25 Nisan 2021 Pazar

 

Vadi, İnan Çetin, 

340 / CXCV

Vadi, öldüğüm ve doğduğum yerdir.” S.294

 

Yazarı İnan Çetin yönetimindeki Vadi, bir film öyküsü gibi… bir diğer yandan da romana yansımış ve yaslanmış kapsamlı bir anı defteri, bir günlük sanki… anlatıcısının da seyredenin işi zor ve bu uzun yol, oldukça acı yüklü.

“Bir akıl tutulmasıyla” 1938’de Hozat’ta başlayan, bir güneş tutulması ile 19 Nisan 1939’da Ankara’ya varan, II. Paylaşım Savaşı hemen sonrası Almanya’ya, 1989 Berlin Duvarının yıkılışı sonrasına kadar sürüp, tekrar başladığı noktaya dönen bir yolculuk bu.

Uzun olduğu kadar da acıyı onurla taşıyanların insanlığa sunusu ve sorusu… 

Gerçeklerin mutlaka ortaya çıkma yasası üzerinden,  yazıl(a)mayan tarihin sırının sırrına varmak için  “ Ayna, ayna söyle bana, benden daha yüce, başka bir ulus var mı bu topraklarda?” diyerek, soralım bakalım vizörün içinden aynaya, ne yanıt verecek bize bu kitapla… Beyazperdeye yansıyan satırlarda…

-0- 

… Kuşgör(e)mez parsların koruduğu, gelincik öbeği bulaklarda, kınalı ur kekliklerinin gökten inen ışıkla çevrelendiği sahne ile açılır perde…

Boruz, Timtik ve Derviş ezbetlerinin[1] güneşe duaya durduğu toprak… buradaki her bitkiyi, her hayvanı, öten her kuşu, börtü böceği, ağacı ve taşı bilen toprak, burada doğanları tanıyan, onlarla konuşan, yaşlılarla, yaşananlara beraber ağlayıp, beraber gülerken… onlarla beraber yaşayıp, onlarla beraber üzülüp, onlarla duyup,  öylesine dinliyor ve anlıyor ve öylesine merhamet ediyor ki insanlarına, beni de aldı, oturdum börtü böceğiyle beraber bağrına…  aynı topraklarda, aynı aklın tutulmasında, elçi kılığına girmiş birisi tarafından hançerlenen, her dilden, her dinden kişi, bilge Süleyman bile “ sevdiğin topraksa, içindeki kan sensin” deyip nefes verdi yanı başımda… yanımda duran gebeleri de dinledim, eğer idrarlarıyla sulanan buğday, arpadan erken yeşerirse doğacak çocuk erkektir, diye öylesine güvenmekteler bu topraklara…

Bu toprakların kızı, yeni doğan bebeğiyle beraber, kimlerin, neden ve ne niçin yaptığını bilemediği, asla yanıt alamadığı bir anda, sevdiklerini bağrına alan, bu nedenle çaresiz ve mahzun kalan bu topraklarda acılarıyla var olmak gibi amansız bir hastalığa yakalanmaktan çok korkan Pervane; oğlu Hidayet’i bırakıp, kucağına alırken oğlu Suat’ı… ben de Bosna’dan Damir’i, Bask’tan Gorka’yı, Karabağ’dan Qaflan’ı, Arakan’dan Sawfan’ı, Tigray’dan Mulugeta’yı alıp beraberce çıktık tarihe kan düşmüş mağaradan… acılı ve kutsal bir yükle başlayan yolculuğunda Pervane, önce Pertek’e oradan da Harput’a varacaktı. Yaşamının şimdi şekli şemaili vardı.

Belinde tabancası, kucağında bebeği, sırtında çantası, ertesi sabah yola çıkma düşüncesiyle “ Ömrümün geri kalan bölümünde ben yine Pervane olacağım. Sen ise adının Hidayet olduğunu bilmeden Suphi ol, yaşa.” dedi, bakarak benden onay bekleyen gözlerime, susarak saklayacağımı bilerek sırrını belleğimde…  O sırada bebek, kuş cıvıltısını andıran bir sesle, küçücük yeşil gözleriyle Pervane’ye bakarken her yeri kan içindeydi. Yarı ölü sayılırdı. Soluk alması bir mucizeydi.

-0-

İzleyen bölüm, Pervane’nin umuda tutunma... yeniden aile olma… yeni ailesinin dirliğini düzenini Siyamet, Dilef ile Ankara’ya yerleşerek sağlama güdüsünde yoğunlaşırken, iki kadın, bir erkek, bir sabah aynı yatakta uyanıp, gerçeğin kendilerini ne kadar huzursuz ettiğinin farkına vardıklarında…  içlerinden birisi, Dilif, çıkarları ve kötülüklerine kılıf olarak dini kullanan komşularından birisinin nefretini odasına kilitleyip, ölmeye yatsa da Siyamet’in “Bizler, Şahmeran soyundan gelmeyiz. Sırlar dünyasından bu dünyaya bir ruh olarak gelir, yaşar, zamanla tüylerimiz dökülünce gömlek değiştirip, sırlar dünyasına göçeriz.” deyişini düstur edip… Pervane, Siyamet, Suphi ve yeni doğmuş kız kardeşi Feride ve evin emektarı olmuş Nezahat,[2] ile değiştiremeyecekleri, değiştirmeyecekleri kendi kimlikleri, akıl ve yetenekleriyle, kadere inanıp kaderlerini yönetip, her gün güneş durur, güneşe koşan dünya ile güneşe dua etmeye, yılmadan düşlerinin peşinde koşmaya, devam ettiler.

Düşlerinin peşinde Pervane, değişimin gitgide dallanıp budaklanmasından ve hep farklı görüşlere, farklı görünüşlere, farklı davranışlara ve kurallarına farklı insanlara ihtiyaç duymasından biraz ürkse de, Siyamet ile beraber artık Ankara’nın ünlü bir uğrak yeri olan işyerlerinde olmak hoşuna gidiyor, işi ile beraber Pervane de büyüyordu. Bu sanki bir oyundu ve oyunun zihinsel kapasitesi sınırsızdı. Öyle ki, Pervane’nin zihinsel olarak tökezlediği bir gün vadiye sığınıp orada ölmek istediğini söyleyince Feride’nin ona taktığı lakapla lafdöven Nezahat bile bir midye gibi gözlerini kıstı, dudaklarını ısırıp kapattı, onun delirdiğini raydan çıktığını düşünerek neredeyse bayılıyordu. Feride de “Git anneciğim, eşiğin ötesidir Hozat” dedi gülerek.

Bu arada, Suphi, omuzunu her daim sıvazlayan bir elin gücünü ve sevgisini hep hissederek büyümektedir. Evin içindeki bilinen bir bilmezliğin ağırlığını bütün ruhuyla hissetmektedir. Pervane kendine umduğu merhametin, kendi hayal gücünde, beslediği sarsılmaz umudunda, düşüncelerinde olduğunu biliyor ve bunu sık sık ona da kızına da söylüyordu. “İnsan taş gibidir. Kaya gibi zamanla çatlar, ayrılır, içinde öyle yarlar açılır ki kederi o yarlardan akar gider. Yoksa insan nasıl dayanır acılara?” derken, azaltmak istediği bu ağırlığı aslında büyütmektedir…  

-0-

İkinci yarı, Türkiye’nin doğusunda bir mezrada doğmuş, başkentte büyümüş, çeyrek yüzyılı aşkın bir zaman önce kurulmuş bir cumhuriyetin yurttaşı olan Suphi’nin Berlin’e okumaya gelmesiyle başlarken… Suphi, ıstırapla mutluluğun koyun koyuna yattığı -savaşta yitirdikleri oğulları adına oğul bilindiği- yaşlı Alman çiftin evini mesken,   evinin tamamlayıcı ve ayrılmaz parçası, Alt Berlin Kahveyi yeniden doğup, biçimlendiği mağara bilip, ruhunun iniltisini duyup yaşamına karışan Nicole ile kapısı konuklara, pencereleri göğe açık yeni adresinde bulur kendini…

Ancak kafasının içindeki loş bir ışık vardır ki, onu rahatsız eder. Unuttuğu, kaybettiği bir şey vardır. Onu bulmalı yerine koymalı,  unutmak geçmişimizi değil de geleceğimizi tehdit eden bir ışık ise sönen lamba tekrar yakılmalıydı.  Annesinin geçmişi de dâhil babasının, büyükannesi bildiği Dilif’in geçmişi yerli yerine oturtulmalıydı. Annesi, neden bu konularda konuşmuyordu?  Babasının izini sürmeli, Hozat’ta başlayan hayatı nerelerden geçmiş, bunu öğrenmeliydi… bu niyetle kurcalarken telefonu Suat, bir gün Pervane’ye gelen bir telefon ile Pervane;

“’Ses onun. Hıdır’ın sesiydi. Ama o değildi’ dedi kendi kendine.” Sonra da Suphi’ye seslendi iç sesiyle “Pervane sana kan kokarken kavuştu ciğerim.”  derken, aklı kaydı zaman aralığına… sordu, Suphi’nin öz oğlu mu üvey oğlu mu olduğunu kendi kendine… aynı anda hayata katlanabilmek için Hidayet ve Suphi ile beraber bir mağarada, bir köstekli saate sığdırdığı ömrünü, mağaradaki bir askerle beraber taşırken gördü, kendini perdede…  

-0-

Kapanırken perde, özellikle son bölümün, beni de kurgunun zaman aralıklarına kaydırarak, sayfa mı eksik, sahne mi eksik huzursuzluğuna bıraktığını… Pervane’nin Ankara’daki kişisel gelişiminin, hayatın doğal akışına uygun olmadığını… Ailenin olgunluk döneminde evin kızı Feride’nin aile adına önemli bir iş kadını da olmasına rağmen, aileden sayılır Nezahat kadar bile yer almadığını… kısaca yaklaşık kırk seneyi kapsayan bu yolculuğun son sahnelerinin hızına yetişemediğimi, tadını da alamadığımı, emeğine sağlık yazar adına keşke birkaç sayfa daha yazıp da öyle bitirseydi diye kendime söylenirken, ayrıldım sahneden…

 


Kalın tasasız ve sağlıkla bu kitapla da…

24.04.2021 mehmetealtin,

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Şubat 2020



[1] Hısım, akraba.

[2] Kitapta Nezahat yazılmış, doğrusu Nezahet olmalı


3 Nisan 2021 Cumartesi

 

Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyası Uyanışa Dair Anlatısı

132 / CXCIV

Çeviri: Banu Gürsaler Syvertsen

 

Giydiği mavi iş önlüğü mesai arkadaşları açısından maviye boyanmış, bir doktor önlüğünden başka bir şey değildi.

Kim derdi ki,  Oslolu Doktor Nina 30. doğum gününü üzerinde mavi iş gömleği ile Larvik’teki  bir  fabrikada trikotaj makinasının başında kutlayacak? ”

 

 

Norveç edebiyatının önemli kalemlerinden Dag Solstad’ı, Mahcubiyet ve Haysiyet adıyla Türkçe ’ye çevrilen kitabından hatırlayanlarınız çıkabilir. Dag Solstad’ın Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı ise adına yaraşır bir tez konusu olabilir.

-0-

Ostalji, Almanca'da Doğu Almanya'daki hayata duyulan özlemi dile getirmek için kullanılan bir terim. Almanca Ost (doğu) ve Nostalgie (nostalji) kelimelerinden türetilmiş. Bu fenomen, genellikle bir ülkenin sosyalist geçmişiyle nostaljik bir ilişki olarak tanımlanır ama Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra ortaya çıkmış ve esas olarak eski Doğu Almanya ile ilişkilidir. Öte taraftan, bir ölçüde de eski Doğu Bloku ülkelerine göndermedir. Ve feshedilmiş Alman Demokratik Cumhuriyeti'ndeki pek çok entelektüel ve hatta "sıradan insanlar" arasında Ostalgie, Komünizm döneminde gerçekte olana değil de kapitalizm dışında başka bir Almanya'nın kaçırılan fırsatı için bir hayıflanma gibidir. Diğer deyişle, olayların gerçekçi bir şekilde radikal bir şekilde farklı olabileceğine inanma olasılığının kaybıyla başa çıkmanın bir yolunu bulmaya çalışılmasını karakterize eden bir süreç olarak da tanımlayabiliriz.

 

Bu elbette sadece Almanlara özel bir fenomen değildir ve bu anlamda komünist geçmişi olmayan ülkelerde de benzer bir gelişmenin olup olamayacağını sorgulamak mümkündür ki, bence bu kitabı okuyup bitirdiğinizde sizde aynı soruyu hem kendi ülkeniz hem de başka ülkeler için sorabilirsiniz.

 

Örneğin, bir Norveç ostaljisi var mı ve eğer öyleyse, onu karakterize eden nedir? Ona da Norvalji mi demeliyiz? Gelin bunun yanıtını Dag Solstad'ın kitabında aramak için Lise Öğretmeni Pedersen yazsın, ben anlatayım, ne der, bir bakalım.  

-0-

Norveç’in Lavrik ilçesinde, doğa aşığı eski karımla beraber, 1600 km uzakta yaşayan oğlum hariç, ailesi olmayan biri olarak sığıntı bodrum katında yaşıyor, Lavrik Lisesinde yaptığım Tarih, Norveç Dili ve Edebiyatı ile Hristiyanlık Bilgisi öğretmenliği dışında beni topluma bağlayan ilgi alanları ve sosyal çevrem yok gibi… 40 yaşında, yolun yarısında, öğretmenlik dışında, hayatının on iki yılını İKP(m-l)[1]’de geçiren, Lavrikli Pol Pot, Stalin’in lisedeki borazanı ya da Kızıl Hoca lakaplı, vergi mükelleflerinin parasıyla geçinen aşırı uç mensubu yalnız bir kurt olarak, 1980’li yılların başında bunları anlatmak üzere kalemi elime alıyorum. Amacım,  hayatımın içindeki Norveç’i, öğrencilerimi, Norveç’teki İşçilerin Komünist Partisi (Marksist-Leninist) isimli Maoist örgütün kuruluş ve gelişim aşamasındaki yerini anlatıp sorgulamaya açmak. Ben anlatayım, siz sorgulayın. 

 

II. Dünya Savaşı sonrasında Norveç’in umudu olan bizlerle, yani 60’lı yıllarda eğitim görmüş olanlar, bunu sosyal demokrat bir sisteme borçluyduk. Bunun için kime teşekkür edeceğimizi bilsek de ruhumuzu bir kasvet sarmıştı.  İşe yaramıyorduk. Oluşturduğumuz, gettolarda yaşıyor, hayata ilişkin temel sorunlarla ilgileniyorduk. Ancak gelecek konusunda bir seçeneğimiz yoktu. Güvenli ve ayrıcalıklı bir iş, bir yere kök salma hayalim, ancak 1968’de Larvik’te lise öğretmenliğine atanmamla gerçeğe dönüşecekti. Öyle dünyayı şaşırtmak gibi özel hedeflerle gelmemiş, bir liseye öğretmen olarak atandığım için mutluydum ve kendi evimi açmak için sabırsızlanıyordum. Derslere başladığımda en çok savunduğum konu, farklı dallara ait derslerin birbirleriyle örtüşmesiydi. Örneğin; Norveç Tarihi bilinmeden, hatta Luther’in görüşleri bilinmeden Norveç Edebiyatı anlaşılabilir miydi? Varoluşun soyut kategorileri hala eğitimin en önemli tezi olması yerine, varoluşu çeşitli bağlamlar içinde ele almak ana tema olsaydı okul çok daha heyecan verici bir yer olmaz mıydı?

 

Ne var ki, bir gün öğrencilerimden birisinin Werner Ludal’ın “ Bize tarih dersi verme biçiminiz üzerine bir tartışma açmamız gerekiyor. Tarih kimim içindir? İktidarı elinde bulunduranlar için midir, yoksa emekçi kitleler için midir?  Bu dersin son derecede otoriter bir yapısı var ve karşılıklı söyleşiyi olanaksız kılıyor…” diyerek; Tarih dersinin hedef kitlenin ilgisini çekmemesi halinde hatanın hedef kitlede değil derste olduğunu… Larvik’i kuran General Gyldenløve’nın gayrimeşru çocuk olması değil, emrindeki çocuklara nasıl kan kusturduğunu… Treschow ailesinin nasıl Larvik’in yarısıyla Hardanger platosunun tamamına sahip olduğunu…  Johan Sverdurp[2]’un hizmetçisinin, kaç giysisi olduğunu, sığındığı ufacık sandık odasını, iş saatini ve Sverdrup’un şaşaalı söylevlerini öğrenmek istediklerini söylemesi yanında, silikozis hastalığını bilip bilmediğimi sorarak arkasından Çin Halk Cumhuriyetini öven bir konuşma yapmasıyla… derslerde umduğumu değil bulduğumu verir oldum.  Werner ile başlayan sözlü atışmalar, sosyalizmle ilk defa yüzleşmeme sebep oldu.

 

Giderek Werner ile aramızda garip bir sırdaşlık, gizli bir kardeşlik ilişkisi oluşmuştu. Derslerimi adeta Werner’e anlatıyor, verdiği tepkilere dikkat ediyordum. Elini havaya kaldırması, benim yüzümde hoşnutsuz ama içimde beklentilerle dolu ona söz vermem, onun da giderek işitme ihtiyacına kapıldığım sözcükleri söyleme ekseninde gelişiyordu. Werner oltaya geldiğimi anlamış ayda bir evime geliyor ve her geldiğinde bana bir Klassekampen[3] gazetesi satıyordu.

-0-

Yakın geçmişe göz atarsak, 1945'ten 1962'ye kadar parlamentoda mutlak çoğunluğa sahip olan sosyal demokrat İşçi Partisi liderliğindeki hükümet, Keynesyen ekonomiden esinlenen ve devlet tarafından finanse edilen sanayileşmeyi ve sendikalar ile işveren örgütleri arasındaki işbirliğini vurgulayan bir program başlatmıştı. Süt ürünlerinin karneye bağlanması 1949'da kaldırılırken, konut ve arabaların fiyat kontrolü ve karneye bağlanması 1960'a kadar devam ederken, savaş sırasında uygulanan ekonominin devlet kontrolüne ilişkin birçok önlem de devam etmişti. 1970'lerden itibaren petrol üretimi, Norveç ekonomisinin genişlemesine ve Norveç devletinin finanse edilmesine yardımcı oldu. İşçi Partisi, sosyalist bir ekonomi hedefini takip etmesine rağmen (özellikle 1948'de Çekoslovakya'da Komünistlerin iktidarı ele geçirmesinden sonra) Komünistlerden uzaklaşarak,  ABD ile dış politika ve savunma politikası bağlarını güçlendirdi. 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında, özellikle Vietnam savaşı bağlamında Sovyetler Birliği ile Çin arasındaki Çin-Sovyet bölünmesi, eski nesil komünistler arasında ideolojik krize neden oldu.

 

İşte tam bu anda, soğukkanlı, üzerinde düşünülmüş, bir zamanla Marksist Leninist düşüncenin temel ilkelerine dayanan… Çin’in ideolojik ütopya teşkil ettiği… tarihsel köklerinin Lenin ve Stalin önderliğinde SSCB olduğuna açık göndermeler yapan… ama Sovyetlerde artık sosyalist olmayan kapitalist bir devlet ortaya çıktığı, hatta bu devletin Batılı kapitalist ülkelerde görülen ifade özgürlüğü ve muhalefet hakkı gibi uzlaşmacı özelliklerden bile yoksun olduğu söylemiyle… 1970 SSCB’sine mesafe koyan İKP (m-l), silahlı devrim ve proletarya diktatörlüğü hedefinde… Halkla bütünleşip amaca hizmet eden kim olursa olsun kısa vadeli işbirliğine gitmek amacı içinde yürümeye… dünyanın en zengin ve ekonomik konjonktürü yükselişte olan bir ilke Norveç’te ulusun kültürel ve entelektüel hayatında merkezi çekim noktası olarak hayatını sürdürmeye başladı. 1968-78 arasında bir dönemde Norveçli genlerine aykırı biçimde on binlerce kişi kısa veya uzun süreliğine partiye üye oldu, ya da sempatizan olarak partide yer aldı. Pek çok insan da bu dönemde kendilerini partiye adadı. Ostaljiye göndermeyle Norvalji diyebileceğimiz bir pişmanlık ve hayıflanma ile hayat boyu da etkisinden kurtulamadı.

-0-

Tüm siyasi hayatımızın cennetle cehennem, Çin cenneti ile karşıdevrim cehennemi arasında gerilmiş bir halde geçip gittiği, birbirini sürekli olarak gören ama birbirini hiç tanımayan bu guruba ben de dâhildim artık… Yapılan hatalar kemikleşmesin diye özeleştiri devreye girerdi. Her hatanın içinde ileride yeni ve niteliksel bir özelliğe dönüşebilecek ve seni işçi sınıfı yandaşlığından burjuvazi yandaşlığına götürecek bir tohum bulunabilirdi. Partinin güvenlik politikası aynı zamanda güvenlik ağı görevini görüyordu. Bu ağın içinde çırpınıp duruyor, parti üyesi olduğumuz sürece dışarıya çıkamayacağımız devrimci bir mitoloji içinde ancak var oluyorduk. Kurulan garip gurup dinamiğinin kıskançlık, hakir görülme, aşk, nefret, boyun eğme, kendini ön plana çıkarma gibi şeylerden oluşan acayip bir atmosferin yarattığı bir mekânda konuya odaklı ciddi ve canla başla çalışıyorduk.

-0-

İşler ciddileşiyor, İKP(m-l) yükselme dönemine geçiyordu. Parti içindeki sınıfsal dağılımın hatalı olduğunu aramızda gücünü tam olarak kullanamayan fazla sayıda entelektüel bulunulduğu, işçi sınıfının yanında daha aklı başında işler bulunulmasının, kendini proleterleştirme, zamanının geldiği söyleniyordu.

 

Ben tehlikeli miyim? Evet. Çünkü büyük ve belirleyici iki sınıf arasında konumlanmış, her an kayabilecek bir ara tabakada yer alıyorsun. Hangi diktatörlüğü seçeceğine sen karar vereceksin.

 

Ben bunu kabul etmedim. Bu benim sırrım mezara kadar götüreceğim. Bu arada her nasılsa partinin Lavrik parti sözcüsü olmuştum. Dışarıda general, içeride emir eriydim. Boş kâğıda imza atıyordum. Başlangıçta neyi imzaladığıma dair bilgi veriliyordu. Sonra bu giderek bu da yok oldu. Artık ismim, Knut Pedersen’e ait değil partiye aitti.

 

Eskiden sorun ortaya konur, ortaklaşa çözüm üretilir, görüşmeler sonucunda ortak görüşler, lehte, aleyhte konuşmalar tartışmaya açılır sonunda ne yapılacağına karar verilirdi. Kişiler de özgür iradesiyle bu karara uyardı. Üyeler önemli sorunları tartışmadan önce sorunun cevabı Merkez Komitesi tarafından kararlaştırılırdı ama tartışmanın amacı da zaten önceden belirlenmiş cevabın oybirliği ile desteklenmesiydi. Bu bile bir şeydi.

 

Şimdi artık yoldaşlar uyukluyorlar ve kılıcını çekmiş şövalyeye aldırmıyorlar hatta uykudaymış gibi davranıyorlar konu değişmedikçe de uyanmaya niyetli görünmüyorlar…

 

1980 yılının şubat ayında, bir silah sesi yankılanmıştı Larvik’te.

O ses, silahın ateş aldığı o günden bu yana hala benim kulaklarımda çınlıyor.

Silahın ateş aldığı an, benim orada olamamam, hiçbir şeyi değiştirmiyor.

 

… eğer daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız, özeleştiri olarak da görebileceğimiz romanımı okumanızı öneririm deyip bitirdi Pedersen.

 

Ben de aldım titreyen elinden kalemi, koydum masaya…  bu sefer bu kitapla ilgili yorumu size bırakacağım ama bırakmadan önce derim ki, kitapta Pedersen’in yaşamı ile İKP/ (m-l)’nin,  yaşam süreci adeta iç içe… ve iki tutku var kitabın içinde, iç içe…

 



Son olarak, her ne kadar çevirmenin metne sadık kalma endişesi çok fazla ki kitabın adındaki, birini sürekli rahatsız etmek, birine sataşmak, peşini hiç bırakmamaktan ibaret “musallat” bana da musallat olarak, beni de rahatsız etti… ve okurken bazı yerlerde zorlansam da neredeyse Saramago gibi noktalama işaretleri kullanılmadan yazılmış bu kitabı, Banu Gürsaler Syvertsen gibi Norveç’te yaşayan bir çevirmen, ancak bu kadar iyi çevirebilirdi.

Kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…  

 

18.03.2021 mehmetealtin,

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Haziran 2020, Norveç’te ilk baskı Ekim 1982

 

Not:

İKP/ (m-l), Stalin rejimi de dâhil olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki Marksist ve Komünist rejimleri desteklediği için zaman zaman eleştirildi.  Kamboçya'nın Kızıl Kmerleri 'ni açıkça onayladı ve Phnom Penh'i işgal edildiğinde Klassekampen baş sayfasının başlığında "Yaşasın Özgür Kamboçya" yazdı. Pol Pot yönetimi sırasındaki rapor edilen cinayetlere rağmen İKP/ (m-l) desteği devam etti. Parti, o zamanlar bu raporları yeni rejime karşı bir karalama kampanyasının parçası olarak görüyordu ve ülkeyi ziyaret ederek destekleyen heyetleri vardı.

Partinin iç işleyişinin çoğu, doğası gereği gizliydi. Parti programı, 1990'dan önce silahlı devrim çağrısı yaptığından beri şiddetli ve aşırı olarak kabul edildi ve o zamandan beri "devrimi silahlarla savunmak" olasılığını hep açık tuttu.

2003'te parti liderliğinin iki eski üyesi, Finn Sjue ve Egil Fossum, partideki totaliter kültür için özür diledi.



[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Workers%27_Communist_Party_(Norway)

[2]https://en.wikipedia.org/wiki/Johan_Sverdrup

[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Klassekampen