En
Hüzünlü Eylül, Osman Balcıgil, 1130 - 71 / CCII
“Osman Balcıgil’in yakın
tarihimizin 1950-1960 yılları arasındaki dönemine ışık tuttuğu
En
Hüzünlü Eylül romanında;
Rumların ve Türklerin dostluklarını
gösterirken,
Yassıada’da 6-7 Eylül şiddet olaylarıyla
ilgili davada, geçmişle yüzleşip ders alınmadığını,
o nedenle, gelecekte Maraş, Çorum ve Sivas’ta can
kıyımlarına yol açan şiddet olaylarına da yol açıldığını vurguluyor. “
--------
Hasan Akarsu, Cumhuriyet Kitap Eki, 22 Nisan 2021, s.11
-o-
Sayın okurlar! Bugüne kadar yazdığım kitap yorumlarımda, yazarın
yazdıklarının dışına çıkmayı, kendimden bir şey katmayı hiçbir zaman
düşünmedim. Ancak bu defa bu satırların yazarı ve o günleri yaşayanlardan biri
olarak… kitaptaki boşlukları doldurmayı, bünyesinde dinsel, etnik ve siyasi virüs
taşıyan, 6/7 Eylül şiddet olayları öncesinde Türkiye’nin o günkü siyasal ve
sosyo-ekonomik durumunun fotoğrafını çekmek, Türkiye’deki yönetim erkinin ve
halkının davranış biçimlerini kısaca irdelemek ve geçmişi hatırlatanlara,
helalleşenlere geçmişi hatırlatmak, sözcüklere söz katmak, kitabın konusu
olduğu kadar, hakkım ve görevim olduğunu düşünüyor, her zaman ortaya çıkmak
gibi bir huyu olan kitabın yazarına gerçekleri bir kere daha ortaya dökmeye
çalıştığı için teşekkür ediyorum.
Bu
satırları ve/veya bu kitabı okuyan, okuyacak olup da benimle beraber o günleri
yaşayanların arasında can ve mal yitimine uğramış olanlara, acılarını paylaşma
yetim de yetkim de yok ama hiç değilse yazdıklarımla duyduğum derin üzüntüyü
iletiyorum. Yoldaşlarıma, iyi insanlara “Umut
kesilmez, umuttan!” diyerek, kötülükle savaşa devam diyerek, sondaki sözü
başa alıyorum. Kalın, tasasız, sağlıkla ve kitapla!
-0-
Yazar, İstanbullu, yazları Büyükada’da yaşayan, biri Türk,
diğeri Rum Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, sevinçte, neşede, tasada ve yasta
birbirlerine derinden bağlı, iki komşu ailenin bireyleri üzerinden… 1955 yılı 6/7
Eylül olaylarını olduğunca tarafsız ve gerçeklere dayanan bir kurguyla anlatıp
tarihe bir iz daha düşürürken ne yazık ki; suçluların aynanın arkasında
gizlendiğini bilmesine rağmen, aynada gözüken suçluların neden cezalandırılmadığını,
romanın başkahramanı Suzan’ın ağzından, hayıflanırken…
anlattıkları ile yetinip, “söyleyip de ruhunu kurtararak,” geçmişte
olanlardan dolayı utanarak helallik istiyor! Arkasındaki karanlık fonu, bu
fonda yer alan, karanlık oyuncuları, bu
kişilerin amaçlarını hepimizin bildiği, bu olay nedeniyle kendisi neden ruhunu
kurtarmaya çalışıyor bilmiyorum. Bilemiyorum. Kendisi böyle demeyi uygun görmüş
ve yazmış… ve ben de yaşamımın geçtiği ve yaşamıma dokunan izlerin olduğu, Samatya,
Topkapı ve Burgazada üçgeninde, anne tarafından ailemin dostlarını, hatta
akraba olduklarımızı, yakın arkadaşlarımı, ailelerini hedef alan, beni derin
bir kızgınlığa boğan bu olayın anlatımını içeren bu kitabı duraksamadan aldım
ve okudum.
Sadece romana baktığımızda: ana kahramanları Suzan ile Yorgo’nun
aşkı fazlasıyla köşeli, günlük hayatları fazlasıyla konforlu ve yüzeysel. Kitap
tek bir kompartımanda Suzan, Vilayet, Yorgo Pera, ve Büyükada doğrultusunda
sakin ve renksiz ilerliyor. Tartışma bile yok. Suzan ve Yorgo’nun izleyen gün
ne yapacağını, neler olabileceğini sayfalar öncesi net olarak biliyorsunuz.
Romanın konusunu şekillendiren, amaç ve hedeflerine kilitlenmiş ikincil kötü ya
da iyi kahramanların; örneğin bu yolda unutulmuş Faiz Kaymak gibi bir kişinin
kurgulanabilecek hayatları ile gelişebilecek katmanlardan, tatlardan,
renklerden ne yazık ki, hiçbir iz yok. Onun yerine yazarın sinema tutkusu
satırlara sürekli gelip, ansiklopedik olarak yansıyor. Bütün bu eksiklikler ve sığlık,
kitabı zedelemiyor ama keşkelenen hüznü arttırıyor. Ve 455 sayfalık romanın
merakla beklediğiniz asıl konusu son 80 sayfada birden bire önünüze düşüyor!
-0-
Gelelim kitabın konusuna; Bilindiği gibi 66 yıl önce Demokrat Parti'nin planladığı 6/7 Eylül şiddet olayları
ile başlatılan saldırı, İstanbul'un yağmalanması ve sermayenin el
değiştirmesiyle sonuçlanmıştır.
Hükümetin başat rol aldığı bir devlet planı olan 6/7 Eylül
şiddet olaylarının olduğu günlere gelmeden önce de 11 Kasım 1942’de, devletin
Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Türkiye ekonomisindeki
ağırlığını silmek amacıyla koyduğu Varlık Vergisi günleri sonrasında… haksız yere
palazlanan yeni zenginlerin belleklerine bu durum ağızlarını sulandıran günler
olarak kazınmış, bu düşünüşün temsilcileri olarak ya kendileri ya da seçtikleri
yasama ve yürütme erkinde yer almaktadır. Ancak, Demokrat Parti’nin iktidara
geldiği yıl açılan dış kredi muslukları 1954’de kesilince, fiyatlar yükselmiş, enflasyon
artıp, karaborsa başlarken, her şeyin fiyatı devlet tarafından belirlenmeye
başlanmış, şeker ve benzin dağıtımı sınırlanmıştır. Başbakan ve yandaşları ise ülkede
her şeyin bol olduğunu söyleyip, yoksunluk
ve yoksulluğu nüfus artışına bağlamaktadır. Aynı zamanda Belediye Başkanı olan
zamanın, İstanbul Valisi de yakacak istiflememesini, haftada iki defadan fazla
et yenmemesini, ihtiyacın dışında fazla ekmek alınmamasını tavsiye etmektedir!
1950’de CHP Genel Merkez binasına el konulup hazineye
devredilmiş, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucularından İnönü’nün adı, adının
verildiği kuruluşlardan silinmiş, hatta kendisine çeşitli yerlerde defalarca
saldırılmıştır. Ağustos 1951’de Halkevlerine el konulurken, 1953’de CHP’nin menkul ve
gayrimenkulleri hazineye devredilmiş, feodallerin baskısıyla 1954’de Köy
Enstitüleri kapatılmıştır.
Hükümetin nüfuzunu kıracak yazılar yazdığı için gazeteciler
hapse atılırken, Sivil
Toplum Kuruluşları, ya iktidar ya da muhalefetin yanında saf tutmakta veya saf
tutmaya zorlanmış… İstanbul’u modern çehreye büründürmek, caddeler açmak için, anayasal
suç da işlemek üzere, içlerinde tarihi eserler ve kültür miraslarının da
bulunduğu, on binlere varan yapıyı yıkma hazırlıkları başlamıştır.
Sorulduğunda; “ Kendi
adıma daha özgür bir ülkede yaşamak istiyordum.” diyen, iyi niyet oyları… Savaşlardaki can, mal
kayıpları ve mevcut yoksunluğunu ve yoksulluğunu CHP’den bilen yoksullar…
toprak ve itibar yitiren ağalar, ikinci plana atılan hatta yer altına sığınan
dinciler ve irtica, mübadele nedeniyle Rumlar, sürgün dönemi nedeniyle Ermeniler, Dersim’e
dayanan Kürtler, Varlık Vergisi nedeniyle Yahudiler CHP’ye kızgın çoğunluk, bir
kısmı çıkarları gereği, bir kısmı çıkarlarına karşı olmasına rağmen, yanılgı içinde,
DP’ye oy vermeye devam etmekteyken…
… Yukarıdaki bölümde anlatılanlar tarih sayfalarının arasına eski
Türkiye’den düşmüştür!
-0-
Arka
planda bu gelişmeler olurken, Kıbrıs’ta Rumlar, 1878’de Büyük
Britanya ile yapılan anlaşmada, anlaşma koşulları içinde, bir nedenle adanın
Yunanistan’a terk edilmesine dair bir dip not bile bulunmamasına rağmen… tarihi
de çarpıtarak… Emperyalizmin Elen kolu EDES, Yunan Ulusal Ordusunun ardılları, Yunan
derin devletinin ve desteğinin altındaki, EOKA,
Kıbrıs'ta Britanya sömürge yönetiminin sonlanması ve adanın Yunanistan'a
bağlanması adına, ENOSİS bayrağını açmıştır. Ve tarih yine yazar ki; 1933’de kapatılmış Kıbrıs Komünist Partisi
ardılı, Emekçi Halkın İlerici Partisi, AKEL de bu bayrağın
altına girmiş! … buna karşı Kıbrıslı Türkler de 1955 Nisan’ında “Var Olmak Lazımsa Kan
Akıtmamak Niye“ baş harflerinden oluşan
VOLKAN
adlı direniş örgütünün ilk nüvesini oluşturmuştur… VOLKAN’ın faaliyetlerini, Kıbrıs
Türk’tür Partisi Genel Başkanı olduğundan perde arkasından Dr. Küçük idare
ederken, mobilyacı Şakir Özel, yöneticilik ve başkanlık yapmakta, Asker Selçuk
adıyla anılan öğretmen Selçuk Osman da eğitimci olmanın avantajlarıyla
insanları bilinçlendirmekte bildiriler hazırlayarak EOKA’nın gerçek yüzünü
göstermeye çalışmaktadır. VOLKAN’ın askeri kanadını yöneten ise Kemal Mişon’dur.
Başlangıçta Kıbrıs meselesinin milli dava haline gelmesini
sağlayan, ilk kişilerden bir olan, Faiz Kaymak’ın çabalarıyla, Sedat Simavi de Hürriyet Gazetesindeki yazılarıyla
Kıbrıs meselesini hükümetin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırmaya
başlamış, bu aşamada Kıbrıs’ta Volkan, Kara Çete gibi Türk direniş örgütleri
Türk Mukavemet Teşkilatı çatısı altında toplanmıştır. 02 Nisan
1954’de, geçmişinde, CHP döneminin Türk Tarih Kurumu Başkanı, 1934’de Kars
Milletvekilliği yapmış, günün Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü ise… Türkiye’nin
Kıbrıs meselesi diye bir meselesinin olmadığını söylerken, Kıbrıs’ın…
kuruluşundan o güne dek ya aymazlıktan veya o güne kadar yapılan telkinler veya
önceden verilmiş sözler nedeniyle, TC Devleti’nin stratejik ilgi alanında
olmadığını devlet adına açıklar!
9 Mayıs 1954’de yapılan Genel Kurul’unda, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı, TMGT Kıbrıs
Türkleri Komisyonunun kurulması... Çatı örgütü, Türkiye Milli Talebe Federasyonu
TMTF’nin de 24 Temmuz 1954’de Kıbrıs Komitesini kurması ve iki örgütün 24
Ağustos 1954’de Kıbrıs Türk’tür Komitesini oluşturması ile 28 Ağustos’ta,
Menderes’in “Neden kanunlara uygun
derneğe dönüşmüyorsunuz?” telkini ile öğrenci dernekleri de uğursuz plana dâhil
edilip… 2 Ekim 1954’de Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti yasal olarak kurulur. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti Başkanı gazeteci Hikmet Bil gözükmekte,
bir diğer gazeteci kimliğindeki, istihbarat elemanı Kâmil Önal ise cemiyeti
gerçek başkan olarak yönetmektedir. Özetle, MAH, yani milli istihbarat, öğrenci
derneklerinin çabaları ile durumdan vazife çıkarmıştır.
CHP siyasi parti ve muhalefette ama iktidarın milliyetçi
söyleminin gerisinde kalmamak için yangına körükle giderken, Kahire’de toplanan
Arap Birliği Siyasi Komisyonu ise bugün de olduğu gibi Kıbrıs konusunda
ağırlığını Yunanistan’dan yana koymuştur.
Bu arada, TMTF Başkanı, Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti Yönetim Kurulu
üyesi Hüsamettin Canöztürk’ü arayan Hikmet Bil’in… Londra’daki Türkiye karşıtı
gösterilerden söz ederek, Hürriyet, Vatan ve Milliyet gazetelerini aradığını
Taksim’e muhabir istediğini ve Taksim’de Yunan Gazetelerinin önceden organize
edildiği gibi yakılmasını istemesiye… şiddet sürecinin başlangıcı kışkırtmaların
ateşini yakar…
-0-
…
ve uğursuz günün ortasında, 6 Eylül 1955'de saat 13.00’da devlet
radyosundan duyurulan, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalı saldırıya
uğradığı haberi, dönemin istihbarat örgütü MAH’ın hizmetindeki, normalde 20-30
bin tirajlı İstanbul Ekspres gazetesinin o dönemin teknik koşullarında hiç de
kolay olmayan 290.000 adet basılan ikinci baskısında, manşetten Kıbrıs Türk’tür
Cemiyeti tarafından dağıtılır. Oysa bombalama olayının gerçekleştiği gece
konsolosluk görevlisi Hasan Uçar gözaltına alınmış, düğüm Yunan mahkemelerinde zaten
çözülmüştür. Oktay Engin ve Hasan Uçar tarafından Selanik’teki Atatürk’ün evinin bahçesine
konan Selanik’teki konsolosluk görevlisi Mehmet Ali Balin tarafından
diplomatik kurye ile İstanbul’dan getirilmiş bomba, 00.04’de
patlamış. Haber 13 saat gizlenmiş. Haber, İstanbul Valisi ile Abdullah Efendi
Lokantasında yemek yiyen Başbakan Menderes’in, başka bir odaya geçerek, İstanbul
Valisinden bile gizlediği talimat ile saat 13.30’da Anadolu Ajansı tarafından
yayına konmuştur.
Bu işareti alan vandal ve yağmacı kitleyi Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti (KTC) ile İstanbul Yüksek Okullar
Talebe Birliği (İYOTB) yönlendirecek, İstanbul dışından
gelecek Vandallar, yönergelere uygun karşılanacak, Taksim’e ulaşmaları
sağlanacak, izleyen süreçte… Kimler, kimleri nasıl taşıyacak? Her şey
planlanmış, vazifeli kişiler ellerinde listelerle beklemektedir. İçişleri
Bakanı Namık Gedik’in Emniyet’e verdiği emir ise aynen şöyledir: “Bu milli bir ayaklanmadır. Müdahale etmeyiniz.”
İstiklâl Caddesinin başından gürültüler geldiğinde altı yedi kişinin ellerinde
bavullarla Kuyumcu Franguli’yi soymaya, tesadüfen gelmiş olmaları ise bu emrin
satır aralarının içindedir.
Planın
en ilginç yönlerinden birisi ise, olayların hemen ardından basında çıkan
haberlerde önce, “halkın duygusal tepkisi”, “milli galeyan” gibi ifadelere yer
verilirken kısa bir süre içerisinde hiçbir delile dayanmadan Komünistlerin
suçlanmasıdır. Asıl fezleke hasıraltı edilmiş, başta Aziz
Nesin olmak üzere diğer sol görüşlü kişiler, Kominform’dan aldıkları emir
masalının anlatıldığı fezlekenin kabul ettirilmesiyle dosyada adı yer
alan elli solcu aydın tutuklanmıştır. Aceleyle hazırlanmış suçlular listesinde
çok önceden ölmüş olanlar ve askerliğini yapmakta olanlar dahi vardır! Bu kişiler
5 ay cezaevinde tutulduktan sonra beraat etmiştir.
-0-
6-7
Eylül Olaylarının üzerinden 40 yıl geçtikten sonra, o günlerde Özel Harp
Dairesinde çalışan eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu
gazeteci Fatih Güllapoğlu ile yaptığı bir röportajda, “ 6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesi işiydi. Ve muhteşem bir
örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diyecektir.
27
Mayıs 1960’ta ordunun darbeyle yönetime el koymasının ardından gerçekleştirilen
Yassıada Duruşmalarıyla olaylar tamamıyla Menderes hükümetinin üzerine yıkılır.
Duruşmalarda ortaya çıkan, kanıtlar ve tanıkların anlattıklarıyla olayların
baştan sona planlı bir şekilde yürütüldüğü ifşa edilecek, ancak devletin
oynadığı asli rol tamamen hükümete yıkılarak Türkiye Cumhuriyeti devleti
aklanacaktır. Ne yazık ki, bütün bunlara rağmen 6-7 Eylül şiddet olaylarını
savunanlar her seferinde yalanlarına devam etmeye, zamanın hükümetini ve
Menderes’i aklamaya çalışıyorlar. Özgürlük ve Demokrasi gibi kutsal kelimeleri
kirletiyorlar. Gerçek ise apaçık biçimde ortada duruyor: 6-7 Eylül'ü
planlayanların ardılları aynı planlamalarla bugün de egemenliklerini sürdürüyor...
-0-
Şunu
hiçbir zaman unutmayalım ki; 6-7 Eylül şiddet olaylarının temel amacı: farklı inançlardan,
özellikle Hıristiyan Rumların hedef alındığı, Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının zamanın demografik ve ekonomik yapısından can ve mal
güvenlikleri pahasına tasfiyesidir. Mübadele, varlık vergisi
gibi konularda da ülkemizde vatandaşlarımız mağdur olmuş, aileler bölünüp, servetler
yok olmuştur.
Kültürel değer taşıyan işletmelerin, organizasyonların ülkeden
kaçtığı, ya da hak etmeyenlerin eline geçtiği o günlerde, zarafet sahibi İstanbul’un binlerce yıllık emeği ve kültürü yok
edilerek, lümpen proletaryaya teslim edildi. Türkiye Cumhuriyeti Devletini
ayakta tutan kolonları kesip kendilerine yer açmaya çalışanlar, ilerde kendilerinin
de altında kalacağı yıkımı ve İstanbul’un kentleşme sürecini yok edip köylülük
sürecinin başlattıkları gibi ülkenin en değerli servetinin, ne yazık ki, beyin
göçünün
başlamasına da neden oldular.
27.11.2021 mehmetealtin,
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
Destek Yayınları, Temmuz 2020
Bakın
bunlardan birisi, benim de bulunduğum hepimizin gözlerini yaşartan bir
söyleşide şunları anlatır; Facebook’taki kapak fotoğrafı hâlâ bir Burgazada
görüntüsü olan, doğma Burgazadalı… Burgazada’daki Adalar Su
Sporları Kulübünün Türk Milli Takımına seçilmiş sutopucularından… artık
Atina’da yaşayan, 2004 Atina Olimpiyat Düzenleme Komitesi Menajeri ve 2019
Napoli Dünya Üniversitelerarası yaz oyunları koordinatörü, kısaca Makis diye
bilinen, Adam Yorgos Sotiriadis, benim
de bulunduğum bir söyleşide şöyle der;
“ 1971
yılında, yaşım ve süreç gereği askerlik şubesine gittim. Doktor vücudumu
görünce ‘sen ne yapıyorsun?’ dedi.
‘Sutopçuyum.’ Dedim. ‘O zaman falanı tanıyor musun?’ dedi. ‘Bilirim abimizdir,
örnek aldığımız bir sutopucudur.’ dedim. ‘Ben onun babasıyım’ dedi ve beni Bahriye
diye yazdı. Ardından dosyam geldi. Adımı görünce yüzü değişti. Dün gibi
aklımda…. Silinmez bu aklımdan. İşlemlere sıradan devam ettim. Bittiğinde nüfus
kâğıdımla, pasaportumu alacağım, oradaki binbaşıya ‘evraklarım efendim’ dedim.
S….r git, ulan dedi. Evraklarımı çekmeceye attı. O an Türkiye’yi terk etmeye
karar verdim. Babam adada ismi lazım değil, ama Rum olmayan bir
arkadaşı aracılığı ve Burgazadalı olmanın ayrıcalığı ile ertesi gün evraklarımı
sarı bir zarf içinde getirtti. Ben de ilk fırsatta Türkiye’den ayrıldım. Tam
46 yıl bu topraklara ayak basmadım ve Türkçe konuşmadım.
‘Daha
önce ayrımcılık yaşamış mıydın diye sorarsanız… Burgazada dışında evet…
yukarıda anlattığım olaydan önce Türk milli genç sutopu takımı
ile İzmir’de turnuvaya gitmiştik. TC vatandaşı Rum olan benimle hiç kimse
konuşmuyordu. Ne zaman ki, turnuvada Yunanistan maçında goller attım birden
“Makicim oldum.
Canlı bir Etnografik Müze, Burgazadası, Robert
Schild, s.85, Adalı Yayınları, Nisan 2021