24 Aralık 2021 Cuma

 


Volvo Kamyonlar, Erlend Loe, 182 / CCIII

Çeviri: Dilek Başak

 

 “Norveçliyim. Bir karım ve üç çocuğumla Oslo’da yaşıyordum. … Son yılda değiştim. …önceden yaptığım işleri artık yapmıyorum. Ormana taşındım. Şu an nerede olduğunu bilmediğim bir geyiğim var. Onu, tek gerçek dostumu, özlüyorum...

Nereye gittiğimi bilmiyorum. Ne aradığımı bilmiyorum...

Bir takım şeyler olması gerektiği gibi değil.

İnsanları sevmiyorum. Ama neyi sevdiğimi de bilmiyorum. S.90

 

-o-

 

Erlend Loe’nin kitaplığımda yerini alan dördüncü kitabı Volvo Kamyonların anlaşılması için,  başlangıcındaki, savsözünü okumanız yeterli:

 

"S….rin gidin, bana söylediklerinizi yapmayacağım!"

 

Bunu, romanın ana kahramanı Maj Britt Moberg ile Andreas Doppler'in topluma karşı savaş duyurusu olarak okuyabileceğiniz gibi okuyucularıyla, yayıncılarıyla ve eleştirmenleriyle dalga geçen anlatıcının, -yazarın kendisinin- savaş duyurusu olarak da okuyabilirsiniz.


Roman, temelinde, yazarın 05 Nisan 2016’da izlenimlerimi yazdığım,  Doppler romanının devamıdır. Ancak, 158 sayfalık, her bölümü bir, bir buçuk sayfalık metinler üzerinden bir dizi dipnota gönderme yapan, Volvo Kamyonların içeriğinden, Doppler’in devamını beklerseniz yanılırsınız. Andreas Doppler dâhil ne karakterleri, ne anlatımı, ne de biçimi aynı değil. Örneğin; bu romanda anlatıcı ve ana karakter aynı değil. Anlatıcı bir ben-anlatıcıdır ve kendisini "Ben -bunu yazan-" "Erlend Loe" olarak tanımlamaktadır. Bu biçimde kurgusal karakterleri bile kendisine bağlamakta, kendisi de bir karakter olarak romanda rol almaktadır.

 

Dikkat çeken dipnotlarda; 1) Aile üyeleri veya metindeki bir olayın arka planı hakkında bilgiler, 2) Okuma deneyimiyle ilgili yorumlar, 3) Düşünceler olduğu gibi bilgisunar öbeklerinden, ansiklopedilerden ve kurgusal metinlerden alıntılar da yer alıyor. Alıntıların fazlalığı, kurguyu bozuyor ve okurun metne olan ilgisi ve saflığı zedeleniyor.

 

Romanın, on ila on iki gün süren öyküsünde Andreas Doppler, oğlu Gregus ve geyiği Bongo ile birlikte İsveç'in Eda belediyesine gelir. Burada, birbirine komşu ve düşman olan çok yaşlı iki özel kişiyle tanışır. İkisi de taban tabana zıt abartılı ve karikatürize edilmiş, kişiler:  - Kuş tacizcisi, esrar bağımlısı, asi ve reggae müzik hayranı - Maj Britt Moberg, ile - tutkulu kuşbilimci, izci, toprak sahibi ve yaşını başını aldığında genç bir kadınla evlenip ondan saçlarının kısacık kestirmesini, oğlan gibi giyinmesini ya da olduğundan farklı biriymiş gibi davranmasını isteyen, gizli eşcinsel - Anton von Borring.  

 

Volvo Kamyonlar romanındaki ana karakterler, Maj Britt Moberg, Anton von Borring ve Andreas Doppler'dir. Ortak noktaları, hepsinin de toplumu terk etmeleridir.

 

Andreas Doppler’in iki eski arkadaşı, oğlu Gregus ve geyik Bongo, edilgen karakterlerdir.  Her ikisi de kısa bir sürede; Maj Britt’in Bongo ve Gregus'u "vahşi bir geyik" ve "geyiklerin yetiştirdiği çocuk" efsanesi: “Annesiyle babası o daha bebekken buzuldaki bir çatlağa düşüp kaybolmuş… Geride kalan bebek Gregus’u sözde bir geyik ailesi, Bongolar yetiştirmişti!” öyküsüyle - turistleri kandırıp fotoğraflarını çektirerek sömürmesi sonrasında Andreas Doppler’i bırakıp ortadan yiterler.  

 

Doppler romanındaki Andreas, Gregus ve Bongo’dan oluşan grubun lideri Andreas Doppler, Volvo Kamyonlar takımyıldızında, Maj Britt ve von Borring arasında korunup kollanan bir uydu çocuğa indirgenmiştir. Takımyıldızının üyelerinden, Maj Britt, doğurganlık, kontrolsüzlük, sarhoşluk, parti ve isyan dolu bir hayat sunarken… bir bahar akşamı oturduğu taşta bir kuş gören von Borring ise taştan kalktığında, bir dakika önce o taşa çökmüş olan genç adamdan farklı biridir. Eskiden olduğu gibi hastalıklı ve yalnız çocuk değildir artık… Bazıları İsa’yı görür ve tuttuğu yolu değiştirir ya, bu da onun gibi bir şeydir.   Von Borring artık başkalarına yardım etmeyi amaçlayan disiplinli bir yaşam talep eden katı bir öğretmen, bir izcidir.

 

Romanın öyküsünde; Yaşamın özünde haksızlık olduğundan, çarpıklıklarının sonunun gelmeyeceğinden, evrenin yavaş, yavaş genişlemesi gibi, çok önceden belirlenmiş bir tempoyla bu çarpıklıkların her an büyüdüğünden, daha da çarpıklaştığından derin bir şüphe duyan… Asi ve otoriteye düşman, Tanrı’ya kızgın, Maj Britt Moberg:  insanların yüz, ağız, göz gibi unsurları görmelerine rağmen aralarında bağlantı kuramamalarına engel olan yüz körlüğü çeken 92 yaşında, iki oğlu olan bir duldur.  Çok acı çeker ve bunu hafifletmek için esrar içmektedir. Babası komünist Maj Britt ile toprak sahibi, satın alınmış unvan sahibi, von Borring arasındaki sınıf farkı, aralarındaki düşmanlığın kaynaklarından biri olup çocukken birbirlerinden hoşlanan bu çiftin birlikte oynamalarına izin verilmezdi. O zamandan beri de birbirlerinden uzaklaştırılacak şekilde yetiştirilirler.  Aralarındaki çatışma, kısmen çocukken birbirleriyle oynamalarını istemeyen ebeveynleri tarafından başlatıldığı gibi,  kısmen de Maj Britt’in daha sonra evlendiği Volvo’nun kamyon fabrikasında çalışan Birger adındaki kocasının von Borring’i arazilerindeki küçük çiftliği satın almak için von Borring’i sarhoş edip,  kandırdığı… ve von Borring’in atalarına ihanet ettiği düşüncesinin kendisini sürekli kemirmesinden de kaynaklanmaktadır. Son derecede sıra dışı ve birçok yönden izole hayat yaşayan, toplumu terk etmiş, bu ikilinin romandaki ana görevleri, sürekli birbirleriyle didişmektir.

 

Andreas Doppler, bu romanda yardımcı karakter gibidir. Ailesini terk eden Andreas Doppler’i oğlu ve en iyi arkadaşı geyik Bongo da çocuk-geyik efsanesinden sonra terk etmektedir. Her zaman iyi bir insan olarak tanınan Andreas Doppler’deki en önemli değişiklik artık ev özlemi duymaya başlamasıdır.  

 

-0-

 

Romanın sonunda, romanın sonunu belirleyen Bongo, keşfettiği özgürlük ve bilinçsiz üreme istenci ve neşesi içindeyken… Maj Britt Moberg, kamyonda von Borring’in saçlarını neden okşadığını düşünerek, bir festivalde gençlerden oluşan bir gurupla ölümüne dans etmektedir. Tüm kıyafetlerini çıkarmış, çırılçıplak Anton von Borring, daha önce pek fazla yaşamadığı bir şey olan, bu sevgi dolu okşamalara neden eyvallah ettiğini düşünerek, hayatı boyunca arayıp beklediği kolundaki Amur Doğanı ile Umeå sahilinde gözden kaybolmakta…   Andreas Doppler, geri dönüş yolunda gördüğü, bir guguk kuşu, bir serçe, bir çift ardıç, kuyruksallayan, su çulluğu büyük baştankara, mavi baştankara, bir çift şakrak kuşu anılarında, gecenin geç saatinde, aç, susuz, ama mutlu ve yorgun evine girmektedir.

-0-

Ben de romanın sonunu onlarla beraber izler, evde artan patateslerle yaptığım Norveç hayat suyunu[1] yudumlarken, bir not yazdım, Norveç’te yaşayan çevirmen, Dilek Başak’a.

 

Çevirmene notumdur:

 

Erlend Loe’nin oldukça dil oynatıp, dil çevirdiği, bu romanı, ancak hem Norveççe hem de Türkçe dillerini, kullanma donanımı ve becerisine sahip birisi çevirebilirdi. Başarılı bir iş çıkarılmış. Kutlarım! Bununla beraber, aşağıdaki tümceye takılmadan edemedim.

“ Doppler’in nihayet tekrar evine döndüğünde oğlu Gregus’a altıncı doğum günü için bu fabrikadan bir model uçak alacak olmasına ne demeli?” tümcesinde kullanılan ‘alacak olmak’ diye bir isim fiil yoktur.

·         Ya, alacaklı olabilirsiniz,

·         Ya da almış olabilirsiniz.

 

Türkçe yazım krallarına göre “bir edimin (işin) aşağıdaki gibi fiili, “almak”  varsa, fiilden türetilmiş isme “olmak” takılmaması kuraldır.


Kısacası tümce: “ … bir model uçak almasına ne demeli?” veya yardımcı bir eylemle, ki bu tümcede gereksiz,  “ … bir model uçak almış olmasına ne demeli?” biçimlerinde yazılmalıdır.


 

24.12.2021 mehmetealtin,

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Şubat 2021

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

 



[1] Aguavit


26 Kasım 2021 Cuma

 

En Hüzünlü Eylül, Osman Balcıgil, 1130 - 71 / CCII

 

 “Osman Balcıgil’in yakın tarihimizin 1950-1960 yılları arasındaki dönemine ışık tuttuğu

En Hüzünlü Eylül romanında;

Rumların ve Türklerin dostluklarını gösterirken,

Yassıada’da 6-7 Eylül şiddet olaylarıyla ilgili davada, geçmişle yüzleşip ders alınmadığını,

o nedenle, gelecekte Maraş, Çorum ve Sivas’ta can kıyımlarına yol açan şiddet olaylarına da yol açıldığını vurguluyor. “

--------

Hasan Akarsu, Cumhuriyet Kitap Eki, 22 Nisan 2021, s.11

 -o-

Sayın okurlar! Bugüne kadar yazdığım kitap yorumlarımda, yazarın yazdıklarının dışına çıkmayı, kendimden bir şey katmayı hiçbir zaman düşünmedim. Ancak bu defa bu satırların yazarı ve o günleri yaşayanlardan biri[1] olarak… kitaptaki boşlukları doldurmayı, bünyesinde dinsel, etnik ve siyasi virüs taşıyan, 6/7 Eylül şiddet olayları öncesinde Türkiye’nin o günkü siyasal ve sosyo-ekonomik durumunun fotoğrafını çekmek, Türkiye’deki yönetim erkinin ve halkının davranış biçimlerini kısaca irdelemek ve geçmişi hatırlatanlara, helalleşenlere geçmişi hatırlatmak, sözcüklere söz katmak, kitabın konusu olduğu kadar, hakkım ve görevim olduğunu düşünüyor, her zaman ortaya çıkmak gibi bir huyu olan kitabın yazarına gerçekleri bir kere daha ortaya dökmeye çalıştığı için teşekkür ediyorum.

Bu satırları ve/veya bu kitabı okuyan, okuyacak olup da benimle beraber o günleri yaşayanların arasında can ve mal yitimine uğramış olanlara, acılarını paylaşma yetim de yetkim de yok ama hiç değilse yazdıklarımla duyduğum derin üzüntüyü iletiyorum. Yoldaşlarıma, iyi insanlara “Umut kesilmez, umuttan!” diyerek, kötülükle savaşa devam diyerek, sondaki sözü başa alıyorum. Kalın, tasasız, sağlıkla ve kitapla!  

 

-0-

Yazar, İstanbullu, yazları Büyükada’da yaşayan, biri Türk, diğeri Rum Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, sevinçte, neşede, tasada ve yasta birbirlerine derinden bağlı, iki komşu ailenin bireyleri üzerinden… 1955 yılı 6/7 Eylül olaylarını olduğunca tarafsız ve gerçeklere dayanan bir kurguyla anlatıp tarihe bir iz daha düşürürken ne yazık ki; suçluların aynanın arkasında gizlendiğini bilmesine rağmen, aynada gözüken suçluların neden cezalandırılmadığını, romanın başkahramanı Suzan’ın ağzından,  hayıflanırken… anlattıkları ile yetinip,  “söyleyip de ruhunu kurtararak,” geçmişte olanlardan dolayı utanarak helallik istiyor! Arkasındaki karanlık fonu, bu fonda yer alan, karanlık oyuncuları,  bu kişilerin amaçlarını hepimizin bildiği, bu olay nedeniyle kendisi neden ruhunu kurtarmaya çalışıyor bilmiyorum. Bilemiyorum. Kendisi böyle demeyi uygun görmüş ve yazmış… ve ben de yaşamımın geçtiği ve yaşamıma dokunan izlerin olduğu, Samatya, Topkapı ve Burgazada üçgeninde, anne tarafından ailemin dostlarını, hatta akraba olduklarımızı, yakın arkadaşlarımı, ailelerini hedef alan, beni derin bir kızgınlığa boğan bu olayın anlatımını içeren bu kitabı duraksamadan aldım ve okudum. 

 

Sadece romana baktığımızda: ana kahramanları Suzan ile Yorgo’nun aşkı fazlasıyla köşeli, günlük hayatları fazlasıyla konforlu ve yüzeysel. Kitap tek bir kompartımanda Suzan, Vilayet, Yorgo Pera, ve Büyükada doğrultusunda sakin ve renksiz ilerliyor. Tartışma bile yok. Suzan ve Yorgo’nun izleyen gün ne yapacağını, neler olabileceğini sayfalar öncesi net olarak biliyorsunuz. Romanın konusunu şekillendiren, amaç ve hedeflerine kilitlenmiş ikincil kötü ya da iyi kahramanların; örneğin bu yolda unutulmuş Faiz Kaymak gibi bir kişinin kurgulanabilecek hayatları ile gelişebilecek katmanlardan, tatlardan, renklerden ne yazık ki, hiçbir iz yok. Onun yerine yazarın sinema tutkusu satırlara sürekli gelip, ansiklopedik olarak yansıyor. Bütün bu eksiklikler ve sığlık, kitabı zedelemiyor ama keşkelenen hüznü arttırıyor. Ve 455 sayfalık romanın merakla beklediğiniz asıl konusu son 80 sayfada birden bire önünüze düşüyor!

-0-

Gelelim kitabın konusuna; Bilindiği gibi 66 yıl önce Demokrat Parti'nin planladığı 6/7 Eylül şiddet olayları ile başlatılan saldırı, İstanbul'un yağmalanması ve sermayenin el değiştirmesiyle sonuçlanmıştır.

 

Hükümetin başat rol aldığı bir devlet planı olan 6/7 Eylül şiddet olaylarının olduğu günlere gelmeden önce de 11 Kasım 1942’de, devletin Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Türkiye ekonomisindeki ağırlığını silmek amacıyla koyduğu Varlık Vergisi günleri sonrasında… haksız yere palazlanan yeni zenginlerin belleklerine bu durum ağızlarını sulandıran günler olarak kazınmış, bu düşünüşün temsilcileri olarak ya kendileri ya da seçtikleri yasama ve yürütme erkinde yer almaktadır. Ancak, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği yıl açılan dış kredi muslukları 1954’de kesilince, fiyatlar yükselmiş, enflasyon artıp, karaborsa başlarken, her şeyin fiyatı devlet tarafından belirlenmeye başlanmış, şeker ve benzin dağıtımı sınırlanmıştır. Başbakan ve yandaşları ise ülkede her şeyin bol olduğunu söyleyip,  yoksunluk ve yoksulluğu nüfus artışına bağlamaktadır. Aynı zamanda Belediye Başkanı olan zamanın, İstanbul Valisi de yakacak istiflememesini, haftada iki defadan fazla et yenmemesini, ihtiyacın dışında fazla ekmek alınmamasını tavsiye etmektedir!

 

1950’de CHP Genel Merkez binasına el konulup hazineye devredilmiş, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucularından İnönü’nün adı, adının verildiği kuruluşlardan silinmiş, hatta kendisine çeşitli yerlerde defalarca saldırılmıştır. Ağustos 1951’de Halkevlerine el konulurken,[2] 1953’de CHP’nin menkul ve gayrimenkulleri hazineye devredilmiş,[3] feodallerin baskısıyla 1954’de Köy Enstitüleri kapatılmıştır.

 

Hükümetin nüfuzunu kıracak yazılar yazdığı için gazeteciler hapse atılırken,[4]  Sivil Toplum Kuruluşları, ya iktidar ya da muhalefetin yanında saf tutmakta veya saf tutmaya zorlanmış… İstanbul’u modern çehreye büründürmek, caddeler açmak için, anayasal suç da işlemek üzere, içlerinde tarihi eserler ve kültür miraslarının da bulunduğu, on binlere varan yapıyı yıkma hazırlıkları başlamıştır.[5]  

 

Sorulduğunda; “ Kendi adıma daha özgür bir ülkede yaşamak istiyordum.” diyen, iyi niyet oyları…  Savaşlardaki can, mal kayıpları ve mevcut yoksunluğunu ve yoksulluğunu CHP’den bilen yoksullar… toprak ve itibar yitiren ağalar, ikinci plana atılan hatta yer altına sığınan dinciler ve irtica, mübadele nedeniyle Rumlar,  sürgün dönemi nedeniyle Ermeniler, Dersim’e dayanan Kürtler, Varlık Vergisi nedeniyle Yahudiler CHP’ye kızgın çoğunluk, bir kısmı çıkarları gereği, bir kısmı çıkarlarına karşı olmasına rağmen, yanılgı içinde, DP’ye oy vermeye devam etmekteyken…  

… Yukarıdaki bölümde anlatılanlar tarih sayfalarının arasına eski Türkiye’den düşmüştür!

-0-

Arka planda bu gelişmeler olurken, Kıbrıs’ta Rumlar, 1878’de Büyük Britanya ile yapılan anlaşmada, anlaşma koşulları içinde, bir nedenle adanın Yunanistan’a terk edilmesine dair bir dip not bile bulunmamasına rağmen… tarihi de çarpıtarak… Emperyalizmin Elen kolu EDES, Yunan Ulusal Ordusunun ardılları, Yunan derin devletinin ve desteğinin altındaki, EOKA,  Kıbrıs'ta Britanya sömürge yönetiminin sonlanması ve adanın Yunanistan'a bağlanması adına, ENOSİS bayrağını açmıştır. Ve tarih yine yazar ki;  1933’de kapatılmış Kıbrıs Komünist Partisi ardılı, Emekçi Halkın İlerici Partisi, AKEL de bu bayrağın altına girmiş! … buna karşı Kıbrıslı Türkler de 1955 Nisan’ında “Var Olmak Lazımsa Kan Akıtmamak Niye“ baş harflerinden oluşan VOLKAN[6] adlı direniş örgütünün ilk nüvesini oluşturmuştur… VOLKAN’ın faaliyetlerini, Kıbrıs Türk’tür Partisi Genel Başkanı olduğundan perde arkasından Dr. Küçük idare ederken, mobilyacı Şakir Özel, yöneticilik ve başkanlık yapmakta, Asker Selçuk adıyla anılan öğretmen Selçuk Osman da eğitimci olmanın avantajlarıyla insanları bilinçlendirmekte bildiriler hazırlayarak EOKA’nın gerçek yüzünü göstermeye çalışmaktadır. VOLKAN’ın askeri kanadını yöneten ise Kemal Mişon’dur.

 

Başlangıçta Kıbrıs meselesinin milli dava haline gelmesini sağlayan, ilk kişilerden bir olan, Faiz Kaymak’ın çabalarıyla, Sedat Simavi de Hürriyet Gazetesindeki yazılarıyla Kıbrıs meselesini hükümetin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırmaya başlamış, bu aşamada Kıbrıs’ta Volkan, Kara Çete gibi Türk direniş örgütleri Türk Mukavemet Teşkilatı[7] çatısı altında toplanmıştır. 02 Nisan 1954’de, geçmişinde, CHP döneminin Türk Tarih Kurumu Başkanı, 1934’de Kars Milletvekilliği yapmış, günün Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü ise… Türkiye’nin Kıbrıs meselesi diye bir meselesinin olmadığını söylerken, Kıbrıs’ın… kuruluşundan o güne dek ya aymazlıktan veya o güne kadar yapılan telkinler veya önceden verilmiş sözler nedeniyle, TC Devleti’nin stratejik ilgi alanında olmadığını devlet adına açıklar!

 

9 Mayıs 1954’de yapılan Genel Kurul’unda, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı, TMGT[8] Kıbrıs Türkleri Komisyonunun kurulması... Çatı örgütü, Türkiye Milli Talebe Federasyonu TMTF’nin de 24 Temmuz 1954’de Kıbrıs Komitesini kurması ve iki örgütün 24 Ağustos 1954’de Kıbrıs Türk’tür Komitesini oluşturması ile 28 Ağustos’ta, Menderes’in “Neden kanunlara uygun derneğe dönüşmüyorsunuz?” telkini ile öğrenci dernekleri de uğursuz plana dâhil edilip… 2 Ekim 1954’de Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti yasal olarak kurulur. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti[9] Başkanı gazeteci Hikmet Bil gözükmekte, bir diğer gazeteci kimliğindeki, istihbarat elemanı Kâmil Önal ise cemiyeti gerçek başkan olarak yönetmektedir. Özetle, MAH, yani milli istihbarat, öğrenci derneklerinin çabaları ile durumdan vazife çıkarmıştır.

 

CHP siyasi parti ve muhalefette ama iktidarın milliyetçi söyleminin gerisinde kalmamak için yangına körükle giderken, Kahire’de toplanan Arap Birliği Siyasi Komisyonu ise bugün de olduğu gibi Kıbrıs konusunda ağırlığını Yunanistan’dan yana koymuştur.

 

Bu arada, TMTF Başkanı, Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti Yönetim Kurulu üyesi Hüsamettin Canöztürk’ü arayan Hikmet Bil’in… Londra’daki Türkiye karşıtı gösterilerden söz ederek, Hürriyet, Vatan ve Milliyet gazetelerini aradığını Taksim’e muhabir istediğini ve Taksim’de Yunan Gazetelerinin önceden organize edildiği gibi yakılmasını istemesiye… şiddet sürecinin başlangıcı kışkırtmaların ateşini yakar…   

-0-

 

… ve uğursuz günün ortasında, 6 Eylül 1955'de saat 13.00’da devlet radyosundan duyurulan, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalı saldırıya uğradığı haberi, dönemin istihbarat örgütü MAH’ın hizmetindeki, normalde 20-30 bin tirajlı İstanbul Ekspres gazetesinin o dönemin teknik koşullarında hiç de kolay olmayan 290.000 adet basılan ikinci baskısında, manşetten Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti tarafından dağıtılır. Oysa bombalama olayının gerçekleştiği gece konsolosluk görevlisi Hasan Uçar gözaltına alınmış, düğüm Yunan mahkemelerinde zaten çözülmüştür. Oktay Engin[10] ve Hasan Uçar tarafından Selanik’teki Atatürk’ün evinin bahçesine konan Selanik’teki konsolosluk görevlisi Mehmet Ali Balin tarafından diplomatik kurye ile İstanbul’dan getirilmiş bomba, 00.04’de patlamış. Haber 13 saat gizlenmiş. Haber, İstanbul Valisi ile Abdullah Efendi Lokantasında yemek yiyen Başbakan Menderes’in, başka bir odaya geçerek, İstanbul Valisinden bile gizlediği talimat ile saat 13.30’da Anadolu Ajansı tarafından yayına konmuştur.

 

Bu işareti alan vandal ve yağmacı kitleyi Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti (KTC) ile İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği (İYOTB) yönlendirecek, İstanbul dışından gelecek Vandallar, yönergelere uygun karşılanacak, Taksim’e ulaşmaları sağlanacak, izleyen süreçte… Kimler, kimleri nasıl taşıyacak? Her şey planlanmış, vazifeli kişiler ellerinde listelerle beklemektedir. İçişleri Bakanı Namık Gedik’in Emniyet’e verdiği emir ise aynen şöyledir: “Bu milli bir ayaklanmadır. Müdahale etmeyiniz.” İstiklâl Caddesinin başından gürültüler geldiğinde altı yedi kişinin ellerinde bavullarla Kuyumcu Franguli’yi soymaya, tesadüfen gelmiş olmaları ise bu emrin satır aralarının içindedir. 

 

Planın en ilginç yönlerinden birisi ise, olayların hemen ardından basında çıkan haberlerde önce, “halkın duygusal tepkisi”, “milli galeyan” gibi ifadelere yer verilirken kısa bir süre içerisinde hiçbir delile dayanmadan Komünistlerin suçlanmasıdır. Asıl fezleke hasıraltı edilmiş, başta Aziz Nesin olmak üzere diğer sol görüşlü kişiler, Kominform’dan aldıkları emir masalının anlatıldığı fezlekenin kabul ettirilmesiyle dosyada adı yer alan elli solcu aydın tutuklanmıştır. Aceleyle hazırlanmış suçlular listesinde çok önceden ölmüş olanlar ve askerliğini yapmakta olanlar dahi vardır! Bu kişiler 5 ay cezaevinde tutulduktan sonra beraat etmiştir.

-0-

6-7 Eylül Olaylarının üzerinden 40 yıl geçtikten sonra, o günlerde Özel Harp Dairesinde çalışan eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu gazeteci Fatih Güllapoğlu ile yaptığı bir röportajda, “ 6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diyecektir.

 

27 Mayıs 1960’ta ordunun darbeyle yönetime el koymasının ardından gerçekleştirilen Yassıada Duruşmalarıyla olaylar tamamıyla Menderes hükümetinin üzerine yıkılır. Duruşmalarda ortaya çıkan, kanıtlar ve tanıkların anlattıklarıyla olayların baştan sona planlı bir şekilde yürütüldüğü ifşa edilecek, ancak devletin oynadığı asli rol tamamen hükümete yıkılarak Türkiye Cumhuriyeti devleti aklanacaktır. Ne yazık ki, bütün bunlara rağmen 6-7 Eylül şiddet olaylarını savunanlar her seferinde yalanlarına devam etmeye, zamanın hükümetini ve Menderes’i aklamaya çalışıyorlar. Özgürlük ve Demokrasi gibi kutsal kelimeleri kirletiyorlar. Gerçek ise apaçık biçimde ortada duruyor: 6-7 Eylül'ü planlayanların ardılları aynı planlamalarla bugün de egemenliklerini sürdürüyor...

-0-

Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki; 6-7 Eylül şiddet olaylarının temel amacı: farklı inançlardan, özellikle Hıristiyan Rumların hedef alındığı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının zamanın demografik ve ekonomik yapısından can ve mal güvenlikleri pahasına tasfiyesidir. Mübadele, varlık vergisi gibi konularda da ülkemizde vatandaşlarımız mağdur olmuş, aileler bölünüp, servetler yok olmuştur.

 

Kültürel değer taşıyan işletmelerin, organizasyonların ülkeden kaçtığı, ya da hak etmeyenlerin eline geçtiği o günlerde, zarafet sahibi İstanbul’un binlerce yıllık emeği ve kültürü yok edilerek, lümpen proletaryaya teslim edildi. Türkiye Cumhuriyeti Devletini ayakta tutan kolonları kesip kendilerine yer açmaya çalışanlar, ilerde kendilerinin de altında kalacağı yıkımı ve İstanbul’un kentleşme sürecini yok edip köylülük sürecinin başlattıkları gibi ülkenin en değerli servetinin, ne yazık ki, beyin göçünün[11] başlamasına da neden oldular.  


 


 

 


27.11.2021 mehmetealtin,

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Destek Yayınları, Temmuz 2020



[1] “Sultanahmet'ten Sirkeci, Fatih, Unkapanı ve Balat'a, Balat'tan Topkapı’ya, Topkapı’dan Yedikule'ye, Yedikule'den Samatya, Aksaray, Kumkapi ve Ahirkapi’ya bütün bu yörelerde yasayan " Eski İstanbullu " çocuklar, hayatlarının en büyük şaşkınlığını ve düş kırıklığını 1950'li yılların sonlarına doğru yaşadılar.

Çocuklara, ilk darbe, 6–7 Eylül olayları ile geldi. O gece, babam annem ve Kandilli Kız Lisesi'nde yatılı okumuş annemin liseden onun kardeş, benim öz teyze bildiği iki arkadaşı,  Sehzadebasi'na bir düğüne gitmiş, ben de dayımlarda kalıyordum. Cilveli ask saatleri yerine, hain pusulara gebe o gecenin ilerleyen saatlerinde, havai fişek gibi patlayan seslere, bazı yerel yangınların karanlıktaki yansımalarına ve saçlarımda dolanan is kokusuna uyandığımda, havaya ateş eden dayımın elinde, hayatımda ilk defa silah ve silahı gördüm. Yine dayımın ve Topkapılı erkeklerin korumaları altına alınmış aileleriyle beraber arkadaşlarım Hristo, Kozma ve Yorgo'nun suratlarında ilk defa korku ve korkuyu da gördüm... saldırganların her birinin suratlarında da kendisinden korkan, kendisi ile kavgalı, kendisinden korktuğu ve kendisiyle kavgalı olduğu için hedef gözetmeksizin,  dozunu gittikçe arttıran şiddetin, iğrenç yobazlığın ve toplu histerinin gaddar ve hain yüzünü gördüm.”

İstiridye Tarlalarından İtiraflar, Mehmet Altın, s.8, Eylül-Ekim 2010

[2] Öfkeli Yıllar, Altan Öymen, s.203, Doğan Kitap, 8. Baskı, Aralık 2009

[3] Öfkeli Yıllar, Altan Öymen, s.411, Doğan Kitap, 8. Baskı, Aralık 2009

[4] Bir İktidar, Bir İhtilal, 1955-1960, Cüneyt Arcayürek açıklıyor -3, s.56, Bilgi Yayınevi, I. Basım, Ocak 1984

[5] “Çocuklara ikinci darbe ise; çevresindeki tarihi yapılarla ve güzelim havuzuyla bütünleşmiş Beyazıt Meydanı... Pertevniyal Camii'nin efsunlu güzelliğini ve asaletini bir saraylı zarafeti ile taşıyan,  gözümüze ve gönlümüze yansıtan Aksaray Meydanı... bostanlarının her bir yerini Evliya Celebi gibi karış karış keşfe çıktığımız, teneke üzerinde kızartmak üzere çekirge avlayıp, tavşan kovaladığımız, daha önce bahsettiğim, Vatan Caddesinin bulunduğu vadi... ile şimdiki Olcay Otel Topkapı’nın önündeki kavşakta, aralarında dedeminki de bulunan, güzelim konakları... biz çocukların,  oyun ve yaşam alanlarını, yine hayatımızda ilk defa gördüğümüz dozerlerin, iş makinelerinin, denetimsiz, hoyrat ve saldırgan devinimleri ile yıkarak ve yok ederek, yeni yollar açmak için, geldi. Bütün bu yaşadıklarımız, önce büyük bir şaşkınlık, sonra hüzün, sonra da kızgınlıktı.

İste burada anılan o günlerdir ki, çağdaşlaşma ve değişim adına İstanbul’un sırtına ilk hançerler saplandı. O henüz ölmedi... ama hala saldırıyorlar... saldırganlara direniyor, sevenleri bazen yaralarını sağaltıyor ama yaşam savasını giderek kaybediyor, henüz yoğun bakımda değil ama o da yakındır.”

İstiridye Tarlalarından İtiraflar, Mehmet Altın, s.9, Eylül-Ekim 2010

 

[6]https://www.academia.edu/21764967/T%C3%9CRK_MUKAVEMET_TE%C5%9EK%C4%B0LATI_NIN_G%C3%96R%C3%9CNMEYEN_KAHRAMANLARI_%C3%96%C4%9ERETMENLER_VE_POL%C4%B0SLER

[8] TMTF, MTTB’nin çok siyasallaştığı gerekçesiyle 1949’da İÜ ve İTÜ’nün öncülüğünde Can Kıraç tarafından kuruldu. TMTF’nin II. Dönem Başkanı Hüsamettin Canöztürk, Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti Yönetim Kurulu üyeliği yapmıştır. TMGT, TMTF’nin çatı örgütü olup TMTF’nin öncülüğünde kurulmuştur. Çatısında TürkKadınlar Birliği, TEKSİF, Türk İzciler Birliği, Türk Devrim Ocakları gibi örgütler vardı. Kaynak: Sokak Güzeldir, 68’de ne oldu? Nadire Mater, s.353, 354,Metis Yayınları, I. Baskı, Haziran 2009

[9] https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1br%C4%B1s_T%C3%BCrkt%C3%BCr_Derne%C4%9Fi

[10] https://tr.wikipedia.org/wiki/Oktay_Engin

[11] Bakın bunlardan birisi, benim de bulunduğum hepimizin gözlerini yaşartan bir söyleşide şunları anlatır; Facebook’taki kapak fotoğrafı hâlâ bir Burgazada görüntüsü olan, doğma Burgazadalı… Burgazada’daki Adalar Su Sporları Kulübünün Türk Milli Takımına seçilmiş sutopucularından… artık Atina’da yaşayan, 2004 Atina Olimpiyat Düzenleme Komitesi Menajeri ve 2019 Napoli Dünya Üniversitelerarası yaz oyunları koordinatörü, kısaca Makis diye bilinen,  Adam Yorgos Sotiriadis, benim de bulunduğum bir söyleşide şöyle der;

 

“ 1971 yılında, yaşım ve süreç gereği askerlik şubesine gittim. Doktor vücudumu görünce ‘sen ne yapıyorsun?’  dedi. ‘Sutopçuyum.’ Dedim. ‘O zaman falanı tanıyor musun?’ dedi. ‘Bilirim abimizdir, örnek aldığımız bir sutopucudur.’ dedim. ‘Ben onun babasıyım’ dedi ve beni Bahriye diye yazdı. Ardından dosyam geldi. Adımı görünce yüzü değişti. Dün gibi aklımda…. Silinmez bu aklımdan. İşlemlere sıradan devam ettim. Bittiğinde nüfus kâğıdımla, pasaportumu alacağım, oradaki binbaşıya ‘evraklarım efendim’ dedim. S….r git, ulan dedi. Evraklarımı çekmeceye attı. O an Türkiye’yi terk etmeye karar verdim. Babam adada ismi lazım değil, ama Rum olmayan bir arkadaşı aracılığı ve Burgazadalı olmanın ayrıcalığı ile ertesi gün evraklarımı sarı bir zarf içinde getirtti. Ben de ilk fırsatta Türkiye’den ayrıldım. Tam 46 yıl bu topraklara ayak basmadım ve Türkçe konuşmadım.

‘Daha önce ayrımcılık yaşamış mıydın diye sorarsanız… Burgazada dışında evet… yukarıda anlattığım olaydan önce Türk milli genç sutopu takımı ile İzmir’de turnuvaya gitmiştik. TC vatandaşı Rum olan benimle hiç kimse konuşmuyordu. Ne zaman ki, turnuvada Yunanistan maçında goller attım birden “Makicim oldum.

 

Canlı bir Etnografik Müze, Burgazadası, Robert Schild, s.85, Adalı Yayınları, Nisan 2021

 

 


13 Kasım 2021 Cumartesi

 

Kayıp Sancak, Mehmet Uluğtürkan, 

1347-15 / CCI

 

 

Kurtuluş Savaşının fitili, 19 Mayıs 1919’dan altı ay önce 05 Kasım 1918’de,  

İskenderun Limanına çıkmak isteyen İngiliz Birliklerine ait bir geminin, Mustafa Kemal’in şifreli emri üzerine, batırılmasıyla ateşlenmiştir.

-o-

Bilindiği gibi Kurtuluş Savaşı denince akla hemen Batı Cephesi gelir. Bugüne kadar bizlere aktarılanlar da hep bu cephedeki gelişmelerle ilgilidir. Oysa bu kitapta anlatılanlara ve dayanılan belgelere göre;

 

§  Kurtuluş Savaşının fitili, 19 Mayıs 1919’dan altı ay önce, 05 Kasım 1918’de,  İskenderun Limanına çıkmak isteyen İngiliz Birliklerine ait bir geminin Yıldırım Orduları Gurup Komutanı, Mustafa Kemal’in şifreli emri üzerine, batırılmasıyla ateşlenmiştir.

 

§  Batı’daki işgalin bir benzeri Doğu ve Güney’de de yaşanmıştır.

 

§  TBMM Hükümetinin uluslararasında tanınmasını ve direnme gücünü arttıran - Fransızlar ile yapılan- Ankara Antlaşmasının arkasında, 700 kişilik bir Fransız seçkin birliğini, -sancaktarı tarafından gizlendiği sanılan- sancağı ile beraber esir alan 44 kişilik Kilikya Kuvâ-yi Milliye birliğinin Karboğazı Zaferi vardır.

 

§  Bu zaferi sağlayan Kilikya Kuvâ-yi Milliye gücleri olmasaydı, daha doğrusu Mustafa Kemal’in 05 Kasım’daki öngörüsü ve izleyen emirleri olmasaydı, bugün Türkiye’nin güneyindeki kara sınırları belki de Niğde dolaylarında kalabilirdi…

 

… deyip, aşağıda kitaptan aldığım bazı notlara yer verirken, kitabın kurgudan oldukça uzak, belgelere dayalı ve sade bir dille yazıldığını, Kurtuluş Savaşı Tarihi için önemli bir derleme ve kazanım olduğunu belirteyim.

 

-0-

 

Adana’da, 18 Kasım 2018 tarihinde Yıldırım Orduları Gurup Komutanlığını devralan Mustafa Kemal Paşa, kendisine iletilen Mondros Mütarekesi koşullarını okur, okumaz yazıcısına ivedi dağıtımı ile aşağıdaki emrini yazdırdı.

 

“ Suriye sınırı, Suriye vilâyetinin kuzey sınırı Lazkiye’nin kuzeyinden Hanşeyhun’un güneyinden geçmek üzere doğuya doğu uzar. İskenderun, Antakya, Samandağı, Katma, Kilis ve Halep ahalisinin de dörtte üçünün Arapça konuşan Türkler olduğu her vesile ile hatırda tutulmalı ve her davada bu esas gözetilmelidir. “

 

Mondros Anlaşmasına göre jandarma birlikleri bulundukları bölgede kaldıklarından, ilk iş olarak Adana ve çevresindeki ordu birliklerinin subay ve erleri donanımları ile birlikte jandarmaya kaydırıldı. Koşullara uygun olmayan bazı yerlerde de silahlar güvenilir köylüler aracılığı ile saklandı. Mustafa Kemal Paşa’ya göre artık Harb-i Kebir, Dünya Savaşı bitmiş, Harb-i Sagir, gerilla savaşı başlamıştır. Anlaşıldığı gibi, Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşının alt yapısının hazırlıklarına çoktan başlamıştır. Nitekim İskenderun Limanı’na çıkmak isteyen İngilizler, İstanbul’un her türlü boyun eğme içeren emirlerine karşı çıkan, Mustafa Kemal’in şifreli emri ile İskenderun Limanına hâkim bir bataryanın bir İngiliz gemisini batırarak yaptığı, güc gösterisi ile durdurulunca… Yıldırım Orduları kaldırılarak, Mustafa Kemal Harbiye Nezareti emrine verilir.

 

19 Mayıs 1919’da başlayan süreçte, Bandırma vapurunda yer alan, Kemal Doğan, Sivas Kongresi öncesinde Kozanoğlu Doğan kod adıyla Adana Kilikya Kuvâ-yi Milliye komutanlığına atanırken… kongre sonrasında, Osman Nuri Bey, Aydınoğlu Tufan kod adıyla Doğu Kilikya, Ali Ratıp Bey de Tekelioğlu Sinan kod adıyla Batı Kilikya Kuvâ-yi Milliye komutanlıklarına atanırlar.

 

Kilikya Kuvâ-yi Milliye komutanlığının aldığı ilk emir, Fransız ordusunun gereksinimleri karşılayan Pozantı – Ulukışla demiryolunun kullanımını engellemektir. Bu nedenle Varda Köprüsünün[1] havaya uçurulmasına karar verilmiş, ancak köprüyü inşa edenlerden bir Avusturyalı mühendisin ricası ile 19 Mart’ta, eşi ender bulunur bir sanat eseri olan Vardar değil, aynı yoldaki Koçak Köprüsü havaya uçurulmuştur.

 

Bu hızla, 25 Mart’ta Kamışlı yeniden vatan toprağına katılırken Tekelioğlu Sinan’ın konuya ilişkin duyurusunun bazı satırlarına dikkatinizi çekmek isterim.

 

“ Muhterem Müslüman Ahaliye, Cenab-ı Hakk’ın birliği ve Hz. Muhammed’in yardımlarıyla… bu mukaddes toprağa girdik… Osmanlı hükümetinin kanunları ve nizamları tamamen yürürlükte olacaktır… Devlet binalarına ve resmi dairelere Osmanlı bayrağı çekilecektir. ”

 

Kuvâ-yi Milliyenin Niğde, Tarsus ve Osmaniye üçgeninde ele geçirdiği alan egemenliğini, 28 Mayıs 1920’deki Karboğazı zaferiyle taçlandırıp, perçinlemesiyle, Fransızlar TBMM Hükümeti 30 Mayıs 1920 de ile ateşkes anlaşması yapmış… 05 Ağustos 1920’de yapılan Pozantı Kongresi ile Pozantı il merkezi olmak üzere Pozantı Valisi seçilmiş… 20 Ekim 1921’de Fransızlar ile TBMM Hükümeti arasında Ankara Antlaşması yapılmış… 20 Aralık 1921’de Adana, 27 Aralık’ta Tarsus, 04 Ocak 1922’de Mersin Fransızlardan teslim alınmıştır.

 

Pozantı Kongresinden sonra Mustafa Kemal’in bizzat kaleme aldığı, taktik bir başyapıt olarak nitelenebilecek, beyannamedeki bazı alıntılar; Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı süresinde adım, adım,  gittiği yoldaki taşları nasıl kullandığının, nasıl döşediğinin ve bu süreçte taşların nasıl niteliksel bir değişime uğradığının örneğidir.

 

“ Adana’nın saygıdeğer Müslümanları! Peygamberin tutsaklık tanımayan ümmetinin… Adanalı dindaşları!... Avrupa’nın… gadrine uğrayarak her türlü esaret acısını çekmiş olan Mısır’daki, Hindistan’daki, Rusya’daki ve Afrika’daki Müslüman kardeşlerimiz,… tecavüzlerini peygamberimizin kabrine kadar uzatmış olan düşmanlarımızın kahrına çevirerek,…yayılmacı zulüm dünyasını, yıkmakta olan bu muazzam kuvvet… “

-0-



Yazara teşekkür ederek, Mustafa Kemal Atatürk’e bin minnet ve şükranla… Kalın, tasasız ve sağlıkla ve kitapla!



13.11.2021 mehmetealtin,

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

İnkilâp Kitabevi 2021



[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Varda_K%C3%B6pr%C3%BCs%C3%BC

-----------------------------------------------------------------------------------------


Facebook’ta Bir Sevdadır Demiryolu adlı öbekte Varda Köprüsünün kısa tarihi ve efsanesine ilişkin aşağıda bir tablo içine aldığım bir yazıyla karşılaştım. İlgi ve dikkatle okudum.

 

 

VARDA KÖPRÜSÜNÜN KISA TARİHİ VE EFSANESİ

 

1896 da Konya'ya ulaşan, 1898 yılında kesin anlaşması yapılan, Bağdat'a kadar devamına karar verilen ilk Bağdat Demiryolları İnşaat Projesi'nde bulunmayan Ulukışla-Pozantı-Belemedik-Hacıkırı-Varda Köprü inşaatı, finans sıkıntısı nedeniyle 1903 de başlayan Konya - Konya Ereğlisi – Bulgurluk, demiryolu inşaatı Konya, başlangıç noktası olarak sıfır kilometre kabul edildiğinde, izleyen iki yüz  kilometre demiryolu 1904 yılında Bugurluk’da bitirilirken, inşaatı gerçekleştiren Bağdat Demiryolları İnşaat Şirketinin Taşaronu "Konya-Ereğli-Bulgurluk Demiryolu İnşaat Şirketinin de taşaronu olan Alman Philipp Holzmann GmbH'ın iki ünlü İnşaat ve Demiryolu yüksek mühendisleri Winkler ve Nicholas Mavrogordato, Bulgurluk hattı devam ederken, bundan sonra devam edecek olan hattın nerden geçebileceğini araştırıyorlardı.

 

Birinci güzergâh: Bulgurluk – Halkapınar – Gülek – Durak - Adana… İkinci güzergâh: Ulukışla – Çiftehan – Pozantı – Belemedik – Hacıkırı – Bucak – Durak - Yenice olarak varsayılmıştı. İkinci güzergâhda,  25 km.lik Pozantı – Belemedik - Hacıkırı arası zor,  kalan 81 km.lik güzergâh zorluk çıkarmayacak düz bir yoldu. Birinci güzergâhta ise yol, 1.5oo metrelik bir rakımdan çok kısa bir bölüm sonra  300 metreye sonra da 50 metreye düşüyordu. İniş iyiydi de, geriye dönüşte buharlı lokomotifin sadece kendini çıkarması bile çok zordu. Toros geçişlerini çok merak eden Padişah II. Abdülhamid’e şirket mühendisleri Winkler, Mavrogordato, Deutsche Bank’ın yeni genel müdürü Arthur Von Gwinner ve P.Holzmann Şirketinin Başkanı Otto Riesse, padişaha bir brifing vererek, ikinci güzergâh üzerinden Torosları Belemedik'te 12 adet tünelle Hacıkırı'da ise Osmanlı'nın en uzun ve en yüksek köprüsü ile nasıl geçeceklerini anlattılar. Sunumu, Tarabya 1862 doğumlu, Winkler’in vefatından snra Başmühendis olan, Osmanlı vatandaşı  Mühendis Nicholas Mavrogordato yapmıştı. Padişah ikinci güzergâha “şeklen” icazet verince… şeklen diyoruz ki aslında vermesine gerek bile yoktu. Zira şirket 1903 yılında Belemedik ve Hacıkırı’da tünel ve köprü şantiyelerini kurmuş, hazırlıklara başlamıştı. Brifing göstermelikti. Almanlar bir an önce Bağdat’a ve bir an önce petrole, sonra da Hindistan ticaret yollarına kavuşmak istiyorlardı.

 

Tüm hazırlıklar bittikten sonra, inşaat 1905’de başladı ve 1907’de kaba inşaat bitirildi. Teknik eksikler ve donanım 1912’de tamamlandı. 1916 yılında  kullanılmaya başlanan köprünün üzerinden, Almanlar’ın çekilirken kullandıkları ilk özel tren 9 Ekim 1918 de geçti. 18 Şubat 1917’de köprüden ilk geçen, Osmanlı idarecisi ise Enver Paşa olup, buradaki Taşdurmaz mevkiindeki tünellerin arası Enveriye istasyonu adını taşır.

 

Varda Köprüsü, (Giaurdere Viyadüğü), Hacıkırı ile Alçakgedik denen mevkii arasında Gavurderesi üstündedir. Konya, başlangıç noktası olarak sıfır kilometre kabul edildiğinde, izleyen üç yüz altıncı kilometrede yer almaktadır. Yatay kurpu 1.200 yarıçap/metredir. Uzunluğu 172 metredir. Orta ayağın yerden yüksekliği 99 metredir. İki büyük ayak arasındaki kemer genişlikleri 12 şer metredir. Köprünün örgü taşları ve inşaat malzemeleri teleferik sistemi ile demir,çimento gibi inşaat malzemeleri ise gemilerle Mersin'e oradan da deve kervanları ile Tarsus-Bucak üzerinden Hacıkırı ve Alçakgedik mevkii'ne taşınmıştır. Ayaklar yükseldikten sonra kemer iskeleleri ayakları yere değmeden, burada ilk defa denenerek yukarıda çakılmıştır. Bu güzergahta Varda benzeri köprülerden 7 tanesi tüneller arasında, 2 tanesi de Bucak ile Kelebek arasında yapılmıştır.

 

Varda Köprüsünün/Viyadüğünün iki büyük ayağı, doğu-batı istikametinde birbirlerinden sağa ve sola birer metre farkla, aynı hizada değildir. Bu teknik 1.200 m.lik kurp/viraj için yapılmıştır. Bağdat Demiryolları güzergahında bundan başka büyük ve yüksek köprü/viyadük yoktur.

 

Varda Köprüsü/Viyadükü Kurtuluş Savaşı döneminde, Çukurova’nın kurtarılmasında -kayıtlara aşağıdaki gibi geçerek- önemli bir rol oynamıştır. Şöyle ki; Çukurova’yı işgal eden Fransızlar’ın Pozantı'ya asker ve askeri malzeme taşıyamaması için, köprü ayaklarını uçurma emri alan, Karaisalı Milis Güçleri Komutanı Emin Polat Ağa, köprüyü tam dinamitle uçuracakken, işgal sırasındaki anlaşma üzerine burada görevde bırakılan Nicholas Mavrogordato’nun yardımcısı Fransız Mühendis Mösyö Deduval, saatlerce Emin Polat Ağa'ya yalvararak köprünün dinamitlenmesine mani olmuş ve Deduval'in gösterdiği Yaramış Köprüsü dinamitlenerek, işgal boyunca, Fransızlar’ın asker ve malzeme ikmali engellenmiştir.

 

VARDA adına gelince; köprü inşaatında çalışan iki Türk işçisi, köprü ne bu kadar yüksek diye merak etmişler. Çünkü o ana kadar ülkenin hiçbir yerinde bu kadar büyük ve yüksek köprü görmemişler. Aralarında anlaşmışlar. Paydos olunca biri köprünün üstünde duracak, diğeri aşağıya inecek… yukarıdaki bir kereste parçası atacak ve kaçta yere düşecek, sayacaklar. Paydosta, dediklerini yapmışlar. Yukarıdaki bir iskele parçasını aşağıya atmış ve hemen sormuş "Ne oldu Memo?” demiş. Aşağıdaki "Var daha…” demiş. 1, 2, 3, 4,5, 6… Yukarıdaki “ Ula ne oldu?”  demiş… diğeri aşağıdan “VAR DAHA dedik ya!” demiş. 7, 8, 9, 10, 11… Yukarıdaki “Ula ne oldu, varmadı mı? demiş. Aşağıdaki "VAR DAHA... VAR DAAAAA VARDAAAA dedik ya!” demiş. Bağırtıya, Almanlar koşmuşlar. Durumu görüp,  “Ne oluyor? diye onlar da meraklanmışlar. İşçiler de meraklarını anlatmışlar ve bundan sonra Almanlar da bu köprüye VARDA demişler. Onlar da köprüden aşağıya taş atıp (VARDAAAA) deyip artık bizim işçilere gülüyorlarmış. Adı,  TCDD kayıtlarına VARDA olarak yeni giren köprünün, Alman kayıtlarında adı, GİAURDERE VİADUKT'tür.Yani Gavurdere Viyadüğüdür.

 

Not: Bu kısa bilgi A.Nadir İşisağ'a ait "Belemedik Tarihi" kitabından alınmıştır.

 

 

 “https://www.dogakolik.com/adana/varda-koprusunun-kisa-tarihi-ve-efsanesi/ “ ‘ den alınmış ve tarafımdan yeniden düzenlenmiştir. Mehmet Altın. 05.12.2021

 

-0-

 

Yazıyı ilgi ve dikkatle okudum,  çünkü Mehmet Uluğtekin'in Kasım ayı ortasında okuyup, sizlere sunduğum "Kayıp Sancak - Toroslarda yakılan istiklal ateşi" adlı kitabının:

·        56. ve 57. sayfalarında, köprünün Heyet-i Temsiliye'nin talimatıyla kullanılamaz hale getirilmesi için İstihkâm Teğmen Cemal Efendinin görevlendirildiği...

·        59. sayfada da "Avusturyalı bir mühendisin yakarışlarıyla tahribin daha aşağıdaki Koçak köprüsünde gerçekleştirildiğini söylenmektedir.

 

Bu konuda bulabildiğim ve aşağıda sunduğum ACADEMİA.EDU Çukurova'da Fransız Tanklarını Durduran İstihkâm Teğmen Cemal Efe”  adlı alıntıda, Teğmen Celal Efendinin olaydaki rolü doğrulanmakla beraber, engelleyenin uyruğu, yani Fransız mı, Avusturyalı mı olduğu, konusunda ise bir bilgi verilmemektedir.

 

Bana sorarsanız;

·        Varda Köprüsü gibi bir köprünün tahribinin uzmanlık gerektirdiği…

·        Bu nedenle yukarıdaki tablo içindeki yazıda adı geçen ve belgelere göre 15 Mart 1920’de Kuvay-ı Milliye’ye katılan Emin Polat Ağa’nın, 19 Mart 1920 günü VARDA yerine Koçak Köprüsünün tahribinin komutasına verilmesinin hem yetenekleri hem de zamanın kısalığı açısından hayatın doğal akışına aykırı olacağı… kendisinin bu eylemde, yardımcı müfreze komutanı olarak yer alabileceği…

·        Kayıp Sancak adlı kitabın 57. Sayfasında adı geçen İstihkâm Teğmeni Celal Efendinin olaydaki rolünün kesin olduğu,

·        VARDA Köprüsünün tamamlanmasından ve tesliminden yaklaşık iki yıl sonra, yine yukarıdaki tablo içindeki yazıda adı geçen Baş Mühendis Nicholas Mavrogordato’nun yardımcısı Fransız Mühendis Mösyö Deduval, bölgede bulunmasının da hayatın doğal akışına aykırı olacağı düşüncesindeyim.

 

Bu konudaki, derlemelerin ve yazıların çelişkilerle dolu olması ve hangisine inanacağımı bilememek duygusu yanında, başvurulabilecek belgelerin eksikliği beni oldukça rahatsız ettiğinden hem tarihe bir not düşmek hem de sizlere bilgi vermeyi görev saydım.

-----------------------

ACADEMİA.EDU

Çukurova'da Fransız Tanklarını Durduran İstihkam Teğmen Cemal Efe