Stefan
Zweig’in Veda Mektubu, Robert Schild,
865-34 / CCXI
“İğne deliğinden bakıyorum. Gerçeği geçmiş, belki gerçek, belki
rüya,
belki
de kurgulu bir muamma olarak yazıyor ve saklıyorum.”
Büyükbaba,
bana nasıl olduğunu anlat. S.7 Mehmet Enver Altın
-o-
Burgazadaşım, Sevgili Robert Schild’in bu kitabı, anılarının, biriktirdiklerinin, kararlı ve ısrarlı
araştırmalarının, alnının ve elinin teri ile yoğrulmuş. Yazar, bütün bunlara, iğne
deliğinden bakarak, kendi deyimi ile “…bazıları bölümleri gerçek, bazı
bölümleri düşsel…” öyküler anlatırken kurgularındaki düğüm ve uyarı
noktalarının lezzeti, parmak ısırtıyor. Düş ucundaki öykülerinde harmanladığı
kişiler bile, gerçek kişilerden, olaylar, gerçeklerden oluşuyor. Satırlarında toplanarak sindirilmiş
bilgilerin her biri, ayrı bir kapı açıyor, beynimin kıvrımlarında dolaşıyor, kitabın
öteki bölümlerini okumak için sarı sabrımı zorluyor.
Kitap, bir anı kitabı değil. Ancak, öyküler ile anılar, düşler ile
gerçekler, simbiyotik ilişkide ve tek bir organizmayı gösteren bir daire içinde
daralıyor, gelişiyor ve eviriliyor. Her öyküsünde Yahudiliğin Yakın Tarihi’ne
mutlaka göndermelerde bulunuyor, yaşamlarından kesitler sunuyor.
-0-
Öyküler, kitaba adını veren “Stefan Zweig’in Veda Mektubu” ile başlıyor.
Ancak, Brezilya Yasalarına göre bir kanıtın, otuz yıl boyunca
devlet arşivlerinde saklanması gerekirken, 1942’de meydana gelen olayla ilgili kanıt
bir mektubun aslının, görevli emniyet yetkilisi tarafından otuz yıl sonra,
1972’de, yasal olarak verilebilirliği ve karşılığında elde edilebilirliği biraz
gölgede kalırken… Stefan Zweig ve eşi Lotte’nin ölümüne giden yolu açan,
-“Viyana’daki bir garip”, çakma piyanist,- ikinci öyküden birinci öyküye
ezgilerle göndermelerde bulunuyor. Piyanistin daha önce hiç okumadığı, birden
bire okumaya başladığı notaların sesi, yine daha önce hiç çalmadığı piyanosunun
tuşlarından, dünyadaki başkentlere protesto makamında yayılıyor.
Anlattığı
kişilerin adları, sahiplerinin kendi dillerinin arka sokaklarında gizlenirken…
“Manolis’in anlattıkları”, anılarla yoğrulmuş gerçeklerdir. Affetme güdüsünü
asla tanımayan… Hayatta kalmak uğruna, birbirlerinin üzerine çıkarak nefes
alan… İnsani duyguların nasıl, koruyucu ve kollayıcının nerede olduğunu
sorgulayarak, inançlarını ile beraber adlarını, sol kollarının iç alt
bölümündeki numaralı dövmelerinde yitiren – Numaralılar- ise kâbuslarda yaşayan
gerçeklerdir. Birbirlerinin sırdaşı, için için delirdiklerini
herkesten saklayan, kâbuslarını anlatamayan bu insanlar, iğne deliğinden
geçip, geçirdikleri saatleri ve günleri belleklerinden silmeyi, dövmenin
kökleşmiş izlerini çıkarmayı, yeniden ağaç dikerek “Nöbeti devralmayı”, başarabilecekler mi? Yazar, hükmü size
bırakıyor…
… Bırakıyor ama,
bir yandan da bunun yanıtını, - “Dinler
yasaklanınca…” öyküsünde verirken; 24
Eylül 2024’de Nostardamus’un kehanetine dayanarak, Müslüman halkı, - Sanırım
Müslümanlar veya Müslüman ahali demek istedi…. Terörle yandaş kılacak bir
kışkırtmayı Hizbullah ile özdeşleştiriyor. -Düşsel bir anlatıya Hizbullah
adının karıştırılması öyküyü ve tarafsızlığı zedeler, örneğin onun yerine
İllallah adını koyabilirdi… diyerek,
kısa keselim. Çünkü kaynakların, çeşitli ülkelerde yerli nüfus ile
sonradan gelenler arasındaki paylaşımda öne çıkarılan dinsel öğeler yüzünden nükleer
savaş başlamak üzeredir. Nefesler tutulmuş, eller tetiktedir ama, Amin
Maalouf’un Empedokles’in Dostları gibi birileri, evrenin bir yerinden, kutsal
Mesih adına durumdan ödev çıkaranlar, zamanı dondururlar. Gelmiş geçmiş bütün
çatışmaların, kıyımların din adına oluştuğunu söyleyerek dinleri yadsıyan önlemlere
başvururlar. Ama bu sürecin kesintisiz devamı bu kadar da kolay mıdır? Bizce,
sorunun yanıtı, üretim şekillerinin değişimine bağlı… artık değerin
paylaşılmadığı üretim sistemlerinin, vazgeçilmez parametrelerinden biri olan
din, evrilir ve öyle bir yeni din çıkar
ki, giriş, gelişme ve sonucunu bu sürükleyici öykünün içeriğinde görürsünüz.
“Sevginin de şefkatin de, cezanın
da, şiddetin de, fazlası onları yoldan çıkartır. En yakınlarını bile kolayca
unuturlar.
Öz çocuklarını bırakıp gider,
sevdiklerinin gözyaşlarına bile bakmazlar.
‘İnsanlara dikkat et Zeus!’ “ dedi,
Prometheus.
Devamında, Nürnberg
Irk Kanunları nedeniyle Alman vatandaşı Yahudilerin pasaportlarına J damgası
basılması zorunluluğunun, Türkiye’deki yansımalarına karşı, patolojik siyasetin
dengesiz ve çıkarcı davranışlarını sergileyen “ Bu ne perhiz…” öyküsü ezelden
ebede çıkarcı ve Makyavelist siyasetlerin kalıtımsal ve bulaşıcı hastalığını
sergilerken…
Yazar, bu hastalığı “Sonu açık” bir hikâyede, ironik bir biçimde
Alman ve Avusturya vatandaşlarına da bulaştırır. 02 Ağustos 1944’de Almanya ile
kesilen diplomatik ilişkiler nedeniyle bine yakın Alman ve Avusturya vatandaşı
zorunlu ikamete alınır. Birisinin Hristiyan eşine, Anadolu yolları gözükürken
her nasılsa eşi ve bazıları paçayı kurtarır. Ancak bunlardan iki aile vardır
ki, Kırşehir’e sürülen Yahudi ailenin oğlu ile Çorum’a sürülen Hıristiyan
ailenin kızının kaderleri okuyucunun eline verilir. Yazar, öykünün sonunda ne yapacağını şaşırmış
bütün sorumluluğu bize atmış, kenara çekilip kıs, kıs gülerken… atalım elimizi
İzmir işi torbaya, bakalım ne çıkacak kız ile oğlanın bahtlarına? a) Kız, iki
nohut oda, bir bakla sofada oğlanı gizleyerek barındıramaz. b) Kırşehir’e gitseler?
b1- Bir kız, bir oğlan yakalanmadan o yolu nasıl aşacaklar? b2- Diyelim ki
gittiler. Kız orada gizlice nasıl kalacak. Aynı sorun orada da var. c)
Avusturyalı papaz, c1- bunları kovalasa da, c2- yardım etse de, dönüp,
dolaşacak, tekrar başa dönecekler. Üstelik biri Yahudi, biri Hıristiyan, hele o
zamanlarda bu durum daha da bir yaman…
halbuki yazar, çözümü, “ Dinler yasaklanınca…” öyküsünde vermiş.
Çağırırız Alfa’yı, bildiririz gerekeni… görür o zaman yazar, o mu yaman, biz
okurlar mı yaman?
Ve geçelim o zaman, “Yüksek Kaldırım’da
bir sahaf” Selekt Kitabevi’ni işleten Venetia Konstantinidou ile Franz von
Papen ve Nazilerin gizli servisi Abwehr arasındaki, Venetia Konstantinidou’ya
200,- İngiliz Sterlini’ne mal olan, Nazileri 12.000,- Amerikan Doları’ndan
edecek savaşa… Yahudilere sahte vaftiz
belgeleri basımında kullanmak üzere eski kitapların baskı taşımayan ilk
sayfalarını toplayan Venetia ve bu sayfalara vaftiz mühürü vurmaktan
çekinmeyen, 1958’de XXIII. Papa Johannes adını alacak Kardinal Angelo Giuseppe
Roncalli ile Nazi Almanya’sı Düş İşleri ve Abwehr’i paralize etmeye hedefli,
muammanın öyküsüne…
Yazarın etkileyici ve nefes kesen “Keskin
nişancılar” ın satırları Hafiyesi Kemal’e harf ısırtan, Hafiyesi Kemal’i bir
daha polisiye türü yazıya bulaştırmaktan uzak tutan öyküsünde ise kurguyu
zedeleyen tek aşama, kahramanlarından Josef Müllbacher’in Alman ve
Avusturyalılara karşı önyargılı olan Select kitapevi sahibinin tereddütsüz
oluru ile kitapevinde iş bularak çalışabilmesi ve üstelik de sahibinin
güveninin tam olmasıdır. Ancak bunu göz
ardı edelim ve zamanında bir ölüm kampında keskin nişancı olarak görev yapan
Müllbacher ile aynı ölüm kampında mahkûm olarak bulunan David Frumkin’in
kederlerine, yazarın gez, göz, arpacığından
çıkan bir sözcük ile nasıl bir karar verildiğini öğrenelim.
“Kadere ister
inanın ister inanmayın... Ancak geçmişinizin size her daim yetişebileceğinden
emin olabilirsiniz.”
Yazar ile ortak kümemiz “ ‘Bugazadası’nda çifte
sürpriz!... Burgazadası Canlı Bir Etnografik Müze kitabına göndermelerde
bulunan, hâlâ yaşayan kişileriyle gerçeği geçmiş, belki gerçek, belki düş içinde sunan
bir öykü. Öyle bir öyküdür ki bu:
“Bütün çizgiler ve
zaman bir noktadan kopar uzanır evrenin sonsuzluğuna...dönüp dolaşıp koptuğu
noktayla birleşip bütünleşene kadar… yaşamın, günlerin, ayların, mevsimlerin
sırrı budur…bir canlının başına gelebilecek en kötü şey, Burgazada’da gözleri
açık kör doğumdur.
Deyip kutsarken adamızı, bu defa da adadaki
kostümlü bir partiyi, absürt bir dram olarak nitelendirebileceğimiz Arabesk
türü bir partiye çeviren yazar, Anadolu Selçukluları adlı kitabı yeni
yayımlanmış Bavyeralı garson kız kostümü giymiş 13. misafir ile Azrail kostümü
giymiş, kaleminden damlayan İsa’nın kanını, bardağında yudumlayan ‘13 Eylül Cuma’ romanının, partiye davetli yazarı,
14. misafire karşı, her nedense pek güler yüzlü davranarak, ikisini de çakır
keyif, kol kola kostümlü parti evini terk etmelerine, sebep olup…. bunu da “Gönülsüz” sac
ticareti, öyküsünün sonunda bulduğu Alâeddin’in Sihirli Lambası’nın etkisinde
kalarak yapıp ellerini ovuştururken, buna adamızın dengeli feraseti ve senaryosu içeriğinde
izin verdiğimizi, not edelim.
Son
olarak, Yahudi hükümdar Hz. Süleyman’ın görkemli tapınağını barındırmış, Hz.
İsa’nın çarmıha gerildiği, Hz. Muhammed’in miracına ev sahipliği yapan,
Kudüs’e, -kutsal bir mekanın sessizliğinde ve dinginliğine
sığınan- Dr. Avraham Ticho ve Anna Ticho, olmasaydı,
Kudüs’ün her daim canına can katan, o canlar olmasaydı, kim
bilirdi, kim buyurgan, kim tutsak?... Bilebilir miydi, “1929’da bir terörist…”
Muharrem, iyiyi ya da kötüyü? Edebilir miydi dualarını, sunmak için şükranlarını, arındırmak için ruhunu,”
Bütün
bunların yanıtlarını 30 Eylül 1971 akşamı 18.30’da kalkması gereken gecikmeli
Tel Aviv- İstanbul uçağının, ataları Odessa’dan gelme yolcularından üçünün,
üzerilerine Çarların gölgesi düşmüş bir masadaki votka şişesinde gizlenen
gecikmeli geçmişlerinin bir araya gelmesiyle… ve üç kişiden birisinin –mahlası
Robert- Viyanalı Norbert Wiener’in
kaleminden öğrenebilirsiniz.
Sarı sabrımla okuduğum kitabı bitiriyor, kâh adanın
sokacıklarında, kâh İstanbul’da, Orta Doğu’da, Güney Amerika ve Afrika’da… bir
öyküden diğerine topladığım, iyot kokulu, taze mürekkebe sarılmış sözcüklerle dolu düşün içinde düşlerimden
uyanıyor, gerçeklere dönüyor, yazara teşekkür ederken, sizi de gerçeği geçmiş, belki gerçek, belki rüya,
belki de kurgulu bir muamma olan bu kitabın dünyasına davet ediyorum. Kalın
sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…
18 Haziran 2022
mehmetealtin,
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
Edebiyatist, 1. Baskı, Şubat 2022