30 Aralık 2018 Pazar




Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Erlend Loe 172 / CLXXIX

Çeviri: Dilek Başak Carelius

05 Nisan 2016 tarihinde, Doppler romanı ile tanıştırdığım Norveç edebiyatının en çok okunan yazarlarından biri, Erlend Loe’nin Bildiğimiz Dünyanın Sonu adlı yeni romanı, öncülü Doppler’in devamı… yani roman kaldığı yerden devam etmekte…

Aslında ultrason görüntüleme tekniğinin bir türü olan DOPPLER yüksek frekanslı ses dalgalarını kullanan tıbbi bir görüntüleme yöntemi… DOPPLER etkisi ise adını ünlü bilim insanı ve matematikçi Christian Andreas Doppler'den alan, kısaca dalga özelliği gösteren herhangi bir fiziksel varlığın frekans ve dalga boyunun hareketli bir gözlemci tarafından farklı zaman veya konumlarda farklı algılanması olayıdır.

Romanın ana teması, Marx’ın “İnsanın Kendine Yabancılaşması” kavramında gizlenen DOPPLER etkisi altındaki insanın, çözümlenmesidir ki;

 İnsan, doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir doğa kurmak anlamında, doğaya yabancılaşır. Bu insan oluşu açıklayan niteliğiyle olumlu karşılanan yabancılaşmadır, zorunlu bir süreç olarak anlaşılır. İkinci yabancılaşma ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancılaşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline gelir.

·         “Sistem… ‘tüketmek için para kazanmayı bekleme, kredi verelim’ derken... İnsanlar da kredi gereği ekstra ödediklerinden memnun… çünkü başka türlüsü dışlanmak anlamına gelir ki, bu istenmez, tatsız ve hatta tehlikeli.” S.71 “ Üzerine sıvı dökülürse bozulan yemek masasının önünden geçti. Birileri böyle bir mobilya yapıyor, birileri de bunun iyi bir fikir olduğunu düşünüp alıyor! “ s.81 “

Yıllarca arkasında duramayacağı gerekçelerle hareket etmişti… Sazan gibi. Boşluk ve eşya biriktirmişti. Oysa…

·         “ Kızılderililerin ‘potlaç’ adını verdikleri bir ritüeli vardı. İnsanlar eşyalara bağlanmamalıydı. Eşyalarını veriyor, kalanını yakıyorlardı… Misyonerler bundan hazzetmiyordu. Bunun ‘ insanın canla başla çalışıp, olduğunca biriktirip, sonra da bunları canla başla savunulması gereğini söyleyen Hristiyan tasarruf anlayışı ile alay etmek olduğunu savunuyorlardı.’” S.139

İşte böyle ve böylece bir önceki romanda, kendi doğasına dönmeye çalışan Doppler’i nasıl bir anda ormanda, orman dediği yer Fatih Ormanları gibi şehrin hem içinde hem dışında bir yerde, kararlı ne istediğini bilen biri olarak bıraktıysak…  bu romanda ise ani bir kararla evine dönmeye karar veren, şaşkın ne istediğini bilmeyen bir Doppler var karşımızda.

Ancak süreç aleyhine işlemiş… kendisinden haber alınamayan üç yılın ardından, eşi hayatına bir başkasını almıştır.  Doppler romanında, aynasının arkasındaki sırda kendini arayan Doppler, Bildiğimiz Dünya’nın Sonunda kendini yine bildiğimiz dünyanın aynasında görmek, sistemin zincirinin bir halkası olmaya devam etmek mi istemektedir? Kısmen yabancılaştığı kapitalist düzene ve kaybettiği aidiyete geri mi dönmek istemektedir?

·         "Doppler bunu anlayamıyordu. O yabancı değildi ki. Kendi evine bu rahatsız edici, yabancılaştırıcı duyguyu hissetmeden yaklaşabilmeliydi." s. 10 “ Ailelerdeki sinyal miktarı acayip fazla Bongo, çok fazla. Milyonlarca bilgi parçasını saniyede işlemden geçirmen gerek genel durumu değerlendirmek için. ” S.27 “ Ayrıntılar gözden geçirildiğinde yalan söylemek hiç zor değil.” S.86

Doppler, iki arada bir derededir. Ne yardan ne serden vazgeçmektedir. Ormanda geçirdiği günlerini avarelik olarak tanımlayan kahramanımız, eski günlere geri dönmek istemektedir ama…
·         “… bir yanda sessizlik, diğer yanda hiçlik, ortada ise yaşam. Buna olağanüstü durum demeyeceksek neye diyeceğiz? Normalde, ormanda birkaç yıl geçirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi eve dönemezdi ama karısı Solveig’in dengesinin bozulması onun radara takılmasını engelledi.” S.55 “ Evde, aile içinde ne yapılır, ailenin sistemine ve sinyallere nasıl uyum sağlanır unutmuştu…” s.57  “ Doppler, bir yengeç gibi yeni kabuğuna yerleşene kadar herkese yem olabilirdi.” S.63

Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nun sonunda… Doppler, yeniden kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline gelir. Öyle ki, toplumu terk eden Doppler, bir porno yıldızı olarak toplum tarafından terk edilir.
·         “ Porno hayatı Doppler’in daha önce hiç bilmediği yalnız bir boşluğu da beraberinde getirdi… ‘Bu sanayinin tamamı için sorun’ dedi,  Александар. Gerçek duyguları işin içine katmadan büyük paraların kazanıldığı başka meslek guruplarında da aynı eğilimler görülüyor’ dedi. Emlakçılar ve reklamcılar asırlardır yalnızlık, boşluk ve sinir bozukluğundan muzdaripler (Not: mustaripler.)” S.199

Norveç’te yaşayan Dilek Başak Carelius tarafından doğrudan Norveççe’den çevrilen romanda, izleyen cümledeki gibi, cümle yapılarında sorun olsa da çevirmenin her iki dili kullanma donanım ve becerisiyle başarılı bir iş çıkarılmış.
“ Ailelerdeki sinyal miktarı acayip fazla Bongo, çok fazla. Milyonlarca bilgi parçasını saniyede işlemden geçirmen gerek genel durumu değerlendirmek için. ” S.27

Kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla… yeni yılda da…

-----------------------------------------------
Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Haziran 2018  

4 Aralık 2018 Salı




Ucuz Ölüm, Rıza Kıraç, 918-77 / CLXXVIII

Rıza Kuraç’ın Ucuz Ölüm adlı oldukça sürükleyici ve gözü kara kitabının, tipik bir Mike Hammer profili çizen kahramanı, kumpas ile yargılanıp, işten el çektirilmiş, özel hayatı yaralı, eski bir emniyet müdürü. Konusu, aşağıda, kitaptan alınan alıntılarda saklı. Başka söze gerek var mı?

  • “Asıl mesele katillerle beraber iş tutan, eski arkadaşının eşi, maktul avukatla ilgili cinayet değil, saadet zinciri.” S.181

  •  “… hâlâ izleniyorsun… iş yapmana izin veriyorlar… senin durumunda olanların kimse yüzüne bakmıyor. “ s.61 “ siz oğlunuzu suçsuz hapse atan hükümetim milletvekiliydiniz. Partiniz iktidarını devam ettirmek için bombalar patlarken de, o bombalar ikiz kız kardeşimi, kızınızı öldürdüğünde de mecliste el kaldırıp indirmeye devam ettiniz.” S.62 “… kızını öldüren… İlim Yayma Cemiyeti üyeleri olan adamları, milletvekili olduğun partinin hükümeti ve yerel kamu güçleri neden koruyor?” s.63
  • “ Birikmiş param vardı. Enar Kardeşler ile tanıştım, yatırım yaptık. Paranın bir kısmını kâr payı diye geri verdiler ve getirdiğim her müşteriden yüzde alacağımı söylediler. Sözleşme yaptık, hisse senedi gibi evraklar koydular önüme… “ s.106 “ Telefon çaldı. Arayan Yakup’tu. Maksut Efendi ile görüşme ayarladığını söyledi. O da kim? Eski şeyhim. Enar’a para kaptıranlardan mı? Bir nevi öyle. Payına düşeni yeterince alamamış.” S.107
  • “’Anlamıyorsun ki beni dedi.’ Emniyet Müdürü, eski arkadaşı Azmi. Muhsin sıradan bir savcı, başkentin talimatlarını uygulamazsa paralelci ilan edilir.” S.180

Kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…


-----------------------------------------------
Doğan Kitap, 1. Baskı, Nisan 2018  

14 Kasım 2018 Çarşamba




Dünyadan Aşağı, Gaye Boralıoğlu, 227 / CLXXVII

Gaye Boralıoğlu ile yeni tanıştım. Kitabı matruşka gibi… kitap içinden kitap çıkıyor ve anlatıcılar değişiyor. Buna rağmen, senarist de olan yazarın bu donanımını kitaba da yansıtması sayesinde, kitabın kurgusu bu karmaşadan uzak tutulmuş. Bu nedenle bile büyük bir emeğin eseri olan kitabın konusu, basit bir aldatma öyküsü gibi gözükse de…
  • “Çekyat, bir erkek için sonun başlangıcıdır. Karnınızı dayadığınız sıcak beden, kokusunu içinize çektiğiniz saçlar, kâbuslarınızda sizi sakinleştirecek güvenli kucak, nefesinizi uykuda bile izleyen kudret, uçup gider, siz yayları batan somyayla baş başa kalırsınız.” S.35
  • “Hilmi Aydın… kızı buyur ederken… geri dönüşü olmayan bir yola doludizgin girdiğini kesin olarak biliyordu.” S.52”… haz ve korkunun birbirine karıştığı güçlü bir sarmalın dibine doğru çekildiğini hissediyordu.”s.68
  • “Evlilik kurumunun yapıtaşlarından biri inattır. İnsan bir kişide inat eder… Bu inat başlangıçta dış dünyaya karşıdır. Her bir olma hali inkar ve çöküştür. Bu kez birbirleri ile inatlaşır… ve paylaşım savaşları başlar.” S.81 “… İhanet eden kişi, aynı zamanda evliliği sürdürme konusunda şuursuzca inat eden taraftır.” S.83 “” Gözün görmediğini ise kalp tamamlar.” S.87
amacı olmayan, hırsı aklından öte roman kahramanın, kendi yorumunda hayatı boyunca kafakakan bir babanın esiri olan Hilmi Aydın’ın, -bana göre- gerilimsiz tekdüze öyküsü. Üç bölümden olan romanın üçüncü bölümünde, yazarın kaleminde Hilmi Aydın’ın da nefesi kesiliyor ve bölüm tekrara dönüşüyor.
·         “ Babam… durmadan beni yerin dibine sokan adam… Asla işyerime koymak istemeyeceğim bir resim.” S.135 “ … her şeyin kendi arzuladığı gibi ve kendi belirlediği zamanda olmasını isterdi.” S.171 “ beni ipnotize eder, sığındığım köşeden tek bir bakışla uzaklara fırlatırdı.”s.172 “ …verdiği bir tarife, tarifte olamayan bir şeyi koymak benim ilk isyanımdır.” S.175 
·         “… insanlar, insanları kendisiyle ilişkileri çerçevesinde tarif ederler.” S.149 “… oğlumdan, hiçbir tarif çıkartmayı başaramadım.”s.155
·         “Yalnızlık bıçak sırtında yürümektir… başkalarına katlanmak kolay değildir ama en zoru insanın kendine katlanmasıdır.” S.151”Dünyada her bir nesnenin bilhassa da insanın etrafında mebzul bir miktarda mesafe olmalıdır… bu uyumlu birlikteliği ve birbirine tahammülü sağlar” s.168

Hilmi Aydın, günümüzde çok rastlanan birisi…  sokak diliyle omurgasız, üretmeden tüketmeye eğilimli kendine Müslüman.
“ Hilmi Aydın, … edinilmemiş bir amacın peşinde… vaziyeti menfaate çevirmede şuursuz bir hırs, bu hırsın uğruna amacın bağlamından kopma ve her şeyi kaybetme…” s.247

Şair Özge Dirik’in “ Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu.” dizesi ile başlayan kitapta Hilmi ile babası Selim Aydın’ın arasındaki sürekli didişmenin ardındaki biri birine bağımlı yaşamları ataerkil toplumun iktidar ilişkilerinin bir örneği gibi… ve budur bu kitabın bendeki izleri.

Not: Romandaki bir örneği aşağıda bazı bozuk cümleler beni oldukça rahatsız etti.
“Böylece bir tarafı kör bir üçgen oluşturdular. Aslında dağınık üç çizgiydiler, üçgen olma gayreti içindeki.”s.109


-----------------------------------------------
İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2018  

18 Ekim 2018 Perşembe




Yolun Sonundaki Ev, Oya Baydar, 569 / CLXXVI

12 Eylül sonrasında, Almanya’da siyasi mülteci olarak yaşayan, Oya Baydar’ın bu romanı, biyografik boyutlar taşısa da yaşamıyla birebir örtüşmediğini, buna karşılık yakından tanıdığı bazı kişiler ile olayların ve tariflere göre Levent’te Beşiktaş Belediyesi’nin arkalarında veya dolayındaki evin ve yerinin gerçek olduğunu söyleyebiliriz.
Romanda, korunması gereken yaşamın, doğanın, renklerin, kokuların anıların biricik simgesi ise evi saran Morsalkım.
“…mor salkım… evin ve sokağın soyağacı, tarihi, anı defteri….” S.38 “ Yolun Sonundaki Ev… bir tiyatro sahnesiydi… hayatın ta kendisi olduğu kadar… aynı zamanda kaçıp sığındığımız Alis’in harikalar diyarıydı. “ s.79  “ … ve babamın kökleriyle doğduğu evle, annesiyle ilişkisini büsbütün koparmasını engelleyen simgesel bir bağ gibiydi.” S.225

Kurgusu son derecede sağlam olan romanın anafikrini; kuşaklar boyunca süren,  ancak bunca çabaya rağmen değiştirilemeyen bozuk düzene karşı çatışmanın temelinde… karakterleri çok güclü kadınlar, başta ana kahraman –Oma- Feride ve Tom Anne ile kızı Irmak, onun kızı Berivan ile Canset ve ikiz kardeşleri Katrin ve Simin üzerinden, yazarın, kendiyle ve ülkesinin tarihiyle hesaplaşması olarak özetleyebiliriz.

Yazar, bunu yaparken, romana adını veren evdeki yaşamın ve şehirlerin bellekleri ile anılarının silinerek değişmesini giderek yok olmasını paralel bir boyutta ele alarak, sosyo ekonomik katmanlar üzerinden nasıl bir değişim ve dönüşüm sürecinin gerçekleştiğini sorgularken, bunun bireylere ve çevreye nasıl olumsuz bir şekilde yansıdığını da bize anlatıyor.  

“ Komşu evlerin kuytusunda, asker ailelerinin memur ailelerinin arasında, Demokrat Parti’nin yeni zenginleri bunlar, karaborsacılıkla palazlananlar… “ “… mahalleye eşek arabasıyla gelen seyyar satıcı ‘da’ Çarşı’da manav dükkânı açtıktan sonra… pazarlık yapanlara tepeden bakıyor… “s.20  “ Şehirlerin ruhları kendilerine özgü kokuları renkleri vardır. ‘Gerçek şehirler’  değişse de ruhlarını kokularını renklerini korurlar. Burada yaşadığımız gelişme değişme değil curcuna içinde başkalaşma çöküş.” S.102

Bu aşamada tek umut Ant… ama… o da… “ Suriçi’nde yabancı uyruklu biri vuruldu.” S.271
Bütün bunların ışığında, kitabının başlangıcına milat olarak kaydettiği, Mahmud Şevket Paşa’ya İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından 11 Haziran 1913 günü, yapılan suikasta karışanları, yazarın dünya görüşünün temelinde karşı olması gerekirken, satır aralarında masumlaştırmasını yadırgadığımı…  Bunun yanında, okuyucuyu korkutucu bir karamsarlığa sürüklediğini, kurtulmak ve kurtarmak zorundayız diyenlerin, umudunu yitirmeyenlerin yolunu, kitabının satırlarında, tıkadığını söyleyebilirim.  
“ Zamanda ve mekânda sürgünüm” s.103  “ Şairinki uzun hikâye… bir ömrün yenilgisini, hayal kırıklıklarını, kendi zaaflarından duyduğu suçluluk duygusunu geçmişte kalmış bir aşka sınarak unutacağını sanan bir insanın, aradığını aşkta da bulamayınca bu dünyadan ekip gitmesinin hikâyesi.” S.105 “ Leyla’yı sevmek hem zorunluluk hem de kaçıştı… ayakta kalabilmek için de kaçmak için de bir aşk hikâyesine ihtiyaç vardı.” S.197 “’Ait olduğum dil, kültür, ülke, karanlık bir deliğin içinde kayboluyor.’ Stefan Zweig” s.261

Sözlerimi, umut kesilmez umuttan, şimdi zamanı değil de ondan diyerek,  aşağıdaki alıntıyı bitirirken,  her zamanki gibi “Kitapla kalın, kitapla yaşayın!”

“Hep denedin hep yenildin, olsun gene dene, gene yenil, daha iyi yenil. Beckett” S.106

Not: Kitapta ayrıca notuma aldığım iki yer var. Biri, o yıllarda varlığı konusunda ben de yanılıyor olabilirim ama 1960’lı yıllarda adı geçen 27. sayfadaki “naylon torba.” Diğeri de 49. sayfadaki “… binici kıyafetinde Jokey kulüpten döndüğünde…” cümlesindeki Jokey kulübün, Jokey kulüp değil, binicilik kulübünden döndüğünde biçiminde olmalıydı. Çünkü Jokey kulüpleri uzak ara yarışan biniciler için, binicilik kulübü ise engel atlayan biniciler içindir ve o satırlarda anılan da binicilik kulübüdür.


-----------------------------------------------
Can Sanat Yayınları, 1. Baskı, Mart 2018  

12 Eylül 2018 Çarşamba




Mısır Otomobil Kulübü, Alâ El Asvani 22 / CLXXV

Ala El Asvani’nin bu romanı 2013’te, Mısır tarihinin kısa bir anında, başlangıcında hiçbir yerle, hiçbir ideolojik ve organik bağları olmayan gençlerin ve aydınların, Mısır’ın gerçeğini değiştirebilecekleri umuduyla, Arap Baharı kalkışmalarından sonra yayınlandı.
Kitaba adını veren ve kahramanlarının hayatının olmazsa olmazı, 1924 yılında açılan Mısır Otomobil Kulübünün Tüzüğüne göre Mısırlılara otomobilin batı icadı olduğu, Mısırlıların zengin ve eğitimli olsalar dahi otomobiller hakkında karar alabilecek kadar vasıfları olmadığı gerekçesiyle üye olma hakkı verilmezdi. Kurucularının tamamı, yabancı ve yerel Türk aristokratlarından oluşuyordu.

Kulübün aynada görünen yüzü bu olmakla birlikte… aynanın arkasındaki yüzü,  emperyalizmin güncel ana aktörü işgalci İngilizler ile Kral Faruk tarafından temsil edilen Mısır monarşisinin, kumar masalarında ve fahişe dudaklarında dillenen çıkar ilişkilerinin şekillendiği, derin devletin denetimindeki kurumlardan başka biri değildi. Kulüp görünürde ırkçı bir İngiliz tarafından yönetilmekte ise de asıl yönetici, kralın sadık hizmetkârı, iblis, Nubyalı Alku’ydu.

“ Alku’nun iki işi vardı: Uşaklık ve efendilik” s.41” Kralın kişiliğinin anahtarı ondaydı ve kralın aklından geçenleri anında okuyabilirdi.” S.42 “ Kendi tayin ettiği hizmetkârların topladıkları bahşişler bir sandığa konur, bahşişlerin yarısını kendisi alırdı.” S.46

Ancak, bu katı hiyerarşik yapı 1940’larda yavaşça çatlamaya, isyanın tohumları ardı ardına atılmaya başlar. İşe alınan gençler, terörün taç giydiği, saltanat altında çalışmaya pek istekli değildirler.

“ Barmen Bahr, çalışanları aşağılamakla ünlü Abd el-Al Hafız Paşa kendisini azarladığında bir şişe bira alıp bardan çıktı, tuvalete girdi, paşa üçüncü şişe birasını istediğinde, şişeyi kendisine sundu ve paşanın kendi idrarıyla sulandırılmış birayı içişini keyifle seyretti.” S.67  
 “ İlk karşı çıkanlardan Abdun, dengeyi bozuyordu. Alku despottu ve onların elinden bir şey gelmiyordu. Bu gerçek sarsılırsa geriye kutsal bir şey kalmıyordu. Kriz dönemlerinde Alku’ya sığınırlar, güçlerini ondan alırlar, her şeyi yoluna koyacağını bilirlerdi.” S.199 “ Personel, Alku’nun etrafını minnet duygusuyla sardı. İşlerine ise dört elle sarıldılar. Onun sadık bendeleri olduklarını, bir daha asla ihanet etmeyeceklerini, direnişçilerle hiçbir ilişkileri olmadığını kanıtlamak istiyorlardı sanki.” S.422 “ Alku… adamlara’ Erkek gibi davranamaz mısınız? Sizi kulübe geri getirdim ve hepiniz kadın kıyafetleri giydiniz!’” s.424

Romanın karakterleri, yazarın Yakupyan Apartmanı kitabındaki gibi… her biri belirli bir Mısırlın özelliğini temsil etmekte… ve bölümler iki ana kahraman, Kemal ile Saliha’nın sesinde, inşa edilmiş. Batılılara jigolo olarak hizmet etmenin kolay bir yol olduğunu keşfeden pervasız kardeşleri Mahmud'un da seslendirdiği bölümler de oldukça dikkat çekici.

“ Ne Saliha gibi zeki, ne Kemal gibi yetenekli, ne de Mahmud kadar alık olmayan Said’in haksızlığa uğramış olma duygusu zamanla saldırganlığa dönüştü… hiçbir nedeni yokken, daima bazı insanların nasıl bu kadar zengin olabildiğini merak eden, Mahmud’a vuruyordu.” s.53 “ Said’e göre (bizdeki Züğürt Ağa tiplemesine benzeyen) ve aşiret reisliğine soyunan babası Abdülaziz, bütün parasını akrabalarına harcamış, kendileri dara düştüğünde ise onların yardım etmek için parmaklarını bile oynatmayacaklarını anlamıştı.” S.111 

Bu mozaiğin içindeki kişiler arasında özellikle dikkati çeken karakterler, egemen sınıfın iki üyesi ise İngiltere karşıtı ve anti-monarşist WAFD sempatizanı bir yeraltı gurubunun üyesi devrimci Odette ile aynı guruba üye Kemal’in yavuklusu, İngiliz kulüp müdürünün kızı Mitsy’dir.

“ İngilizlerin, Mısır’da katkıda bulundukları tek modernleşme, ‘organize hırsızlık.’ Dedi Odette” s.76-77

Romanın 1. ve 2. bölümlerini okuduğumda nihayet değişik temalı bir Mısır romanı okuyacağımı sandım. Mısır Edebiyatının en fazla bilinen yazarları; gerek Necip Mahfuz’un romanları gerekse de Alâ El Asvani’nin romanlarının fil ayakları hiç değişmiyor… çoğu cinsel bunalımlar içindeki bireylerden kurulu bir aile… kahramanların yazgılarının buluştuğu, belirlendiği, toplum mühendisliği amaç ve görevindeki metonimi[1] binalar ile mahalle… yaşamının geleceği, devlet dairesinde bilmem ne müdürünün veya hamisi görünümünde bir cinsel sapkının iki dudağı ile apış arasına göre belirlenen roman kahramanı ile kahramanları… ve WAFD çevresinde dolanan yine aile üyesi sempatizan veya sempatizanlar…

“WAFD, Mısır’ın milliyetçi partisi, sarayın denetimi altındaki toprak ağaları tarafından yıpratıldı. Partinin öncü kolu işgale ve feodalizme karşı Komünist Parti ile İngilizlerin Mısır’ı terk etmesi ve Mısır’ın bağımsızlığa kavuşması talebi altında ortak hücre oluşturma kararıyla harekete geçerken, programlarında ne tür bir devlet sorusunun yanıtı yoktu.” S.277

Bununla beraber yukarıda yazdıklarımın Mısırlı edebiyatçılara dönük bir yakınma olduğunu, neden Kahire’den çıkıp Mısır’ın diğer coğrafyalarını, buralarda yaşayan her dilden ve dinden rengahenk halkların yaşamlarını ve sınıfsal mücadelelerini anlatmadıkları her zaman kafamda sorgulayarak… soluksuz okuduğum bu romanı bitirdikten sonra sorulması gerekeni sordum. Yazarın romandaki iletisi nedir?
1. “Mısırlıların çoğu, sığ, tembel, pasif ve çökmekte olan bir toplumun insanlarıdır. Özgürlük için savaşmaya kararlı olanlarının başarılı olmaları ya kısmi ya da hayali zaferlerdir.”
2.  “Mısır'ın köleliğe karşı çıkma isteğinin kadınların kurtuluşundan geçmesi ve kadınların her türlü değişimin itici gücü olduğunu mümkün olan en açık şekilde kabul edilmesidir.”

Bilmem, bu iletiler size yabancı geliyor mu? Yaşadığımız coğrafyanın kaderi mi bu?

Çevirmen Avi Pardo’nun şeffaf ve akıcı Türkçesi eşliğinde, sonbaharın mahmur ve mahzun günlerine eşlik edebilecek bu güzel kitapla kalın, kitapla yaşayın!


-----------------------------------------------
Maya Kitap 1. Baskı, Kasım 2017, Çeviri: Avi Pardo  




[1] Türkçe’de ad aktarması, mecaz-ı mürsel ya da düz değişmece türünde adlar ile bilinen metonimi kavramı ise aralarında nitelik açısından bağ olan iki şeyin birbirinin yerine kullanılmasıdır. Bütünün parça yerine geçip daralması ya da parçanın bütün yerine geçip genişlemesi biçiminde de metonimi ortaya çıkar. Ankara’nın Avrupa Birliğine üye olduğuna dair bir cümle kurulduğunda il olan Ankara Türkiye’nin yerine geçtiğinde metonimi oluşmaktadır.

8 Ağustos 2018 Çarşamba




6.27 Treni, Jean-Paul Didierlaurent, 353 / CLXXIV

2018 NOTRE DAME DE SION (NDS) EDEBİYAT ÖDÜLÜ
----------------------------------------------------------------------------------------------

Çalıştığı geri dönüşüm işletmesindeki, Zerstor500’ün hazmedemediği atık kitap sayfalarını, 6.27 treninin kapı girişindeki katlanır koltuğunda oturan Vilain Guigniol’un gözlerinden, tren yolcularının kulaklarına yansıtan yazar… masalsı bir dille yazdığı bu kitapla aldığı ödüllere, 2018 NDS ödülünü de ekleyerek, Türkiye’de dikkatleri üzerine çekmiş durumda… Bunda çevirmen Aysel Bora’nın katkısı da büyük…


Kitabı ödüllendiren, her zaman güvenilir olduğunu düşündüğüm NDS edebiyat ödülleri seçici kurulunun çok doğru bir karar verdiğini söylemeliyim.


Romandaki her karakteri adeta ayrı vagonlara, vagonlarda da kompartımanlara yerleştiren, buna rağmen merak unsurunu sonuna kadar canlı tutan yazar, rayların üzerinde etkileyici bir dille akıp gidiyor. Roman, kitabın her bir satırında egemen olan günümüzün sosyo-ekonomik koşullarının ortaya çıkardığı en büyük sorunun, sıkıntı, yalnızlık veya seçilmiş yalnızlık duygularının üzerine kurulmuş… ama umut kesilmez umuttan…

Nefret ettiği şefi Kowalski, yardımcısı Brunner ve geri dönüşüm makinesi Zerstor500’e karşılık… Fabrika bekçisi Yvon ile Zerstor500’ün içinde ayaklarını kaybeden Guiseppe ve tüm mahrem sırlarını anlattığı küçük kırmızı balığı dışında kimsesi olmayan kitabın kahramanı Guylain, makinenin imha edemediği, birbirinden bağımsız kitap sayfalarını, yasak olduğu halde makinenin içinden alıp, her sabah, işe giderken bindiği 6.27 treninde, bu sayfaları yolculara okumaktadır…
·         “Vilain Guignol… Kahkahalara ve alaylara meydan vermemek için görünmez olmayı öğrenmişti. Her gün aynı saate bindiği trende, yirmi dakika süren yol boyunca yaptığı okumalar sonunda, yıllar içinde, yolcular ona zararsız kaçıklara karşı takınılan hoş görülü saygıyı gösterir olmuşlardı… Guylain yolcuları günlerin tekdüzeliğinden koparan, adeta kısa bir soluktu ” S.13


·         “Guylain, Brunner’in iflah olmaz ve tehlikeli bir hıyar olduğunu, en kötü türen bir yılan olduğunu, kafasına yerleştirmişti.” S.22 “Ve Brunner, normal konuşmayan ama kükreyen, uluyan, küfreden, şefimiz Bay Kowalski’nin kıçını yalamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.” S.23

·         “Ana giriş kapı bekçisi Yvon tamamen okumasına gömülü, dakikalarca tek kelime etmeden durabilirdi. Sessizliği dolu doluydu.” S.30 “ “ ‘ Kafiye tutturacağım diye, bazen işin gerçeğini yansıtmayan birtakım laf ebelikleri yapsa da…’ s.124 Konuşunca kimsenin karşında duramayacağı on iki hecelik Aleksandrin hecelerini sıralamakta ustalaşmıştı.”S.33

·         “16 Nisan 2002’de kitapları parçalayıp geri dönüşüm sağlayan Zerstor500’ün şef operatörü Guiseppe Carminetti’nin bacaklarından artakalan şeyler de şekilsiz bulamaca karıştığında… Guisseppe’nin son çığlıkları hangarda yankılanırken, pislik Kowalski makineyi tekrar çalıştırmaya başlamıştı.”S.43… Şirketin araştırması sonucunda, Guiseppe’nin kanında, sözde, litrede iki gramdan fazla alkol bulunmuştu!” s.42 “ Oysa sorun kofradaydı… arızalı kofra tam olarak çalışamıyor ve levye OFF konumunda olsa dahi, kendi kafasına göre elektrik veriyordu.” S.44 “

Guiseppe, heyecandan titreyen bir sesle elindeki kitabı Guylain’e tanıtmıştı: ‘ Eski Zaman Bahçeleri ve Sebze Bostanları’… Kitabın basıldığı AF87452 rulo numaralı kâğıt, atık işleme ve doğal geri dönüşüm işletmesinde 16 Nisan 2002’de üretilmişti… İhtiyar bacaklarına yeniden kavuşmuştu!” s.46-47

Guylain’in yalnızlığı, trende taşınabilir bir bellekte bulduğu, 14717 fayans arasındaki derzlerde yatan çirkinlikten güzellik, sığlıktan derinlik,  basitlikten renkahenk bir dünya yaratan günlük ile değişecek… günlüğün yazarına ve söylemine âşık olacaktır.
·         “ Taşınabilir bellek, Guylain’in hayatına tesadüfen girdi… açıp 1. Belge’yi okuduğunda, aklında kalan ‘Emziren bir kadının göğsü gibi cömert güzel bir 3, mutlu olmama bol bol yeterdi ama 14717; bu rakam sırf kemikten ibaret… cümlesiydi.’” S.77 “ … 17. Belge’yi okuduğunda, aklında kalan ise ‘… insanlar buraya sadece bağırsaklarını ve idrar keselerini boşaltmak için gelmiyor. Bazılarının, yanımda içlerini döküp rahatladıkları hiç de ender değildir… dedi…’ Julie” S.107
“ (…) bir süreden beri bu gezegende renkleri daha canlı, olayları daha az ciddi, kışları daha az sert, dayanılmazı daha dayanılır, güzeli daha güzel, güzeli daha az çirkin gösterme, kısaca hayatı bana daha güzel gösterme gücüne sahip bir insanın olduğunu keşfettim. “ s.131

Diderlaurent’ın 6.27 treni ile satırların arasında giderken, kelimelerle gerçeklerin her koşulda ortaya çıkmak gibi yararlı bir huyları olduğunu bir kere daha gördüm, sevindim ve umutlandım.

Hiçbir zaman atmaya kıyamayacağınız, çocuklarınız, torunlarınız ve dahi büyükleriniz ile paylaşacağınız bu kitabı, başucunuza koyun, Kowalski ile Zerstor500’un kötülüğünden koruyun.


-----------------------------------------------
Can Yayınları, 3. Baskı, Nisan 2018, Çeviri: Aysel Bora  

27 Temmuz 2018 Cuma




Iza’nın Şarkısı, Magda Szabo’, 427 / CLXXIII
----------------------------------------------------------------------------------------------

Üst üste gelen iki dünya savaşını izleyen süreçte, baskıcı ve belirsiz bir atmosfer altında büyük çaplı değişimler geçiren, kimliğini arayan Macaristan’ın en saygın ve verimli yazarlarından biri olan Magda Szabo’nun kitabının ana teması: günümüz Türkiye’sinin de gündemine oturan… “ güncel yaşam kodlarına ve standartlarına ayak uyduramayan, güncel konfor ve yaşam standartlarının  da hizmet vermekte yetersiz kaldığı”… yaşlıların hazin yaşamının, yazarın anlatımında görkemli, bir hikâyesidir.

Bu bağlamda İza’nın yaşlı, eğitilmemiş, yetkin ve nazik annesi Etelka Scösz, eski moda ve batıl inançlıdır.

·         “ ‘ Teyzesinin yanında, kimi zaman ailenin bir üyesi, çoğu zaman hizmetçi muamelesi yapılan… s.35’, ‘… ateşin esrarengiz solumasını dinlemek için elektrikli ekmek kızartıcısına asla alışamayan’ s.7 politik bilinçten yoksun Etelka Szcös,…


hemşire Lidia’nın eli, elinde kocası, Vince Szöcs,  öldüğünde, kendini aldatılmış ve incinmiş hissetti. “ s.15 “…Bu nedenle Etelka, anılarında, hasta yatağında güçsüzce yatan Vince’i adeta soymaya ve küçük düşürmeye hazırlanıyordu.” S34


“ Vince öldüğünde, Etelka’nın çevresinde eski yoksulluklarında sabır, maharet ve ustalıkla kurtarmış olduğu her şey çökmüş, tahripkar zamanı kandırma becerilerinin hiçbir tanığı kalmamış,… ve gerçekten dul kalmıştı” s.69 , 


“Vince Szöcs’nin aşağılanarak yaşadığı yılların bedeli olan iadei itibar parasıyla satın aldıkları… s.21…’ çiçeklerini her gün sulaması şartıyla, fiyatı ne olursa eski damadı Antal’e rahatlıkla satıp bırakabileceğini düşündüğü’ s.47…


‘gerçek ev’ çalıları, ağaçları, yetiştirilecek çiçekleri ve evcil hayvanları tamamen onun emrine amade bir çatı katı olan, sahiden kendine ait, bir evdi.” S.20


Adalete bağlılığı ve şaşmazlığı nedeniyle, siyasi kara listeye alınmış,  bu nedenle on yıllar boyunca acı çeken ilçe yargıcı sevgili kocası Vince'in, ölümü ile Etelka’nın hayatı bir daha asla aynı olmayacak, onulmaz bir yara alacaktır.


·         “‘… dört köylüyü Kutsal Macar Tahtı adına beraat ettiren’ Vince’in Arkadaşları 1923’de onlardan uzaklaşmış,… s.38… Savaştan sonra, Vince’nin adı temize çıktığında onlarla ilişki kurmaya çalışanları da Vince ve kızı İza onları yanlarından kovmuşlardı.”s.27


Kitaba adını veren, çok başarılı ve tanınan romatolog, romanın ikincil kahramanlarından Lidia’nın idolü doktor Iza, annesi Etelka için en iyi olduğunu düşündüğü her şeyi yaptığını zannetmekle birlikte,  aslında annesinin olursa olmazı her şeyi yapar…  gerekli empatiden uzak, kırsal ve küçük kasaba hayatına alışık Etelka’nın şehirde yaşaması için, kendi konforunu da düşünerek, onu zorlar. Etelka şehirde yalnız ve amaçsız kalır. İşte budur…


·         “’Haksız yere toplumdışı bırakılan babasını savunan, bir bilge gibi akıl yürüten, koca gözlü’… s.90 İza,… bir şey yapmadan önce asla anne ve babasına danışmaz, sadece aldığı kararları bildiren….” S.24,


İza’nın profilinde, kendimize rağmen, bize en yakın olması gereken insanları, nasıl incittiğimizi açıkça ortaya koyan;


·         İza’nın, eski kocası,  “Antal’in evlenmek için yaratılmış olduğunu, yuva sıcaklığını bir ilişkinin romantizmine bin kere tercih ettiğini anlaması uzun zaman almamıştı.” S.140 “ İza bir askerdi. Antal’e refakat etmişti.


‘İdolü İza’yı zamanında ‘Zeka, duyarlılık, yüce gönüllük kavramlarıyla tanımlayan…’s.205 Lidia ise Antal’in kendisi olacaktı.”Seni seviyordum ‘İza’ diye düşünüyordum. Ben sana aittim ama sen kollarımda bile bana uzaktın. Seni ilk gördüğümde dünyanın en zengin fakiri olan baban gibi güçlü ve gözü pek sandım. Gel gör ki; senin kadar eli açık görünen cimri, senin kadar cesur korkak tanımadım”  s.220 der İza’ya Antal.


Etelka’ya oldukça empati duyabildiğim bir yaşta, beni duygusal olarak oldukça yoran bu kitap, Macaristan'da, "Pilatus"* adıyla yayınlanmış. Nedenini merak ettiğimde, söylendiğine göre… Pontius Pilatus nasıl çarmıha gönderilen İsa Mesih'in ellerini yıkadıysa, Iza da pek çok açıdan kendisini rahatlatmak için yaşlanan annesine her türlü konforu sağlamanın yeterli olduğunu düşünmektedir ki; ana fikri de bu olan kitabın Fransızca aslından son derecede başarılı bir şekilde çevrilmesine emek veren Hakan Tansel’e de teşekkür eder, “Kitapla kalın, kitapla yaşayın!” derim.


-----------------------------------------------
Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Ocak 2018, Türkçe 1. Baskı Kanat Kitap, Şubat 2008  


* https://wol.jw.org/tr/wol/d/r22/lp-tk/2005683