18 Mart 2022 Cuma

 

Kayıp Tanrılar Ülkesi, Ahmet Ümit,  892-10 / CCVII

 

“Gördüğü ağır işkencelere rağmen, Palmira antik kentinin en önemli eserlerinin yerini söylemediği için kafası ‘IŞİD tarafından ’kesilerek öldürülen arkeolog Halid Esad’ın anısına…”

 

“Sevginin de şefkatin de, cezanın da, şiddetin de, fazlası onları yoldan çıkartır. En yakınlarını bile kolayca unuturlar. Öz çocuklarını bırakıp gider, sevdiklerinin gözyaşlarına bile bakmazlar. ‘İnsanlara dikkat et Zeus!’ “ dedi, Prometheus.

“Ben, yalnız Herakles’in değil bütün mahlûkatın babasıyım… Devasa sunaklarda, kendi etlerinizi sunacaksınız bana, … ama boşuna, asla bağışlanmayacaksınız. Hain, riyakâr ve yalancısınız. Bir tanrıdan veya tanrıçadan yüz bulamadığınızda derhal ötekine dönersiniz. Uğruna tapınaklar diktiklerinizi, kurbanlar verdiklerinizi unutur, yardımını umduğunuz öteki tanrı ve/veya tanrıçayı seçersiniz.

Baba olmayı beceremeyenler, tanrı olmayı da beceremezler. Dünyanın düzenini savunmak için kendi evladımın bile acı çekmesine rıza gösteriyorsam eğer; saflık gerekir bize… en masum, en vahşi ve en güçlü halimize dönmeliyiz. Gereksiz merhamet ve şefkatten kurtulmalıyız. Ne acıyacak kadar kibirli, ne hataları affedecek kadar şahsiyetsiz, ne de acizlere yardım edecek kadar çaresiz olmaya hakkımız var.  Tembellerin, hayatı yavaşlatmalarına izin veremeyiz. Gerektiği kadar acımasız, kararlı ve inatçı olmalı ve çelikten pençelerimizle parçalayıp düşmanlarımızın göğüs kafesini, çekip çıkartmalıyız sefil yüreklerini… diyerek, yanıtladı Zeus.”

Polisiye romanları çok seviyorum. Kurgusu sağlam, sosyo-ekonomik ve tarihsel süreçteki olayları, eğip bükmeden, gerçeklere dayanarak yansıtıyorsa, yeni öğrendiğim pek çok bilgiyi dağarcığıma atıyor ve mutlu oluyorum. Zaten okumanın amacı da bu değil mi? Bu tür polisiyeler, hem bilgiyle hem de heyecanla donanmış, kaymaklı kadayıf gibi… Örneğin, Nazi dönemi öncesini ve sürecini kapsayan Voklner Kutscher’in kitapları, benim için tipik örnekler. Bu romanlarda, Alman Tarihi’nin meşum yüzünü, coğrafyasını ve kurumlarını adeta canlıymışçasına izleyebilirsiniz.

Ahmet Ümit, polisiye dalında, hemen bütün kitaplarını okumama rağmen çekince ile yaklaştığım yazarlardan birisi… bunun nedeni, Türkiye’de gözlerin polisiye romana çevrilmesini, saygınlığının ve yazarlarının artmasını sağlamış ve günümüzün polisiye klasikleri arasında yer alan Sis ve Gece romanından aldığım tadı diğerlerinde bulamamamdan kaynaklanıyorsa eğer; ki yanıtım “Evet!” kendisine haksızlık ediyorum. Bir yazarın her kitabından aynı yetkinliği bekleyemezsiniz. Ayrıca her kitabı herkeste başka duygu ve tatlar bırakabilir. Bu romanı Kayıp Tanrılar Ülkesi ise iyi bir polisiye romanı.

Ancak yine de bir sorun var ki, kitaplarına fazlasıyla ansiklopedik bilgi sığdırması… Diyeceksiniz, -“ Bunu sen de yazılarında yapıyorsun.” Evet, ama benim amacım, sizi külfetten kurtarıp, gerekirse ek bilgiye kolaylıkla ulaşmanızı sağlamak.  Yoksa ben bir romanda kafayı ikide bir dip notlara vurmayı veya iki de bir Ulu Bilge Manitu Google’un karşısında el pençe durmayı sevmiyorum. Bu romanda da Zeus’un dilinden, katilin elinden çıkmış, kurbanlarına ve geride kalanlara hitaben Zeus adına yazılmış, on iki adet, altmış bir sayfayı bulan iletinin kapsamından ve uzunluğundan söz edersek, kapsam ve uzunlukları oldukça fazla… İletilerle, içerik arasındaki bağı çözmeli ve iyi okumalısınız. İletiler yerinde ve gerekli… olmazsa olmaz ama uzun ve okuyucuyu da romanı da yıpratıyor. Daha kısa alıntılar(=epigraf) yeterli olabilirdi.

Öte yandan, ben bu romanı bir polisiye roman olarak okuduğum kadar, ellerimizden kayıp giden… Elimizden kayıp gitmese, zamanında Ara Güler’in Afrodisias’ı bulduğu gibi, ağır balyozlarla kırılmış parçalarını, köy bina ve ahır duvarlarında görebileceğimiz, aslı Almanya’da Berlin’de sergilenen, - Grek değil -, Attalid Krallığı’na ait eseri,  Zeus Altarı, Pergamon Tapınağı adına da okudum.  

Romanın yatay örgüsünde; azınlık bir kadını, Alman yargıçlarının gözü önünde on sekiz yerinden bıçaklayarak öldürecek kadar ırkçılığı barındıran yabancı düşmanlığı… bu ortamdan beslenen iç siyasetin şemsiyesindeki Naziler ve devlet kurumları… Büyüdükleri ve serpildikleri toprakta, içtikleri suyla aşılanarak, başka bir meyveli ağaca dönüşmüş TürkoGermenler… ve yine bu ortamdan etkilenip polis olmaya karar veren, mahallede oynamaya başladığından beri yabancı düşmanlığı ile karşılaşmış, en sevdiği öğretmeninin bile gizli aşağılamasına maruz kalmış komiser Yıldız Karasu ile Türk kültürünün tozlarını üstünde taşıyan yardımcısı Tobias Becker… insanoğlunun her türlü bozuluşunu, cinsel, dinsel, ırksal her türlü yozlaşması altında, olayı çözmeye yeminlidirler.

Romanın ana örgüsüne, katilin iletiler ile içerik arasındaki bağlantıya, yazarın tüm bu sorunların kaynağı diye gördüğü erk(ek), yani o başsız-sonsuz baba-oğul çatışması yerleşmiş…

“Babasız çocuklar tanrıya sığınırdı ama o tanrı olmayı seçti.”

Romanın özeti, yukarıdaki tümceye sığdığı gibidir. Ancak, baba olmayı beceremeyenler, tanrı olmayı nasıl becereceklerdir? Geçmiş, geleceği içinde tutan sırlarla dolu bir ayna olduğuna, bilgelik yaşananları anlamakla başladığına göre baba olmayı bilmeyen babasını, yok edenler de bir gün baba olmayacak mıdır? Ya da baba olmayı bilmeyen ve babasını yok edenler de bir gün baba olmayacak mıdır? Yaşamı veren de alan da babadır/tanrıdır. Devlete ve babasından başka babaya sığınanlar, baba olacak çocukları ve çocuk olmuş babaları her canlı gibi yaşamı ve ölümü tatmayacak mıdır? Var eden de yok eden de “Baba=Tanrı” değil midir? “Sizi yok edecek olan, sizi yaratandır.” S.338

Baştanrı Zeus’a bir sunu ile başlayan roman, bir zamanlar yeryüzünün sekizinci harikası sayılan Pergamon’a özgü, ustalıklı çizilmiş çizimleri ve olayları anlatan satırlarla merakı daha da arttırır. Ancak, tanrılara insan kurban etmek Pergamonlular’ın işi değildir. Yüzyıllarca Atina’ya karşı kültür ve sanatın merkezi olmayı sürdüren bu kente kimse kara çalmaya cüret edememiştir. Nitekim bu topraklarda yer alan Truva Savaşı’ nın asıl nedeni bile bir aşk öyküsünün trajik sonucu değil, asıl nedeni Pontus’tan, Atina’ya yapılan ticareti engellemektir.  Baba Tanrı Zeus’un, günümüzün inancında tanrının ilk hali, kudretli, acımasız ve kendince adil, Zeus’un Altarı’nda, insan kurban edilmemiştir.  Altar tahta benzer ama şeytanın değil, Zeus’un tahtıdır. Pergamon çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçiş için bir köprüdür.  

Romandaki kilit taşı, Berlin’deki Zeus Altarı’ndadır. Çözümü ise Bergama’da Akropol’ün en yüksek yerinde, kartal uçuşundadır.  Bu romanda Pergamon’u özel kılan bir diğer unsur ise babalar ve çocuklar zincirlemesinde Pergamon kazılarının başlamasıyla, kimlik ağacı büyüyen… tıpkı Altar gibi, bir ayakları Bergama’da bir ayakları Berlin’de olan… Pergamonlular’ı ölmez kılanlar arasındaki Ölmez Ailesi ile… yüksek karakterli, sağlıklı, zeki ve cesur Arî ırk adına, partilerinin kartalı altında gamalı haç olmasa Federal Alman Cumhuriyeti’nin simgesi ile aynı kartalın kanatları altında yer alan… gerçek, vahşi ve kanlı bir sunakta,  Zeppelin Tribünü toplanan Naziler’in ardılları… gönüllü unutkanlık altındaki Almanlar, Neo-Naziler ve devlet kurumlarıdır.

Kitabı okumadan önce, Zeus ile Zeus Altarı hakkında bilgilenmenizi sonra bir uçurum kenarında şezlonga uzanıp, yanına koyduğunuz kadehinizi, sırtınızı sağlama almanızı, yüzünüzü güneşe dönmenizi önerir,    sağlıkla ve kitapla kalmanızı dilerim.

18 Mart 2022 mehmetealtin,

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayımları, 1. Baskı, Haziran 2021