21 Haziran 2022 Salı

 

Stefan Zweig’in Veda Mektubu, Robert Schild, 

 865-34 / CCXI

 

İğne deliğinden bakıyorum. Gerçeği geçmiş, belki gerçek, belki rüya,

belki de kurgulu bir muamma olarak yazıyor ve saklıyorum.”

Büyükbaba, bana nasıl olduğunu anlat. S.7 Mehmet Enver Altın

-o-

Burgazadaşım, Sevgili Robert Schild’in bu kitabı, anılarının,  biriktirdiklerinin, kararlı ve ısrarlı araştırmalarının, alnının ve elinin teri ile yoğrulmuş. Yazar, bütün bunlara, iğne deliğinden bakarak, kendi deyimi ile “…bazıları bölümleri gerçek, bazı bölümleri düşsel…” öyküler anlatırken kurgularındaki düğüm ve uyarı noktalarının lezzeti, parmak ısırtıyor. Düş ucundaki öykülerinde harmanladığı kişiler bile, gerçek kişilerden, olaylar, gerçeklerden oluşuyor. Satırlarında toplanarak sindirilmiş bilgilerin her biri, ayrı bir kapı açıyor, beynimin kıvrımlarında dolaşıyor, kitabın öteki bölümlerini okumak için sarı sabrımı zorluyor.  

Kitap, bir anı kitabı değil. Ancak, öyküler ile anılar, düşler ile gerçekler, simbiyotik ilişkide ve tek bir organizmayı gösteren bir daire içinde daralıyor, gelişiyor ve eviriliyor. Her öyküsünde Yahudiliğin Yakın Tarihi’ne mutlaka göndermelerde bulunuyor, yaşamlarından kesitler sunuyor.

-0-

Öyküler, kitaba adını veren “Stefan Zweig’in Veda Mektubu” ile başlıyor. Ancak, Brezilya Yasalarına göre bir kanıtın, otuz yıl boyunca devlet arşivlerinde saklanması gerekirken, 1942’de meydana gelen olayla ilgili kanıt bir mektubun aslının, görevli emniyet yetkilisi tarafından otuz yıl sonra, 1972’de, yasal olarak verilebilirliği ve karşılığında elde edilebilirliği biraz gölgede kalırken… Stefan Zweig ve eşi Lotte’nin ölümüne giden yolu açan, -“Viyana’daki bir garip”, çakma piyanist,- ikinci öyküden birinci öyküye ezgilerle göndermelerde bulunuyor. Piyanistin daha önce hiç okumadığı, birden bire okumaya başladığı notaların sesi, yine daha önce hiç çalmadığı piyanosunun tuşlarından, dünyadaki başkentlere protesto makamında yayılıyor.

Anlattığı kişilerin adları, sahiplerinin kendi dillerinin arka sokaklarında gizlenirken… “Manolis’in anlattıkları”, anılarla yoğrulmuş gerçeklerdir. Affetme güdüsünü asla tanımayan… Hayatta kalmak uğruna, birbirlerinin üzerine çıkarak nefes alan… İnsani duyguların nasıl, koruyucu ve kollayıcının nerede olduğunu sorgulayarak, inançlarını ile beraber adlarını, sol kollarının iç alt bölümündeki numaralı dövmelerinde yitiren – Numaralılar- ise kâbuslarda yaşayan gerçeklerdir. Birbirlerinin sırdaşı, için için delirdiklerini herkesten saklayan, kâbuslarını anlatamayan bu insanlar, iğne deliğinden geçip, geçirdikleri saatleri ve günleri belleklerinden silmeyi, dövmenin kökleşmiş izlerini çıkarmayı, yeniden ağaç dikerek “Nöbeti devralmayı”, başarabilecekler mi? Yazar, hükmü size bırakıyor…

… Bırakıyor ama, bir yandan da bunun yanıtını, -  “Dinler yasaklanınca…”  öyküsünde verirken; 24 Eylül 2024’de Nostardamus’un kehanetine dayanarak, Müslüman halkı, - Sanırım Müslümanlar veya Müslüman ahali demek istedi…. Terörle yandaş kılacak bir kışkırtmayı Hizbullah ile özdeşleştiriyor. -Düşsel bir anlatıya Hizbullah adının karıştırılması öyküyü ve tarafsızlığı zedeler, örneğin onun yerine İllallah adını koyabilirdi… diyerek,  kısa keselim. Çünkü kaynakların, çeşitli ülkelerde yerli nüfus ile sonradan gelenler arasındaki paylaşımda öne çıkarılan dinsel öğeler yüzünden nükleer savaş başlamak üzeredir. Nefesler tutulmuş, eller tetiktedir ama, Amin Maalouf’un Empedokles’in Dostları gibi birileri, evrenin bir yerinden, kutsal Mesih adına durumdan ödev çıkaranlar, zamanı dondururlar. Gelmiş geçmiş bütün çatışmaların, kıyımların din adına oluştuğunu söyleyerek dinleri yadsıyan önlemlere başvururlar. Ama bu sürecin kesintisiz devamı bu kadar da kolay mıdır? Bizce, sorunun yanıtı, üretim şekillerinin değişimine bağlı… artık değerin paylaşılmadığı üretim sistemlerinin, vazgeçilmez parametrelerinden biri olan din,  evrilir ve öyle bir yeni din çıkar ki, giriş, gelişme ve sonucunu bu sürükleyici öykünün içeriğinde görürsünüz. 

“Sevginin de şefkatin de, cezanın da, şiddetin de, fazlası onları yoldan çıkartır. En yakınlarını bile kolayca unuturlar.

Öz çocuklarını bırakıp gider, sevdiklerinin gözyaşlarına bile bakmazlar.

 ‘İnsanlara dikkat et Zeus!’ “ dedi, Prometheus.

Devamında, Nürnberg Irk Kanunları nedeniyle Alman vatandaşı Yahudilerin pasaportlarına J damgası basılması zorunluluğunun, Türkiye’deki yansımalarına karşı, patolojik siyasetin dengesiz ve çıkarcı davranışlarını sergileyen “ Bu ne perhiz…” öyküsü ezelden ebede çıkarcı ve Makyavelist siyasetlerin kalıtımsal ve bulaşıcı hastalığını sergilerken…

Yazar, bu hastalığı  “Sonu açık” bir hikâyede, ironik bir biçimde Alman ve Avusturya vatandaşlarına da bulaştırır. 02 Ağustos 1944’de Almanya ile kesilen diplomatik ilişkiler nedeniyle bine yakın Alman ve Avusturya vatandaşı zorunlu ikamete alınır. Birisinin Hristiyan eşine, Anadolu yolları gözükürken her nasılsa eşi ve bazıları paçayı kurtarır. Ancak bunlardan iki aile vardır ki, Kırşehir’e sürülen Yahudi ailenin oğlu ile Çorum’a sürülen Hıristiyan ailenin kızının kaderleri okuyucunun eline verilir.  Yazar, öykünün sonunda ne yapacağını şaşırmış bütün sorumluluğu bize atmış, kenara çekilip kıs, kıs gülerken… atalım elimizi İzmir işi torbaya, bakalım ne çıkacak kız ile oğlanın bahtlarına? a) Kız, iki nohut oda, bir bakla sofada oğlanı gizleyerek barındıramaz. b) Kırşehir’e gitseler? b1- Bir kız, bir oğlan yakalanmadan o yolu nasıl aşacaklar? b2- Diyelim ki gittiler. Kız orada gizlice nasıl kalacak. Aynı sorun orada da var. c) Avusturyalı papaz, c1- bunları kovalasa da, c2- yardım etse de, dönüp, dolaşacak, tekrar başa dönecekler. Üstelik biri Yahudi, biri Hıristiyan, hele o zamanlarda bu durum daha da bir yaman…  halbuki yazar, çözümü, “ Dinler yasaklanınca…” öyküsünde vermiş. Çağırırız Alfa’yı, bildiririz gerekeni… görür o zaman yazar, o mu yaman, biz okurlar mı yaman?  

Ve geçelim o zaman, “Yüksek Kaldırım’da bir sahaf” Selekt Kitabevi’ni işleten Venetia Konstantinidou ile Franz von Papen ve Nazilerin gizli servisi Abwehr arasındaki, Venetia Konstantinidou’ya 200,- İngiliz Sterlini’ne mal olan, Nazileri 12.000,- Amerikan Doları’ndan edecek savaşa…  Yahudilere sahte vaftiz belgeleri basımında kullanmak üzere eski kitapların baskı taşımayan ilk sayfalarını toplayan Venetia ve bu sayfalara vaftiz mühürü vurmaktan çekinmeyen, 1958’de XXIII. Papa Johannes adını alacak Kardinal Angelo Giuseppe Roncalli ile Nazi Almanya’sı Düş İşleri ve Abwehr’i paralize etmeye hedefli, muammanın öyküsüne…

 

Yazarın etkileyici ve nefes kesen “Keskin nişancılar” ın satırları Hafiyesi Kemal’e harf ısırtan, Hafiyesi Kemal’i bir daha polisiye türü yazıya bulaştırmaktan uzak tutan öyküsünde ise kurguyu zedeleyen tek aşama, kahramanlarından Josef Müllbacher’in Alman ve Avusturyalılara karşı önyargılı olan Select kitapevi sahibinin tereddütsüz oluru ile kitapevinde iş bularak çalışabilmesi ve üstelik de sahibinin güveninin tam olmasıdır.   Ancak bunu göz ardı edelim ve zamanında bir ölüm kampında keskin nişancı olarak görev yapan Müllbacher ile aynı ölüm kampında mahkûm olarak bulunan David Frumkin’in kederlerine, yazarın gez, göz, arpacığından çıkan bir sözcük ile nasıl bir karar verildiğini öğrenelim.

“Kadere ister inanın ister inanmayın... Ancak geçmişinizin size her daim yetişebileceğinden emin olabilirsiniz.”

 

Yazar ile ortak kümemiz “ ‘Bugazadası’nda çifte sürpriz!... Burgazadası Canlı Bir Etnografik Müze kitabına göndermelerde bulunan, hâlâ yaşayan kişileriyle gerçeği geçmiş, belki gerçek, belki düş içinde sunan bir öykü. Öyle bir öyküdür ki bu:

“Bütün çizgiler ve zaman bir noktadan kopar uzanır evrenin sonsuzluğuna...dönüp dolaşıp koptuğu noktayla birleşip bütünleşene kadar… yaşamın, günlerin, ayların, mevsimlerin sırrı budur…bir canlının başına gelebilecek en kötü şey, Burgazada’da gözleri açık kör doğumdur.

 

Deyip kutsarken adamızı, bu defa da adadaki kostümlü bir partiyi, absürt bir dram olarak nitelendirebileceğimiz Arabesk türü bir partiye çeviren yazar, Anadolu Selçukluları adlı kitabı yeni yayımlanmış Bavyeralı garson kız kostümü giymiş 13. misafir ile Azrail kostümü giymiş, kaleminden damlayan İsa’nın kanını, bardağında yudumlayan  ‘13 Eylül Cuma’ romanının, partiye davetli yazarı, 14. misafire karşı, her nedense pek güler yüzlü davranarak, ikisini de çakır keyif, kol kola kostümlü parti evini terk etmelerine, sebep olup…. bunu da “Gönülsüz” sac ticareti, öyküsünün sonunda bulduğu Alâeddin’in Sihirli Lambası’nın etkisinde kalarak yapıp ellerini ovuştururken, buna adamızın dengeli feraseti ve senaryosu içeriğinde izin verdiğimizi, not edelim.

 

Son olarak, Yahudi hükümdar Hz. Süleyman’ın görkemli tapınağını barındırmış, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği, Hz. Muhammed’in miracına ev sahipliği yapan, Kudüs’e, -kutsal bir mekanın sessizliğinde ve dinginliğine sığınan-  Dr. Avraham Ticho ve Anna Ticho, olmasaydı, Kudüs’ün her daim canına can katan, o canlar olmasaydı, kim bilirdi, kim buyurgan, kim tutsak?... Bilebilir miydi, “1929’da bir terörist…” Muharrem, iyiyi ya da kötüyü? Edebilir miydi dualarını, sunmak için şükranlarını, arındırmak için ruhunu,”

Bütün bunların yanıtlarını 30 Eylül 1971 akşamı 18.30’da kalkması gereken gecikmeli Tel Aviv- İstanbul uçağının, ataları Odessa’dan gelme yolcularından üçünün, üzerilerine Çarların gölgesi düşmüş bir masadaki votka şişesinde gizlenen gecikmeli geçmişlerinin bir araya gelmesiyle… ve üç kişiden birisinin –mahlası Robert-  Viyanalı Norbert Wiener’in kaleminden öğrenebilirsiniz.

Sarı sabrımla okuduğum kitabı bitiriyor, kâh adanın sokacıklarında, kâh İstanbul’da, Orta Doğu’da, Güney Amerika ve Afrika’da… bir öyküden diğerine topladığım, iyot kokulu, taze mürekkebe sarılmış sözcüklerle dolu düşün içinde düşlerimden uyanıyor, gerçeklere dönüyor, yazara teşekkür ederken, sizi de gerçeği geçmiş, belki gerçek, belki rüya, belki de kurgulu bir muamma olan bu kitabın dünyasına davet ediyorum. Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…



18 Haziran 2022 mehmetealtin,

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Edebiyatist, 1. Baskı, Şubat 2022