerleştikleri yeni yerlerde toplumla ilişkilerini ve hayatlarını işlemektedir. Betimlemeleri bunlar üzerinedir. Sömürünün boyutlarını gösterir, ancak sömürülenlere yol göstermez. Her biri, bir tür ya da başka bir kültürel incinmeye maruz kalan, bu nedenlerle kişiliklerinde baskı oluşan, yabancı bir kültürde izole edilenlerin iç içe geçmiş hikâyelerini anlatırken, her karakteri ve kişiliği göç ve cinsel ilişkilerden oluşan bir düzlemde ele alır. Konusunu zenginleştirecek anlatmaya değer hikâyeler varsa önemli bulur. Siyasal kimliklere yer vermez. Öyle ki, bu paragrafta yazdıklarımız Son Hediye romanı ile ilgili yazdıklarımızın aynısıdır.

Bu kitapta da Gurnah, Müge Günay’ın önsözünde;  

·         Sayfa 8’de, biçim değiştiren sömürgeciliğin, “ … çağdaş hukuk kurallarına bağlandığı… “ güzellemesini… yani mevcut mülkiyet ilişkilerinin, ekonomik ve politik egemenliği elinde tutan sınıfın temel, öz çıkarlarını koruyan ve kollayan çağdaş (!) yasaları, yani sömürgecinin yasalarını savunabilmiştir.  

·         Neyse ki, sayfa 10’da emperyalizme karşı en büyük kırılganlığın, müttefik tefeci-bezirgân Hintliler olduğunu, onların, Avrupalılar ile baş ettiklerini, aşırı faizle borç vererek onları perişan (!) ettiklerini görmüş ve kıvanç duymuştur.

·         Öte yandan yine sayfa 8’de küçük yaşından itibaren, yaşı ve gücü itibariyle tefeci-tüccar Seyit Aziz’in gözetim ve yönlendirmeleriyle yetişen Yusuf’un tarafsız görüşüne yer verilmesi ve bunun Gurnah’ın mesafeli bakış açısına delil kılınması da bize göre edebî bir kaygıdan değil, Yusuf’un Kuran’da geçen öyküsüne bağlılıktan ibarettir.

Bütün romanlarında bir yandan emperyalizmin vahşi yüzünü gösterirken, bir yandan da ama ve ancaklarla biz de şunları yapmalı, şunları da yapmamalıydık göndermeleri yapan Abdulrazak Gurnah, eğer her türlü sömürüye net bir şekilde karşı dursaydı, acaba Nobel Ödülü alabilir miydi diye sorulabilir. Çünkü Gurnah,  tıpkı Amin Maalouf gibi anavatanındaki vatandaşlarına sömürenlerden daha ağır eleştiriler getirmektedir. Gurnah’ın ikilemi dilindedir. Ya İngilizce yazıp, İngiliz Edebiyatı’nın bir yazarı olacak ve romanları satacak, ya da Svahili diliyle yazacak, Tanzanya Edebiyatı’nın bir yazarı olarak Tanzanya edebiyatına katkıda bulunacaktır. Bize göre, Gurnah, sömürenlerin dilini seçip, mahcup edasıyla geniş kesimlere ulaşmış bir yazardır.

 ***

Ancak, bütün bu söylediklerimiz, güçlü bir kurgu yazarı olan, romanlarının öyküsündeki kişileri ve çevreyi sinematografik bir disiplinle yansıtan Gurnah’ı ve kitaplarının yazınsal değerini azaltmaz. Derdimiz, yazarın sömürgecilere karşı mahcup tavrıdır. Nitekim Hz. Yusuf’un[2] Hayatı üzerinden anlattığı bu kitaptaki öykü de elden bırakılamayacak, yavaş, yavaş tadılarak, sindirilecek kadar güzeldir.  

***

Romanın ana kahramanı Yusuf’tur. Roman, görenlerin gözlerini alamadığı yakışıklı, temiz ve erdemli Yusuf’un üzerine kuruludur. Roman, 1890’da Tanzanya’nın Alman Doğu Afrikası[3] bayrağı altında Almanlar tarafından işgali sürecini anlatır. Tanzanya’nın Hint Okyanusu’na bakan doğu kıyısı ile Zanzibar’ın yer aldığı kültürel bir eritme potası içinde, Svahili, Arapça ve Hintçe konuşulan bu coğrafyada karakterlerin kökenleri Zanzibar, Bombay ve Gucerât’a dayanır.

Yusuf’u himayesine alan, tefeci-tüccar Seyit Aziz, Yusuf’a kardeş kadar yakın Halil, Seyit Aziz’in Viktorya Gölü çevresindeki temsilcisi, Hamit Süleyman, Aziz’in kervanlarının yöneticisi Muhammet Abdullah ile Simba Mwene, yaşlı bahçıvan Hamdani, Aziz’in eşleri Züleyha ile Emine öyküye anlam ve yön veren ikincil karakterlerdir. Aziz’in, Hz. Yusuf’taki karşılığı, Firavun’un Muhafız Birliği Komutanı Potifar’dır. Hz. Yusuf’un, Potifar’ın karısından kaçışı ile Yusuf’un kaçışı, romanda bire bir işlenmiştir.

***

Yöreye egemen olan sömürgecilerin beklentileri ve davranış modelleri ile yörede yaşayanların ihtiyaçları ve davranış modelleri üzerinden kurulan denklemde, Yusuf, “Cennet” gibi bir coğrafyanın, bir yandan uzaktaki ağaçları çatırdatan, bir yandan hafif bir esintiye muhtaç, cehenneme dönmüş yollarında kendi kaderini tayin etmekle meşguldür. Yaşamının her kesitinde karşı karşıya kaldığı, sömürünün nedenleri, kim için ve ne içinden uzaktır. Hz. Yusuf gibi rüyada gezen Yusuf, babasının borcu nedeniyle tefeci-tüccar Aziz’in kölesi olduğunu, ailesini bir daha göremeyeceğini anlaması için Tanzanya’nın balta girmemiş ormanlarına adım atması gerekir.  Babasının, köklü bir Arap aileden gelen, baba evine dönüş yolunda kaybolan ilk karısı ve iki oğluna karşılık… isli barakalarda yaşayan, keçi derisinden leş gibi kokan kıyafetler giyen,  beş keçiyle iki çuval fasulyeye her kadının satın alınabileceğini” söylediği bir dağ kabilesinin kızı olan annesi, Yusuf’un erdemli karakterini küçük yaşlardan itibaren belirleyen kişidir.

İzlendiği gibi, sömürgecilerin coğrafyadaki talanı daha başlamadan önce ilkel toplum ilişkileri dağılma sürecine girmiş, insanın insan tarafından baskı altına alınma süreci başlamıştır. Çocuklar, ipotek olarak verilmekte, çocuk istismarı vakaları basitçe tartışılmakta, işkence gösteriye dönüşebilmekte, sömürgenler ile el ele seviyesi düşmüş yerellerin yoz dünyasının dehşeti gözler önüne serilirken, kurtuluşun reçetesi olarak Tanrı’nın yolu gösterilmektedir. Fakir de etse, zengin de etse, zayıf da kılsa, güç de verse, elhamdülillah’tan, şükretmekten başka denilecek bir şey yoktur. Bu onlar için en iyisidir. O bilmiyorsa, kim bilecektir?  

“Allah hiçbir şey yapmaya gücü yetmeyen, el altındaki bir köle ile Allah tarafından kendisine güzel rızk verilen bir insanı misal verdi.

Hiç bunlar bir/eşit olur mu?”

Nahl-75

Yusuf iç bölgelere doğru ticaret için geldiği yerlerde gördüğü güzellikler ile Tanrı'nın nefesini duyar. Yusuf’a göre buraları Cennet’in Kapıları gibidir. Cennette yaşayanlar ise masum tüccarları soyan ve kendi kardeşlerini biblo için satan vahşiler ve hırsızlardır. Kabile liderlerinin azameti, komşularını yağmalayarak ele geçirdikleri hayvanlarla ve evlerinden kaçırdıkları kadınların sayısıyla ölçülür. Geleneksel kurbanlardan biri de toprağın yağmur aldığı dağ yamaçlarında yaşayan, dağ havasını kasvete boğan, kadınlar ve hayvanlar gibi toprağı kazan diyerek, aşağıladıkları ve nesillerdir yağmaladıkları çiftçilerdir.

Lüteryen papaz onlara saban kullanmayı ve çarkı kurmayı öğretmiş; bunların, onların ruhunun selâmeti için, onu dağa yollayan Tanrısının gönderdiği armağanlar olduğunu söylemişti. Çalışmanın Tanrı’nın emri olduğunu, bu yolla insanların içindeki kötülüğü telâfi etme imkânı sağladığını bildirmiş,  Tanrı’ya ettikleri yeminin devraldıkları geleneklerinden daha bağlayıcı olduğuna onları ikna etmişti. 

Avrupalı çiftçiler şehre kamyonları ve kağnıları ile gelir, kimseye dönüp bakmazlar,  yüzlerinde tiksinen bir ifadeyle dolaşırlardı. En iyi toprakları bedelsiz alır, insanları kendileri için çalışmaya zorlar, her şeyi yer, vergiler ödenmediği takdirde hapis veya kırbaç cezasına çarptırır, onlara göre yeterince sıkı çalışmayanları asar, gençleri asmayıp, ceza olarak hayalarını keserlerdi. 

Bazıları Marungu’nun ötesindeki büyük nehrin karanlık ormanlarına gidip kendi krallıklarını kurarlardı. Köle satın almak, ağaçtan meyve toplamaktan daha kolaydı.  Yörede tüccarlarla beraber el ele her geldiklerinde uğursuzluk ve felaket getirdiklerini… Acı çektirdiklerini… İnsanları esir aldıklarını… Ekinlerin büyümediğini, çocukların sakat ve hasta doğduğunu, hayvanların duyulmamış hastalıklardan öldüğünü söyleyen kabile bireylerine karşılık, kuzenlerini, komşularını incik boncuk karşılığı satmaya hevesli bir sürü insan vardı. Hintli tüccarlar da fildişi ve köle ticareti için kaynak sağlıyorlardı. Almanlar bu bölgelere geldiğinde karşı çıkan yerel reisleri ve onlarla illiyet bağı olan herkesi öldürmüş, Umman Sultanlığı’na bağlı Arapları önce kontrol altına alıp, sonra onları kovmuştu. İktidarı Almanlar adına Hintliler almıştı, Seyid Aziz gibi yerel tüccarların da onlarla çalışmaktan başka şansı yoktu.

İşte, Gurnah’ın kafası da buralarda karışıyor. Yusuf da her geldiğinde ona harçlık vererek sevindiren Aziz Amca’nın, amca değil, babasının borcuna karşılık bir köle, Halil’in başlangıçta ona taktığı isimle “kifa urango” yaşayan ölü olduğunu anlamasıyla, “… (Allah tarafından yüklenmiş) iradesini kullanarak…” hem kendisi, hem de diğer köleler için kurtuluşu kendinde arıyor. Yerel egemenler ve yerel tüccarlar ile sömürgenler arasında ise ticari ittifaklar al gülüm, ver gülüm devam ediyordu. 

Bir yandan Yusuf, Hamit Süleyman’ın çuvallarda ne sakladığını merak ederken Hamit de ailene daha iyi geçim sağlamanın nesi günah deyip, Kuran’ın iyi ahlâklı hayat sürmek için ihtiyaç duyulan bütün bilgileri kapsadığını söylemektedir. Yoksulluktan ve pahalılıktan yakınmakta ama herkes gibi o da kendi yalanlarından ve zalimliklerinden bahsetmektedir. Yerel halka Allah’ın uygun bulduğu hayat önerilirken, bütün dinler adına Tanrı’nın tapınılan bir zorba olamayacağına inanan,  evinin Sih dinine ait mabedinde Ganeşa’nın bronz heykeli yanında, İsa Mesih’in küçük bir tasviri ile Kuran’ın küçük bir kopyasına yer veren hoşgörülü bir Sih örnek gösterilir. Kurtuluş insanın kendindedir. Bir akla sahip olan insan, tanrısal bir yaratıktır. Hayvanlar içgüdüleri ile hayatta kalmaya çalışırken insan aklı sayesinde kendini gerçekleştirmeye ve geliştirmeye çalışır. İnsan aklı sayesinde doğru ile yanlışı ayırt eder.

***

Konuşurken yüzüne yansıyan, - kâbuslarda dar geçitlerde kol gezen köpeklerin- yırtıcı ve çarpık gülümsemesi ile Mnyapara Muhammet Abdullah’ın deyişiyle;  kaybedecek çok şeyi olan… hem kendi servetini hem de başkalarının yatırımını koruyan… Seyid Aziz’in güzel bir evi vardır. Aziz’in yokluğunda yemek vakitleri içeriye iki tabak götürüp, boşları getiren, şehirde kimseyi tanımayan, şehrin limanını bile gece karanlığında Seyit’e teslim edildiği ilk günden bu yana bilmeyen, dükkânda yaşayıp, dükkâna bakan, dükkâna hapis, Halil’e, Yusuf, bir gün “ Aziz’in evinde kimlerin yaşadığını… “ sorduğunda, Halil ona, “ Aziz’in karısı Züleyha ile babamın kaçırılmaktan kurtarıp evlat edindiği, şimdi de Aziz’in ikinci karısı olan Emine’nin yaşadığını söylediğinde…  

…Yaşlı bahçıvan, tanıyanların evliya bellediği, Hamdani’nin, “Cennet” ’e çevirdiği,   Yusuf’un dilediği zaman ona yardım etmesine izin verdiği bahçede Emine: “Cennet’in sakinlerinin çoğu fakir, Cehennemin sakinlerinin çoğunun da kadın olduğu varsayılır. Cehennem yeryüzündeyse, orası, burası işte… bir hiçliğin ortasındayız daha kötüsü ne olabilir ki?” derken…

Nijeryalı ressam, Emmanuel Ekong Ekefrey’in kitabın kapağında yer alan, aslı 168x152 cm. boyutlarındaki, Ekpe ino Ebot Mi – Teşekkürler Ebot Mi adlı resmi,  yeryüzündeki Cennet’in anlatımı gibidir. 

***

Züheyla, Yusuf’u gömleğinden yakalar. Yusuf gömleğinin yırtılıp onun elinde kaldığını fark eder. Kaçarken onun ıstıraplı çığlıklarını duyar…

Halil: Yusuf’a “Sana bunun beladan başka bir şey getirmeyeceğini söylemiştim. Şehre gidelim. Hanım, sana bunca nezaket gösterdikten sonra ona saldırdığını ve kıyafetini bir hayvan gibi yırttığını söylüyor.”  

Yusuf: “Kim benim özgürlüğüme sahip oldu ki, bana bunu hediye olarak sunsunlar.  Hapsedebilirler, zincire vurabilirler ama özgürlük alınabilecek bir şey değil.”

Yusuf, bahçede, arkasından kapıların sürgülemesine benzer bir ses duyduğunda askerlerden oluşan ve yaklaşan birinci paylaşım savaşına doğru uygun adımlarla yürüyen kafile gözden yitmemiştir. Hızla etrafına bakınır ve ardından acı dolu gözlerle kafilenin arkasından koşar. İsyana mı, köleliğe mi? Mağrurluğa mı, mağdurluğa mı? Yusuf’un geleceği, Gurnah’ın mahcubiyetinde saklı…

***

Bu kitabı alıp okumadan önce, Hz. Yusuf’un hayatına bir göz atın. Sonra da Cennet’in sayfalarına girip, Cennet’in nimetleri ile süslenmiş Cehennem’e bir bakın bakalım Yusuf nerede saklı? 

Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…




17.03.2023 mehmetealtin, 2/CCXVI

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

İletişim Yayınları, 1. Baskı 2022,



[1] Sömürgeci yıkımın tanığı ve göçmeni! Müge Günay, Cumhuriyet Kitap Eki, 04 Kasım 2021, s.6

[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Yusuf

[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Alman_Do%C4%9Fu_Afrikas%C4%B1


1 Mart 2023 Çarşamba

 


Profesör Andersen’in Gecesi

Dag Solstad 

Çeviri :  Banu Gürsaler Syvertsen

 

Size, daha önce “Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı” adlı kitabı ile tanıttığım,  Norveç edebiyatının önemli kalemlerinden Dag Solstad: “Profesör Andersen’in Gecesi” adlı kitabında, günümüzde var olmanın dayanılmaz yalıtılmışlığını ve yalnızlığını Edebiyat Profesörü Pal Andersen’in kişiliği üzerinden işlemektedir. Kitap, bilinç akışına örnek gösterilebilir.  Yazar, altmışlı yılların gençliğini ve üniversite yıllarını derinlemesine sorgular. Profesör Andersen ve arkadaşlarını, geçmiş zamana karşı, şimdiki zamanda konumlandırır.

Ülkenin en eski üniversitesinde görevli, sosyal konumu yüksek, Henrik İbsen[1]  uzmanı bir edebiyat profesörü olan anlatıcı karakter, Profesör Pal Andersen;  Noel gecesi karşı karşıya kaldığı bir cinayetle, varoluşun temelleri olan etik ve doğruluk boyutunda kendini sorgulamak zorunda hissetmektedir. Bu süreçte yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini, inançlarını, sistemi sorgulamaya ve gerektiğinde bahaneler uydurmaya, giderek de başkaldırmaya başlar.

Kültürel ve toplumsal alanda giderek yalnızlaşır. Bu, onun, bir insan olarak yabancılaşmasıdır. Diğer yabancılaşması ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Böylece kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline geldiğini fark eder ve bu sarmala kapılır gider.

***

Romanın öyküsünde, Pal Andersen’in altmışlı yıllarda üniversite yıllarındaki fotoğrafında; günde iki paket sigara içen, haftada üç dört kez, sigara dumanına boğulmuş… Kalabalık ortamlarda beş altı şişe bira tüketen, sabahları akşamdan kalma haliyle uyanan… Bu nedenle üniversitede, kendisini bekleyen günlük çalışmalara zorlukla gidebilen solgun benizli bir genç vardır. Bitmek bilmeyen derin düşünceleri, takırdayan eklemleri ve gevşek bedeniyle hayatını kapalı alanlarda geçirmektedir. Karmaşık ve daha önce denenmemiş biçimdeki avangart (=öncü) bir sanat eserini ender de olsa anladığını hissettiğinde duyduğu mutlulukla geleceği parlak genç bir adam olsa da kendine çizdiği imkânsız hayata dair inancı hep şüphelidir. Güçlü ve etkin bağlarla bağlı olduğu arkadaşları arasında, tıp öğrencisi, Bernt Halvorsen ile tam kafa dengidir. “NATO’ya ve nükleer silahlanmaya evet, avangart sanata hayır!” diyenlere karşıdır. Aşırı sola kaymamış, devrimci Marksist-Leninistler’e, efsanevi Maoist İKP(m-l)[2]liler’e, bulaşmamıştır.

Profesör Pal Andersen’in güncel fotoğrafında; kendini beğenmiş havası veren o geriye yatırılmış başı, en tipik halidir. Elli beş yıllık hayatı boyunca kurtulamadığı derin özgüvensizliği gizlemek üzere uydurulmuş ve kurgulanmış bir pozisyon… Zamanın ruhu, tutsağı olarak içinde yaşayanlardan gizlenir ama başka zamanlarda çekilmiş fotoğraflara bakarak, gelecekte yaşayan bizlere, dışarıdan gözleyenlere, gösterir kendini… Geçmişte, o ve arkadaşları kendine özgü ve tarihteki yerleri kolayca teşhis edilebilecek bir gurup olarak görülürken, şimdi onları diğerlerinden ayıran özellik nedir?

·         Sosyal statülerine uygun bir şekilde yiyor, içiyor ve yaşıyorlardı. Yazlıkları, arabaları, tekneleri vardı. Refah seviyeleri giderek artıyordu. Ancak bunların kendileri için hiçbir şey ifade etmediğini söylüyorlardı! Kullanma hakkına sahip oldukları güçten, görev zorunluluğundan ve ait oldukları sosyal tabakadan hoşnut değillerdi. Oldukları şeyi, inkâr ediyorlardı. Başhekim, şef psikolog, daire müdürü, takdir toplayan aktör, edebiyat profesörü oldukları halde her biri kendi içinde görevlerinin gerektirdikleri ile uyuşamadıklarını hissediyorlardı. İçlerinden biri çok pahalı bir şey aldığında, satın alan, bunu kişisel bir sapma olarak nitelendiriyor… Zamandan bağımsız entelektüeller olmadıklarından, ticarî anlayışın hâkim olduğu bir çağda kitlelerin gönüllerine hitap eden şeylerden kolaylıkla etkilendiklerini, söylüyorlardı.

 

·       Kazanımları istem dışıydı. Kişisel sapmaları hoş görülmeliydi, düzenin parçası olmasalar da törpülenmiş dilleri, cici gereçleri ile göstermelik tüketim eğilimleri, uyumlu yaşamlarının ana etmenleriydi. Bedenin sınırları zorlanmalı, hazlar en üst düzeye çıkarılmalıydı. Bu bağlamda Andersen’ın de düzenin ortak paydasında yer bulamayan düşünceleri ile yaşantısı çatışma halindeydi. Bu süreçte, yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini ve inançlarını, sistemi sorgulamaya ve gerektiğinde bahaneler uydurmaya başlar, hatta giderek başkaldırır hâle gelir.

***

·         Profesör Andersen, bir edebiyat profesörü olarak da edebiyatın geleceğinden korkuyor, çok uzun ömürlü olmayacağını düşünüyordu. Edebiyatın ayakta kalmasını biçimsel görüyor, güncel anlayışın kitlelerin gönüllerine hitap etme ve coşku yaratma konusundaki benzersiz yeteneğinden kuşku duyuyor, sanatın insanı sarsıcı etkisi ile bunun karşıtı olarak, için için hissedilen dışa vurulmayan haz verici etkisini meslektaşları ile tartışıyordu.

 

·         Henrik İbsen uzmanı olarak, günümüzde sahneye koyulan İbsen eserlerinin, artık İbsen’in eserlerine benzemediğini, İbsen’in şöhretinin sahneye satılık mal gibi koyulduğunu söyleyerek tartışmayı derinleştiriyordu. Örneğin Hedda Gabler adlı İbsen eserinin özünde mükemmel olduğunu düşünmekle beraber ilk sahneye koyulduğu tarihte Kristiana (=Oslo) burjuvazisinin sarsıldığını, ama artık neden kimsenin sarsılmadığını kendine sormaktaydı.  “Hedda Gabler’de;  bir generalin kızının panikle evlenmesi, evlilikten canı sıkılınca başkalarına hayatı dar etmesi, sonunda canına kıyması gibi bir tema, yüzyıllar boyunca tüm düşünce gücü ve duygu yoğunluğu seferber edilerek üzerinde durulacak bir şey midir?” ki… diye sorguladığı oyunun, yüz yıldan fazla yaşayacak kadar potansiyele sahip büyük bir oyun olduğuna inanmadığı halde, öğrencilerine bunu hissettirecek tek bir söz bile söylememekteydi. Hiç şüphe götürmeyen bir gerçek vardı ki, İbsen 1880 yılında ölseydi, eserleri unutulacaktı. Eski, modası geçmiş eser muamelesi görecekti. Ancak kuşkularını öğrencilere bildirmemeye özen gösteriyor, deneyimlerinin ileriye, gençlere taşınamayacak kadar değersiz şeyler olduğu gerçeğini, bir yük olarak üzerinde taşıyordu.

***

Kişiliğini yukarıda tanıttığımız Profesör Andersen, artık romandaki ana görevine, “Kimim ben?” sorusunun yanıtını vermeye hazırdır. Soru, bir Noel akşamında başlar. Pencereden bakarken karşı binada bir cinayete tanık olur. Bu, doğal olarak polise bildirilmesi gereken bir durumdur, ya da makas değiştirecek ve görmeze yatacaktır.

 

Polisi arama düşüncesi doğaldır. Ama dakikalar ilerledikçe erteler. Bunun her zaman mümkün olduğunu düşünür ve rahatlar. Ancak tam da bu rahatlama hissi içine yayılacakken, bu düşünceyi asla hayata geçiremeyeceğinin ve bunun kendisini yalnızca bir an için mutlu edecek bir fikir jimnastiği olduğunun bilincine varır. Telâfi edilemez bir şeye tanık olmuştur; bu durumda yapabileceği bir şey yoktur. Gerçeği sorgulama, gizleme, aslında yokmuş gibi davranma evresine geçer.

 

Romanın bu noktasında bir polisiye okuyacağınızı öngörürseniz yanılırsınız. Yazar, hepimize bir çalım atar ve Andersen’in belleğindeki bilinç kaymalarıyla bir tür suç karşıtı roman yaratır. Çünkü yazar bize bir cinayeti değil, cinayet nedeniyle nefes, nefese kaldığı bir duygusal yolculukta yön bulmakta zorlanan bir karakteri anlatacak, kendi hayatını sorgulayacaktır.

Andersen’in katili ihbar etmemesi ona rahat huzur vermemiş, toplumun nefesini ensesinde hissetmeye başlamıştır. Ancak, bir katil bile olsa o adamı ihbar etmek düşüncesini kabullenmez. Varlığını dünyayı haberdar etmekten geri durduğu katile böylece bağlanmış olur. Üstelik bir de katille yüz yüze gelmesi ve ondan da kurtulamaması eklenince özüne dönerek öfkelenir ve kendine çıkışır. “Kimsenin sadece kendine ait tanrısı olamaz. Tanrıtanımazlar dâhil!” Ateist Profesör Andersen, aynı zamanda Tanrı'nın emirlerini sorgulamaksızın gördüklerini ilişkilendirmenin imkânsız hâle geldiğini hisseder, Tanrı’nın varlığını kavram olarak kabullenmek durumuyla karşı karşıyadır.

İhmalden doğan günahı nedeniyle girdiği çıkmazla ilgili ilahî emir verecek bir zorunluluk olarak Tanrı’yı tanır. Ama katilin taşlanması ve ilk taşı günahsız olanın atması gerektiği emrine itaat etmekte zorlanır. Tanrı, 20. yüzyılın sonlarında modern Norveç devletinin başkenti Oslo’da, Blinder’deki üniversitede ders veren Profesör Andersen’e ilkel bir eylemde bulunmasını mı buyurmaktadır? “Ben bu Tanrı ile hiç karşılaşmadım. Bu emre itaat etmekte zorlanmamda bir gariplik yok.” diye düşünür.

En iyisi, katilden kurtulmalıyım düşüncesi belirir aklında… Parmaklarımı şaklatır ve katil serbest kalır.

Bir banyo yapsam mı? Tabii neden olmasın? Sıcak bir banyo mutlaka iyi gelir bana diye düşündü Andersen…

***

Dag Soltad, Profesör Andersen'in Gecesi’ne klasik bir suç hikâyesiyle başlıyor, ancak bu tür, okurun beklentilerini aşıyor. Buna karşılık, bir tür suç karşıtı roman yaratıyor. Böylece günlük yaşantımızın ikilemleri, cinayetle ilişkimiz etrafında şekilleniyor.

Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…






18.02.2023 mehmetealtin, 139 / CCXV

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Nisan 2022



[1] Henrik Ibsen, (20 Mart 1828, Skien, Norveç - 23 Mayıs 1906, Kristiania (Oslo), Norveç) : Norveçli oyun yazarı ve şair. Eleştirel rasyonalizm edebiyat anlayışının tiyatrodaki öncüsü, çağdaş tiyatronun kurucularındandır. İzleyicilerin romantik oyunlara alışkın olduğu dönemde, gerçekçi oyunlar yazdı. Oyunlarında modern dünyaya ve insanlara getirdiği eleştiriler nedeniyle tepki gördü. Kadınların toplum içindeki yerlerini ve sosyal hayattaki itilmişliklerini, sanat eserlerinde ilk kullanan öncülerden biri oldu. Tüm oyunlarında bireyselliğin önemini ve her bireyin yaşamının bir noktasında topluma başkaldırması gerektiğini vurguladı. Oyunlarının yanı sıra 300 civarında şiiri bulunmaktadır

[2] İşçi Komünist Partisi (Norveççe: Arbeidernes Kommunistparti, AKP) bir Norveç komünist partisiydi (1973–2007). AKP bir Maocu partiydi ve Norveç'teki iki komünist partiden biriydi; diğeri, Sovyet yanlısı olarak kalan eski Norveç Komünist Partisiydi. İki taraf arasındaki ilişki, güçlü bir düşmanlıkla karakterize edildi. Partinin iç işleyişi doğası gereği gizliydi, örneğin kesin üye sayısı gizli tutuluyordu. Partinin programı, 1990'dan önce silahlı devrim çağrısı yaptığı ve o zamandan beri "devrimi silahlarla savunma" olasılığını açık tuttuğu için şiddetli ve aşırı olarak görülüyordu.

 

AKP ve Norveç ML hareketi, Joseph Stalin ve Pol Pot rejimleri de dâhil olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki Marksist ve Komünist rejimleri desteklemekle eleştirildi. AKP, Kamboçya'daki Kızıl Kmerler’i açıkça onayladı Pol Pot dönemindeki cinayetlere rağmen bu rejimi desteklemeye devam etti. AKP, o zamanlar, cinayetlerle ilgili raporları yeni rejime karşı bir karalama kampanyasının parçası olarak görüyor ve AKP'nin heyetleri ülkeyi ziyaret etmeye devam ediyordu.