İspanya,
Yaşasın Ölüm, Nikos Kazancakis,
1212-43
/CLXXXIV
Çeviri:
Ahmet Angın
“İberler, Keltler, Fenikeliler, Yunanlar,
Kartacalılar, Romalılar, Vandallar, Vizigotlar, Araplar, İbraniler.
Kanın içinde birleştiler.
Ateşli çiçeklerini açtılar ki, onlar, savaşçılar,
bilgeler, ozanlar, krallar.” S.18
Kurtuba’daki cami, görkemli Burgos katedrali, saçları yaseminli
kadınlar, Valencia’daki portakal bahçeleri, El Greco’nun ince alevleri ve
Goya’nın acımasız manzaraları, Madrid’teki dolunay, Alicante’nin hurma ağaçları
altındaki sıcak yağmurlar… Boynuzların arasında saplanmış kılıçla, tanrı ile
birleşmek için öldüren insan… parlak gövdeli boğa… Viva la Muerte! Yaşasın
Ölüm. İşte İspanya! S.145
-0-
Nikos
Kazancakis, 1492'de Müslümanların son kalesi Granada Krallığını yıkan… aynı yıl
Kristof Kolomb’un Amerika'yı keşfetmesini izleyen süreçte tarihin en büyük
soykırımı ile anılan toprakları fethederek en büyük sömürge
imparatorluklarından birisini kuran… 1588 yılında armadasının İngiliz
donanmasına yenilmesini izleyen taht ve din kavgaları sonunda çökmeye başlayan…
1640'ta Portekiz'i, 1714'te ise Avrupa'daki bazı toprakları ve Cebelitarık'ı, 1898’de
donanmasının Küba’da yok olmasıyla Amerika'daki bütün sömürgelerini kaybeden
İspanya’yı… İber yarımadasında yaptığı bin dört yüz kilometrelik yolculukta yukarıdaki
gibi özetliyor.
Hristiyanlaştırarak
dünyayı kurtarmak ve bu yolla cebini doldurmak peşindeki İspanya… 1588’den
itibaren başlayan çöküşün getirdiği sarsıntı ile tıpkı Don Quijote gibi büyük
bir idealin peşinde fakir, yorgun ve hayalle dolu İspanya’ya dönüşürken… siyasal
görüşleri iniş çıkışlarla dolu yazarın, İspanyol İç Savaşı arifesinde ve
sırasında yaşadıklarından ve gördüklerinden derlediği bu anı kitabı İspanya ve
İspanyol halkına bir güzelleme gibi adeta…
Kazancakis,
İspanyollar birbiriyle mücadele eden
onlarca ruhun karışımıdır. Hayatı tutkuyla severken bir anda bir yere sığmaz
ölüme özlem duyarlar. İç savaş da böyle
açıklanabilir. Ekonomik nedenler önemlidir ama bunlar İspanyollar için bahanedir.
Bunlar içindeki şiddetin kilidini açan anahtarlardır. İhtiras hükmeder ona. Ve
ihtirasının acı bir kökü vardır. Umutsuzluk! derken...
İspanya’yı
ve İspanyol halkını, yalnız ve hayatının bir rüya… İspanyol ruhunun dengesiz,
çetin, kargaşa ve patlamalardan ibaret olduğunu… mantık ve yasaları bir kenara
ittiğini, ihtirasını hayat ve sanatın biricik ölümsüz kaynağı haline sokarak,
Yeni Dünya’da yaptıklarını da yalnız İsa’nın dini, egemen olsun diye değil,
aynı zamanda bu ruhun doğası gereğidir, diyerek savunuyor, kalemini “acımasız”
bir doğallıkla kullanıyor.
Yazar
güzellemesinde o kadar ileri gitmektedir ki; “İspanyol kadınlarının yüreğini açacak
olursanız ne erotik ne de sahneler ne de aşk oyunları bulursunuz. Hepsinin
yüreğinde bir beşik ve beşiğinde de bebek bulursunuz. İspanyol kadınından ne
metres, ne dost, ne köle, ne de oyuncak zevce olmaz. O sadece bir anadır. Evliliği aşka, aşkı da
oyuna dönüştürememiş, sağlam ilkel bir ırka mensuptur.”s.78
Böyle bir yazıya yakışmaz ama
hoşgörünüze sığınarak “Vay anasına sayın
seyirciler!” demek geldi içimden…
-0-
Öte
yandan 20. Yüzyılın, önemli şair ve filozoflarından bir olduğu şüphe götürmeyen
Nikos Kazancakis’ın entelektüel donanımının verdiği güçle, aşağıdaki satırlarını not ederken, eğer
İspanya’ya seyahat edecekseniz her şeye rağmen bu kitabı yanınızdan eksik
etmeyin derim.
“Kastilya ve Extarmadura’nın çölleşmiş
platoları. Endülüs ve Valencia’nın narenciye dolu ovaları. Uzun ve kuru
erkekler. Yasemin kokulu saçlarında kule gibi yükselen saç taraklarının üstünde
dalgalanan şallarıyla kadınlar. Yükselen uğultu. Kurtuba ve Sevilla’nın kahve
kokulu gölgelerinden yükselen Arap müziği. Camiler ve kiliseler. Murillo’nun
kara gözlü çocukları, Valâlasquez’in cüceleri, Goya’nın serserileri, El
Greco’nun meşale gibi yanan vücutları…
Bir yanda, kölelerin arasında doğan ve
yeraltı mezarlarında tarla fareleri gibi gizlenen köleler güçlendikçe, güçlenen
katedrallerde taht kuran Tanrı… bir yanda, Tanrı’nın gücünü değil insanın
gücünü, inancını, kibrini gösteren katedraller…
öte yanda, aynı coğrafyada yaşayan ‘Armağan
ümidine ve ceza korkusuna dayanan ahlak insana da Tanrı’ya da layık değildir.
Ahlaksızlıktır!’ diyen İbn Rüşd…
Arap mistiklerinin esintileri altında Allah’ın
mekânını ışık, hava ve renkle doldurup, maddenin ağır yerinden oynatılamayan
içini boşaltarak, geriye yalnız zihinsel derinliği bırakan Arap mimar ve müzisyenler…
Güneş batar sular şarap gibi kızarır,
gemiler mavi ve pembe gölgelerle yelken açarken… geometri ile metafizik
arasındaki derin ilişki, temellerde başlayan hazzı yuvarlak kubbelere doğru
tamamlarken, Tanrı’ya yaklaşmakta olduğumu anladım. İspanya’da tanrısal güç, sadece İsa
olmadığı gibi Allah’tı da… ya da hiç biriydi, kendi içimdeki tanrıydı.” diyen, Kazancakis’in kitabı eşliğinde…
Madrid’in
arka sokaklarında kafesli pencereleri, sırtı meyve yüklü küçük sevimli eşekleri,
iri çıbanlı kocakarıları, güleç kara gözlü kızları görmeyi… bağdaş kurmuş bir
körün kavalının vahşi ve derinden gelen havasında uzun saçaklı bir Endülüs şalı
örtünmeyi ya da bir sambrero giymeyi unutmayınız.
1968
yılında Habora Kitapevi tarafından ilk baskısının çevirisini yapan kitabın yazarı
gibi Girit doğumlu Ahmet Angın’ı (1919-1977) kusursuz çevirisinde şükran ve saygıyla
anarak… Kalın evinizde kitapla, dilerim size tasasız ve sağlıklı günler, umarım
hemen yanı başınızda…
16.04.2020 mehmetealtin
------------------------------------------------
Can Yayınları, 1. Baskı, Temmuz 2019