Vadi,
İnan Çetin,
340
/ CXCV
“ Vadi, öldüğüm ve doğduğum yerdir.” S.294
Yazarı İnan Çetin yönetimindeki Vadi, bir film
öyküsü gibi… bir diğer yandan da romana yansımış ve yaslanmış kapsamlı bir anı
defteri, bir günlük sanki… anlatıcısının da seyredenin işi zor ve bu uzun yol, oldukça
acı yüklü.
“Bir akıl tutulmasıyla” 1938’de Hozat’ta başlayan, bir güneş tutulması ile 19 Nisan 1939’da Ankara’ya varan, II. Paylaşım Savaşı hemen sonrası Almanya’ya, 1989 Berlin Duvarının yıkılışı sonrasına kadar sürüp, tekrar başladığı noktaya dönen bir yolculuk bu.
Uzun olduğu kadar da acıyı onurla taşıyanların insanlığa sunusu ve sorusu…
Gerçeklerin mutlaka ortaya çıkma yasası üzerinden, yazıl(a)mayan tarihin sırının sırrına varmak için “ Ayna, ayna söyle bana, benden daha yüce, başka bir ulus var mı bu topraklarda?” diyerek, soralım bakalım vizörün içinden aynaya, ne yanıt verecek bize bu kitapla… Beyazperdeye yansıyan satırlarda…
-0-
… Kuşgör(e)mez parsların koruduğu, gelincik öbeği bulaklarda, kınalı ur kekliklerinin gökten inen ışıkla çevrelendiği sahne ile açılır perde…
Boruz, Timtik ve Derviş ezbetlerinin[1] güneşe duaya durduğu toprak… buradaki her bitkiyi, her hayvanı, öten her kuşu, börtü böceği, ağacı ve taşı bilen toprak, burada doğanları tanıyan, onlarla konuşan, yaşlılarla, yaşananlara beraber ağlayıp, beraber gülerken… onlarla beraber yaşayıp, onlarla beraber üzülüp, onlarla duyup, öylesine dinliyor ve anlıyor ve öylesine merhamet ediyor ki insanlarına, beni de aldı, oturdum börtü böceğiyle beraber bağrına… aynı topraklarda, aynı aklın tutulmasında, elçi kılığına girmiş birisi tarafından hançerlenen, her dilden, her dinden kişi, bilge Süleyman bile “ sevdiğin topraksa, içindeki kan sensin” deyip nefes verdi yanı başımda… yanımda duran gebeleri de dinledim, eğer idrarlarıyla sulanan buğday, arpadan erken yeşerirse doğacak çocuk erkektir, diye öylesine güvenmekteler bu topraklara…
Bu toprakların kızı, yeni doğan bebeğiyle beraber, kimlerin, neden ve ne niçin yaptığını bilemediği, asla yanıt alamadığı bir anda, sevdiklerini bağrına alan, bu nedenle çaresiz ve mahzun kalan bu topraklarda acılarıyla var olmak gibi amansız bir hastalığa yakalanmaktan çok korkan Pervane; oğlu Hidayet’i bırakıp, kucağına alırken oğlu Suat’ı… ben de Bosna’dan Damir’i, Bask’tan Gorka’yı, Karabağ’dan Qaflan’ı, Arakan’dan Sawfan’ı, Tigray’dan Mulugeta’yı alıp beraberce çıktık tarihe kan düşmüş mağaradan… acılı ve kutsal bir yükle başlayan yolculuğunda Pervane, önce Pertek’e oradan da Harput’a varacaktı. Yaşamının şimdi şekli şemaili vardı.
Belinde tabancası, kucağında bebeği, sırtında
çantası, ertesi sabah yola çıkma düşüncesiyle “ Ömrümün geri kalan bölümünde ben yine Pervane olacağım. Sen ise
adının Hidayet olduğunu bilmeden Suphi ol, yaşa.” dedi, bakarak benden onay
bekleyen gözlerime, susarak saklayacağımı bilerek sırrını belleğimde… O sırada bebek, kuş cıvıltısını andıran bir
sesle, küçücük yeşil gözleriyle Pervane’ye bakarken her yeri kan içindeydi.
Yarı ölü sayılırdı. Soluk alması bir mucizeydi.
-0-
İzleyen bölüm, Pervane’nin umuda tutunma... yeniden aile olma… yeni ailesinin dirliğini düzenini Siyamet, Dilef ile Ankara’ya yerleşerek sağlama güdüsünde yoğunlaşırken, iki kadın, bir erkek, bir sabah aynı yatakta uyanıp, gerçeğin kendilerini ne kadar huzursuz ettiğinin farkına vardıklarında… içlerinden birisi, Dilif, çıkarları ve kötülüklerine kılıf olarak dini kullanan komşularından birisinin nefretini odasına kilitleyip, ölmeye yatsa da Siyamet’in “Bizler, Şahmeran soyundan gelmeyiz. Sırlar dünyasından bu dünyaya bir ruh olarak gelir, yaşar, zamanla tüylerimiz dökülünce gömlek değiştirip, sırlar dünyasına göçeriz.” deyişini düstur edip… Pervane, Siyamet, Suphi ve yeni doğmuş kız kardeşi Feride ve evin emektarı olmuş Nezahat,[2] ile değiştiremeyecekleri, değiştirmeyecekleri kendi kimlikleri, akıl ve yetenekleriyle, kadere inanıp kaderlerini yönetip, her gün güneş durur, güneşe koşan dünya ile güneşe dua etmeye, yılmadan düşlerinin peşinde koşmaya, devam ettiler.
Düşlerinin peşinde Pervane, değişimin gitgide dallanıp budaklanmasından ve hep farklı görüşlere, farklı görünüşlere, farklı davranışlara ve kurallarına farklı insanlara ihtiyaç duymasından biraz ürkse de, Siyamet ile beraber artık Ankara’nın ünlü bir uğrak yeri olan işyerlerinde olmak hoşuna gidiyor, işi ile beraber Pervane de büyüyordu. Bu sanki bir oyundu ve oyunun zihinsel kapasitesi sınırsızdı. Öyle ki, Pervane’nin zihinsel olarak tökezlediği bir gün vadiye sığınıp orada ölmek istediğini söyleyince Feride’nin ona taktığı lakapla lafdöven Nezahat bile bir midye gibi gözlerini kıstı, dudaklarını ısırıp kapattı, onun delirdiğini raydan çıktığını düşünerek neredeyse bayılıyordu. Feride de “Git anneciğim, eşiğin ötesidir Hozat” dedi gülerek.
Bu arada, Suphi, omuzunu her daim sıvazlayan bir
elin gücünü ve sevgisini hep hissederek büyümektedir. Evin içindeki bilinen bir
bilmezliğin ağırlığını bütün ruhuyla hissetmektedir. Pervane kendine umduğu
merhametin, kendi hayal gücünde, beslediği sarsılmaz umudunda, düşüncelerinde
olduğunu biliyor ve bunu sık sık ona da kızına da söylüyordu. “İnsan taş gibidir. Kaya gibi zamanla çatlar,
ayrılır, içinde öyle yarlar açılır ki kederi o yarlardan akar gider. Yoksa
insan nasıl dayanır acılara?” derken, azaltmak istediği bu ağırlığı aslında
büyütmektedir…
-0-
İkinci yarı, Türkiye’nin doğusunda bir mezrada doğmuş,
başkentte büyümüş, çeyrek yüzyılı aşkın bir zaman önce kurulmuş bir
cumhuriyetin yurttaşı olan Suphi’nin Berlin’e okumaya gelmesiyle başlarken… Suphi,
ıstırapla mutluluğun koyun koyuna yattığı -savaşta yitirdikleri oğulları adına
oğul bilindiği- yaşlı Alman çiftin evini mesken, evinin
tamamlayıcı ve ayrılmaz parçası, Alt Berlin Kahveyi yeniden doğup, biçimlendiği
mağara bilip, ruhunun iniltisini duyup yaşamına karışan Nicole ile kapısı
konuklara, pencereleri göğe açık yeni adresinde bulur kendini…
Ancak kafasının içindeki loş bir ışık vardır ki, onu rahatsız eder. Unuttuğu, kaybettiği bir şey vardır. Onu bulmalı yerine koymalı, unutmak geçmişimizi değil de geleceğimizi tehdit eden bir ışık ise sönen lamba tekrar yakılmalıydı. Annesinin geçmişi de dâhil babasının, büyükannesi bildiği Dilif’in geçmişi yerli yerine oturtulmalıydı. Annesi, neden bu konularda konuşmuyordu? Babasının izini sürmeli, Hozat’ta başlayan hayatı nerelerden geçmiş, bunu öğrenmeliydi… bu niyetle kurcalarken telefonu Suat, bir gün Pervane’ye gelen bir telefon ile Pervane;
“’Ses onun.
Hıdır’ın sesiydi. Ama o değildi’ dedi kendi kendine.” Sonra da Suphi’ye seslendi iç sesiyle “Pervane sana kan kokarken kavuştu ciğerim.” derken, aklı kaydı zaman aralığına… sordu, Suphi’nin
öz oğlu mu üvey oğlu mu olduğunu kendi kendine… aynı anda hayata katlanabilmek
için Hidayet ve Suphi ile beraber bir mağarada, bir köstekli saate sığdırdığı ömrünü,
mağaradaki bir askerle beraber taşırken gördü, kendini perdede…
-0-
Kapanırken perde, özellikle son bölümün, beni de kurgunun
zaman aralıklarına kaydırarak, sayfa mı eksik, sahne mi eksik huzursuzluğuna
bıraktığını… Pervane’nin Ankara’daki kişisel gelişiminin, hayatın doğal akışına
uygun olmadığını… Ailenin olgunluk döneminde evin kızı Feride’nin aile adına
önemli bir iş kadını da olmasına rağmen, aileden sayılır Nezahat kadar bile yer
almadığını… kısaca yaklaşık kırk seneyi kapsayan bu yolculuğun son sahnelerinin
hızına yetişemediğimi, tadını da alamadığımı, emeğine sağlık yazar adına keşke birkaç
sayfa daha yazıp da öyle bitirseydi diye kendime söylenirken, ayrıldım
sahneden…
Kalın tasasız ve sağlıkla bu kitapla da…
24.04.2021 mehmetealtin,
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
Yapı Kredi Yayınları, 1.
Baskı, Şubat 2020