Sus
Barbatus! 3, Faruk Duman,
1. 2019, 48. Orhan Kemal Roman Ödülü, 2. 2019 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü
“Mustafa Öğretmen kitabı açtı. Ağrı Dağı’nın betimlenmesiyle
başlayan romanı çocuklara okumaya başladı.
Biz büyük bir devrim yaptık ve sonra
bu devrimi işte o insani zaaflarımız ve uykularımız yüzünden yalnız bıraktık.
Acıktığımız ve susadığımız için
yalnız bıraktık. Ama artık geri alacağız. ”
-o-
Faruk Duman’ın Yaşar Kemal’in
nakış, nakış işlediği dile yakın bir dille, bazı sayfalarda nefes kesen doğa
betimlemeleri ile 12 Eylül darbesine hızla giden süreç içinde geçen üçlemesi:
aydınlarla, devrimcilerle, yöre halkının arasındaki konum uzaklığının, anlatı
kopukluğunun… yapılan yanlışlıkların fırçasında kış, ilkbahar ve yaz
manzaraları altında yapılmış birer tablo, yakılmış birer ağıt, olarak gördüğüm…
hikâyeler, ozanlar, efsanelerle yüklü serisi, üçüncü romanla bitiyor.
Yazar, toplam 1636 sayfalık
üçlemesinde, çok iyi bildiği bir coğrafyada, kısmen yaşadıklarını, transa
geçmiş okura, soluksuz okuturken Türk Edebiyatında önemli bir makama oturuyor.
Sinematografik anlatım dili ile üçlemesi, kült romanlar olarak anılmaya hak
kazanıyor. Müritleri artıyor. Ciltleri okurken, her bir sayfada toprağın, suyun
ve havanın kokusunu alıyor, bin bir çeşit bitkinin etrafında hımlıyor, yüzlerce
hayvanın arkasından özgürce iz sürüyor, iyiliği de kötülüğü de görüyor,
duyuyorsunuz. Hayvanlar ve bitkiler, görülmemiş bir canlılık sergiliyor.
Kendilerini ifade etme yetenekleri, karşılıklı bir sohbete dönüşecek kadar
çoğalıyor. Yazar, biçimsel ve teknik kaygılardan uzaklaşarak özgürce yazıyor ve
hiçbir şey, bu büyülü, özel atmosferi bozmaya yetmiyor. Konuştuğu gibi yazıyor.
Kendi biçimini yaratıp, bu bir Faruk Duman dilidir, diyerek patentini alıyor.
Halk Edebiyatını kendine rehber
edinen yazar, kendi biçemini de katarak edebiyatımıza yeni bir zincir ekliyor. Romanda
ozanlardan, masallardan, efsanelerden alıntıların yer aldığı zamanla,
zeminle kurguyla ilişkisi olan hikâyeleri hem romana ve hem de binlerce sayfada
yok olmamak adına okura da nefes aldırıp, yön veriyor. Düşünmeye zorluyor. Ancak, bunlar ne kurguyu bozuyor,
ne de okurun metne olan ilgisini ve saflığı zedeliyor.
Üçlemeyi siyasal ve/veya dönem
romanı olarak adlandırmak doğru olmaz. Ama o coğrafyada yaşamış ve orada
olanlara tanıklık etmiş ve/veya anlatılanları birinci elden dinlemiş olan
yazar, siyasal duruşunun paydasında, 12
Eylül öncesi yaşanmışlıkları, anıları ve mücadeleyi kendi dilinde – Mustafa
Öğretmenin ağzından- anlatmaktan da geri
durmaz.
Hatırlamak için, üçlemenin ilk ikisini özetlersek;
Sus Barbatus!1:
Anlatılanların, her coğrafyada geçerli
olacağı düşüncesiyle K. Şehri, Ç. Gölü, A. Dağları diye anılan, ama anlaşıldığı
kadarıyla Kars, Ardahan ve Çıldır gölü dolaylarında geçen üçlemenin birincisi, dönemin ağır, karanlık günlerine
göndermelerde bulunan… Mavi’ ye
kesmiş doğanın acımasız kış koşullarının günlük yaşama yansıyan caydırıcılığına
direnenler ile donmuş duyarsız beyinleriyle yaşayanlara karşılık… soğuk ve
fırtınanın evleri bastığı… aynı köyde yaşayan ve her birinin eli bin bir türlü
bağla birbirine değen kişilerin gerçeklerinden masala evirilen anlatısı ile
başlar.
Romanının kapağındaki Sus Barbatus!’un
heybetli duruşu, topluma yansıyan şiddet, baskı ve küstahlığın toplumun en
küçük en duyarsız birimlerinin vicdanında bile reddedilişinin ve umudun devamı
gibiyken… Buz çatırtılarla yarılır.
Gölün üstünde kırmızı bir ışık seli belirir. Yarık donar. Birden aynı
yerde suyun altında bir top sarı ışık belirir. Işık patlar. Buzu döver ve çatlatır.
Sus Barbatus! sırtında Aysel ve Faruk ile dışarı çıkar. Üç adam boyu yükselir,
buz tutmuş, buz kılıçları altında ormana doğru uçup giderken… Kenan’ın açlıkla savaşında
el arabasındaki Sus Barbatus! her koşulda yaşamayı simgeler.
Sus Barbatus!2:
Üçlemenin ikincisi, Civan Yusuf ve Elif ile
başlar, Elif ve Civan Yusuf ile biter. Yaşadıkları coğrafya Yeşil’ lenir, siyaset giderek
keskinleşir. Doğa, viranesever
baykuşlar, gözle görülmez puhu kuşları, nerede olduklarını anlamak için büyüteç
gerektiren çıvgınlar, çakallar ve yaşlı kargalar gibi ciyaklayan tilkilerle
beraber, ortaya çıkan, damları uğultuyla döven cılız taneleri eflatun,
damlaları ile mor yağmur, umutsuzluğu umuda taşıyan çağşak suyla, ilkbahara
döner. Orman, atgötü çalılarıyla, kuşekmeği tarlalarına bürünür. Yeşil,
kırmızıyı parlatmak üzere orada bulunur, ışık bunların içinden öbür renkleri
çıkarır. Kırmızı ortaya çıktığı zaman,
morun habercisi olur.
Atı CENNET’in Köroğlu soyuna dayanıp
ölümsüz olduğunu, bu kutlu varlıkların don değiştirerek dünyaya geldiğini
düşünen yirmili yaşlardaki Civan Yusuf, bacaklarını kollarının arasına almış,
başı eğik, çaresiz Elif’i “-…seni
bırakmayacağım, bırakırsam da bana yazıklar olsun.” diyerek kucağına
aldığında… babası Âşık Kerem’in, Faruk’un donuna girip, onun ağzından konuşup
hareket eden, düzene karşı isyan eden, bir devrimcidir artık. … bu umudun
arkasında, aynı yörede, aynı köyde yabanı bilen, doğduğundan beri yabanla
yaşayan, yasaları yabanca, yabana bağlı sistemi koruyup kollayanlarla, sisteme
karşı çıkan zıtların birliği vardır ve…
Dev kanatlarını açmış, mor karanlığın içinde azgın yağmurun altında
kendi görüntüsü ile birlikte Faruk ile Aysel’in görüntüsünü de taşıyan Sus
Barbatus, ormanın ağzından, köye doğru şöyle bir uçunca, devedikenlerinin,
çinçarların tatlı çilotların, yabani
kekiklerin kokusundan deliye döner. Sus Barbatus köy meydanında GÖKYÜZÜ’nü görür.
Hepsi de CENNET’in üstündedir. Elif de, Civan Yusuf da, Âşık Kerem de, sazı da.
Ceylan şakın ve çaresizken, Barbatus’u görünce canlanır. Barbatus alçalır, hepsini
sırtına alır. O sırada, Âşık Kerem’in
Barbatus’a “- K. Köyü’nde benim eski bir
öğretmen arkadaşım var, Mustafa Öğretmen, bizi saklasa saklasa o saklar,
dediği duyulur.”
-0-
Sus Barbatus!3:
Emperyalizmin hükmeden, güdücü gücünün yeniden
belirleneceği, bu nedenle de kapitalist sarmalın şekilden şekle girdiği, insanları
doğaya ve sosyal hayata daha da yabancılaştırıp boğan günümüze inat, Sus
Barbatus!
Bu bağlamda, Sus Barbatus! Ben gözlerini aşağıya dikmiş doğanın, kavga
sürecinin bileşenlerine bakan, Sus Barbatus’un donunda, ikimiz de yerleştik
kitabın kapağına, bir bakalım kollarını açan yabana, ne var ne yok aşağıda, yeni
kahramanları ile kimler var bu kitapta?
-0-
Dede Sultan’ın bıraktığı, boncuklarını
Selçuklu ülkesinden getirttiği, acayip bir su mavisi olan boncuklu, çantanın
içine giren COCO ile başlayan Sus
Barbatus! 3 romanında, dünyada tek ve eşsiz olan, yalnızca atalarının bildiği
bir yolla, boncuklarla örülen eyerleri yapan Dede Sultan başat karakterlerden
birisiyken Sus Barbatus da artık başına
buyruk kesilmiştir. Faruk ile Aysel’i daha az algılar. Aysel’in içine
girince Aysel’i başka biri yapan Sus Barbatus, bu sefer halkı için savaştığını emek harcadığını, sınırlarını henüz
kavrayamamış olsa bile bir mücadeleye girdiğini kavrayan Kemal’in gözlerinin içinden
bakınca, mücadelenin ve duyguların çözümlemesi ile tepkileri ona yepyeni bir
soluk getirir.
Bununla beraber, Kemal
eğilir, mor reyhan
basmış kayayı dinler, içinden bir uğultu ve rüzgâr sesi gelir. Abanır, kaya
yerinden fırlar. Kayanın kalktığı yerden apak ince bir su yol bulup usul usul
şırıldamaya başlar. Şimdi yerden su yerine boncuk fışkırmakta, boncuk, boncuk
insanlar akıp, yollarını aramaktadır.
Ormanların içinde sudan yapışmış bir şeyler
vardır. Yazın en sıcak günlerinde, yağmur yağmayacak olsa bile ağaçların
kendisi, göğe uzanmış yaprak uçlarından başlayarak suya dönüşür. Ormanın içinde
dolanan buhar bulutu sabahın ışıklarından dolayı renklenmiş, kime yerde eflatun
kimi yerde mora keser. Yaz aylarında peri yuvalarının içinde küçük katı kara böcekler
görülmeye başlar. Karafatmalar, gergedanböcekleri öyle ölümsüz ve sağlıklı
olurlardı ki bir tanesi bütün peri yuvası halkını çürümüş kütüklerin içindeki
böcek ve sinek halkını yer bitirir.
·
Bu günlerden bir gün, COCO, uçuruma iner, inince neye uğradığını
şaşırır. Uçurum kelleşmiştir. Tutunamaz, taklalar atarak dere yatağının dibine
kadar iner. Dili damağına yapışmış, lehlemektedir. Suya doyup, lehlemeyi
kestiği zaman durur. Sıcağın çıkardığı koku, körpe yarpuzun, kinzinin, fındık
filizlerinin, kökün, alabaşın, yerelmasının tadını taşıyan, keskin, bin bir
hazla dolu bir kokudur. Ekin başları gökyüzünü soğurmak için yukarıya
tırmanırken, yılanlar devrilerek çalı diplerinden akar. Hava yenilenmiş, börtü
böcek dışarıya çıkmış COCO için de tehlike zamanıdır. Ne olur, ne olmaz der, Dede
Sultan’ın bıraktığı, boncuklarını Selçuklu ülkesinden getirttiği, acayip bir su
mavisi boncuklu çantanın içine girer.
·
Dede
Sultan’a göre o âlemler arasında bir yerdedir, İnsanoğlu
kusurdan ibarettir. Hem de denilebilir ki onun yanında yöresinde kusurdan başka
bir şey yoktur. Efendimizin marifeti, bu kadar kusurlu bir şeyi çalışır
vaziyete getirmek, onun işi ise eyer yapmaktır. “Hacı Bektaş’ın giyiti
gibi, Pir Sultan’ın ya da Yesevi’nin kılıcı, tanburu gibi… benim eğerim de öyle
olacak.” der.
Başka
türlü ölümsüzlük düşünmez. Dedesinden ve babasından
öğrendiği bu mesleği onların soyundan başka kimse doğru dürüst yapamaz. Bu
eyerlerin bütün dünyada tek ve eşsiz
olmasının nedeni de yalnızca Dede Sultan’ın atalarının bildiği bir yolla, Semerkant
mavisi su gibi boncuklarla örülmesiydi,
·
Halil, “Sistemsiz ve örgütsüz bir halkın tüm
folkloru, kültürü geçip gider. Geyik, ağacı ve toprağı yemekle beslenir. Orman
çürüyen, çürüten, yiyen bir şeydir. Dünyanın büyük karnıdır. Uzayın ve gökyüzünün
karnı. Ama güzel bir karın. Geyiğin beslendiği yer çok geçmeden çürüyecek ve
yumuşayacak. Bu arada geyiğin derisinin altından da bir ağaç gövdesi çıkacak.
Buna yalnızca doğa yasası diyemeyiz. Bu Marksizm’dir.” derken…
·
Toprak, her şeye karşı durabilirdi. İçinden
haksızlığa karşı korkulu bir öfke insanlığa karşı ölçüsüz bir merhamet
fışkırıyor… Bedeni ikiye ayrılmış, aklı ile duyguları asla anlaşamıyor, ikisi
de yoluna tavizsiz devam ediyordu.
·
Omzunda Ece, “-Böyle güzel akşamlarda, mücadeleyi birazcık
evde dinlenmeye bırakabiliriz değil mi? dedi. Işık ulu çınar ağaçlarının
altılı yapraklarında hareleniyor. Sonra bu ağaçların dallarının içinde
kristalleşerek pençe pençe yayılıyordu. Zaman, Toprak’ta, evlerin yosunlanmış
duvarlarına, ağaç gövdelerine ve havanın kendisine mor izler bırakıyordu.
·
SUS BARBATUS Aslında ormana dönmek kendisine
yeni bir domuz bedeni bulmak istemektedir. Sonra yeniden ölecek ve dirilecek,
yolunu bulursa bütün domuzların bedenine girecekti. O zaman mutluluktan
çıldıracak, bütün öğrendiklerini bütün gördüklerini onlara anlatacaktı.
Kaybolmasın hepsinin zihninde yaşasın diye…
Sus Barbatus, bununla umuda
yükselir. Koca kış
aylarından sonra son derecede hareketli geçip giden ilkbaharda yeşil, kırmızıyı parlatmak üzere hazırdır. Henüz yetişkin olmayan,
kasları gür, kanatlanmaya başlayan, kırmızı bir kartal, yaz başlarında bir
çocuk gibidir. Bu güvez kartalın hem gökyüzünden hem de kayalıkların kızıl
gövdesinden bir parça olduğu söylenebilir. Bir kartalın yavrusundan ayrılması
kolay değildir ama içlerinde çelimsiz olanı varsa, anne gagasıyla tutup aşağıya
kayalıklara atar. Yavrunun kokusu uzaklaşır. Koku yok olur. Mücadelenin
bileşenleri yeniden düzenlenir, sağlıklı bireylerle hayatın yeni düzenine
yeniden yeni pençeler atılır.
·
Zaman döner, DAVUT Dede sultan’ın içinde kıvrıldığı
kovuğu kapatıp koruyacak biçimde çöküp yatar. DAVUT’un çökmesiyle Aynur’ un hörgüce kurulması bir olur. Aynur, KARAGÖZ
diye bağırır. KARAGÖZ, saklandığı otların arasından havalanıp
kızın kucağına gelir. Başını Aynur’a çevirdiğinde; - “Bir an için her şeyin bittiğini sandım.” dedi. “–Olur mu?” der Aynur. Her şey yeni
başlıyor. O sırada COCO’nun sırtındaki lacivert mor haki çizgilere ve ağzının
kenarındaki güvez halkaya âşık Aynur, omzundan bir kurşun daha yer. COCO Aynur’un
göğsünün altındaki kavanozun parçalanmasıyla ezilir, bedeninin yarısını alıp gider.
COCO Aynur’un ruhuna tutunur. Davut da hâşâ o kadar olmasa bile, Dünya
üzerindeki Semerkant Mavisi su boncuklarından örülmüş son eyer ve son deve
olduğundan eyeri giyinince bir tay gibi olur, Dede Sultan bir daha dönmemek
üzere hayvanın sırtına çıkar. Devenin ruhu yükselir.
·
Gülşen ürpererek karaltıya baktı.
Yukarıdan, köyün üstünden ormanın içinden gelip köprüye doğru gidiyordu. Geyik
başını çevirdi. Sen de benim sırtıma binmeyecek misin der gibi Gülşen’e baktı.
Ama Gülşen buna cesaret edemedi. Ev kızlığı. Ev kadınlığı. Aynı sıkıntı, aynı
çaresizlik, aynı sessizlik, aynı koku, aynı belirsizlik… Hayatı mekanik bir
tekrarlar dizisinden ibaretti. Gençlerden birisi bir tomar bildiri aldı geldi.
Gülşen’e verecek oldu. –Onları boş ver
dedi Gülşen. Öyle olmaz, ben kendi dilimle konuşurum herkesle tek, tek.
Canlı ve öfkeli bir buluttu artık o.
Gidip radyoyu açtı. Marşlar
çalıyordu Gözyaşları sel gibi aktı. Kadir Ağa pencerenin önünden koyu bir gölge
gibi geçti. Çelik sırmalı çifteyi havaya kaldırdı. Tetiğe bastı.
·
Mustafa Öğretmen, İyi bir hikâyeyi okumakla bitiremezsiniz.
Kitap ta sizi bekledikçe yenilenir. Zamana ayak uydurur. Bir zamanlar bir köyde
geçtiğini düşündüğünüz şey, bir bakarsınız şimdi bambaşka bir şeydir. Bambaşka.
Bu o kadar büyüleyicidir ki, siz de Dede Sultan’ın bıraktığı, boncuklarını Selçuklu ülkesinden getirttiği,
acayip bir su mavisi olan boncuklu çantanın içine girin, Davut’un eyerin üzerine
oturun, mutluluktan çıldıracak, bütün öğrendiklerinize, bütün
gördüklerinize maviyi, yeşili, kırmızıyı bir de siz katacaksınız. Kitaplarımız bu nedenle vardır.
Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…
24.08.2022 mehmetealtin, 207 / CCIX
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı Ekim 2021