28 Kasım 2023 Salı

 

Mal Sayımı, Erlend Loe

Çeviri: Dilek Başak

 

“Yolun karşısında “Moods of Norway” mağazası vardı.

Nina bunun bir hazır giyim markası olmaması gerektiği kanısındaydı.

Onun yerine Norveç halkının şımarık ruhundaki ikiyüzlü ahlak…

başkaları pahasına da olsa sürekli zenginleşmemiz…

ve bunu hiç sorun etmememiz üzerine yazılmış

 karanlık ve tehlikeli bir şiir derlemesi kitabı olmalıydı.”

***

Norveçli romancı, senarist ve sinema eleştirmeni Erlend Loe; başkahramanları oldukça saf olan duygusal ve ironik romanlarıyla Norveç edebiyatının en çok okunan, romanları tezlere konu olan yazarlarından birisidir. Romanlarında öyküler, varlıklarını korurken mizah ve hicivler satır aralarından dillerini uzatıverir. Bu okuduğum beşinci romanı. Ancak bunun tonu daha karanlık ve modern Norveç toplumuna yönelik eleştirileri -ya da toplumsal özeleştirileri- daha yoğun.

 

Finli yazar, Arto Paasilinna’nın Tavşan Yılı adlı eğlenceli romanı hariç “ bugüne kadar okuduğum “  İskandinav Edebiyatı, bir yandan İskandinav ülkelerinin zengin doğası ile iç içe yaşarken bir yandan da o doğadan koparak bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmayı yaşayan insanların öykülerinden oluşuyor. Kendi doğasına ve dünyaya yabancılaşan toplumların çığlığı romanlara, öykülere, şiirlere bir başka deyişle sanatın bütününe yansıyor. Bu edebiyatın satırlarındaki mutsuzluk, varsıllığa ipotek koyuyor. Toplumsal ilişkilerdeki, hatta aile ilişkilerindeki yalnızlık, yaşama sevincini, heyecanını yitirmiş, tasada ve sevinçte paylaşacak bir şey olmayan insanların kendine yonttuğu heykeller, kendine yazdığı eserler, kendine boyadığı resimler ve kendine çektiği tasvirler, elektro manyetik dalgalarla bize iletildiğinde de bize şaşkınlık düşüyor. Örneğin bu kitapta, Norveç’te Oslo’da yaşayan insanların, ülkelerinin dışında hiç tanımadıkları bir dünyanın olduğunu biliyorlar ama dünyadaki insanların arasına hiç karışmıyorlar. Uzay’dan gelmiş gibiler.  Norveç, sanki dünyadan kopuk ayrı bir dünya… Norveç, çok para kazanıyorlar, demokrasi adına sendikal kastların en üstünde yer alıyorlar. Her şeyin planlandığı gibi yaşandığı dünyalarına rağmen bu toplumların hezeyanları ise günü ve gündemi saniyeler içinde değişen bizleri hayrete düşürüyor.   

 

Erlend Loe’nin bu romanı da onlardan birisi; romanın kahramanı, altmış beş yaşına basmış, zamanın siyasi tınılarına yeterince ayak uyduramayan… Seksenli yılların deneysel biçimlerinin karşısında kırılgan şiirleri ile tanınan… geliri, bir elektrikçinin bir yılda kazandığının yanında gayri safi milli hasıla istatistiklerine bile alınmayan Nina Faber, iyi bir şairdir ama kaybetmeye mahkûmdur. Kitabın son satırları: -“Elinizden bu kadar mı geliyor? Ha ha! Gelin, gelin! Şairim ben! Duyuyor musunuz? Şairim! Şairim! “ Nina’nın hayatının özeti gibidir.

 

2013 yılında yazılmış bu kitabı biz Türkler için ilginç kılan şey; Nina’nın on dört ay boyunca kaldığı İstanbul’daki evinden görünen Boğaziçi manzarasının farklı biçimlerini; günden güne, saatten saate, başka atmosferler altında ve farklı düşünsel çağrışımlarla izlenimci bir tarzda betimleyerek… “Boğaziçi” başlığı altında yayınlaması ile Mal Sayımı kitabının kaleme alınmasına neden olmasıdır.

 

Yayınevinin kataloğunda Boğaziçi adlı şiir derlemesi hakkında şöyle yazılmaktadır: “Nina Faber’in yetkin ve özlenen kaleminden dökülen Boğaziçi, bir yer olduğu kadar eve, ölüme ve yaşama duyulan özlemin manalı ve yakın bir biçimde betimlendiği bir durum da aynı zamanda…  Faber’in pek çok okuru bu son derece özgün yazarın nihayet aramıza dönmesinden memnun olacak- üstelik her zamankinden daha iyi yazıyor!

 

Okurla metin arasındaki buluşma, her şey yerli yerine oturursa güzeldir. Ancak işler ters gittiğinde ıstıraplı ve travmatik olabilir. Nitekim yukarıdaki paragrafta da izleneceği üzere bir şeyler ters gitmektedir. Başkalarının eserlerini, bazen üretmesi yıllar alan eserleri yorumlayarak yaşamak ve ekmeğini bu yolla kazanmak, oldukça özel ve bilhassa karmaşık bir görevken, yukarıdaki paragrafın son satırlarındaki densizlik de ne demektir? Nina uluslararası çoksatarlardan ve onları yazan sıradan yazarlardan biri değildir ki…

***

Nina, Oslo’nun Song semt bostanındaki bahçesinde huzur bulmakta… oğlu Ludvig ile anlaşamamakta… Psikologuna göre; altmış beş yaşına rağmen hâlâ heyecan verici, cazip bir kadın olmanın yanısıra doğru ve güzel satırlarıyla onun en beğendiği şairdir. Buna karşın, yıllardır ne yaptığını bilmeden yazmış, hangisi yaşam, hangisi şiir kendisi de bilmiyordu artık. Yazdıkları hakkında konuşmayı bırakmış, seveni sevmeyeni de onu yüzüstü bırakmıştı.

 

Üniversitedeki Akademika Kitapevi’nden arayan, öykünün kırılma noktasındaki karakter, Bjørn Hansen de mal sayımı yapılacağı için Nina’nın Boğaziçi Kitabı’nın imza gününü iptal ettiklerini, bu arada yeni kitabını çok iyi bulduğunu söyleyerek başarılar dilemiş, kısaca o da Nina’yı ters köşeye yatırmıştır.

 

Ama darbenin büyüğü, üniversitenin Üniversitas gazetesinden gelmişti. Nina, karşısında yer alan en önemli ikinci karakter, Roger Kulpe tarafından kaleme alınan hakkındaki yazıyı öfkeyle okumuştu. Başlık “ Fevkalade zayıf Faber!” diyor, “ … gerçek İstanbul’u kirletiyor, … orada kalmış ama bir şey anlamamış, … bayağı, medeniyetçi çağrışımlarıyla eskiden Konstantinopolis’te olduğu gibi başı filler tarafından ezilmeyi hak ediyor.” diye ekliyordu.

 

Nina, kararsızdı. Acaba, adli sicilini kirletecek bir şey yapsa, şiirleri daha çok mu okunurdu, bilemedi. Sonra sakinleşip Roger Kulpe karşısındaymış gibi ona sordu. “- Jon Eikomo’yu tanıyor musun? - Evet. - Ne yazık ki, o başkalarının yazdıklarını okur. Şiir yazmaz. Anladın mı?” “- Başka? - Alf Prøysen. -Aptal, o çocuklar için yazar ve aslında müzisyendir.” “-Peki ‘Gün, geceye soğuyor. Sıcağı ellerimden iç.’ İpucu vereyim, Edith…? - Edith Piaf, mı? -Salak Edith Södergran.” “ Peki, Paul Celan’ı da mı duymadın? Celan’ı bilmiyorsan değil şiir, edebiyat hakkında bile konuşamazsın. Sen şiir üzerine yazı yazacak bir yetkinliğe sahip olmadığın gibi adam da değilsin.”

 

İşte karşınızda Erlend Leo’nun karamsar kalemiyle, kararsız, başarısızlık korkusu ve geçim derdi sırtında, yaşamı yazıya, yazısı yaşama bağlı olmasına rağmen yazmayı sevmeyen, asi ve otoriteye düşman, topluma ve Tanrı’ya kızgın Nina Faber.  

 

Nina Faber, Erlend Loe’nin Volvo Kamyonlar kitabındaki, çarpıklıkların sonunun gelmeyeceğinden, evrenin yavaş, yavaş genişlemesi gibi çok önceden belirlenmiş bir tempoyla bu çarpıklıkların her an büyüdüğünden, daha da çarpıklaştığından derin bir şüphe duyan, asi ve otoriteye düşman, Tanrı’ya kızgın Maj Britt Moberg’e nasıl da benziyor.

 


Siz, şimdi bizim afyonlu gündemimizden sıyrılıp, hâlinize şükretmek için Norveç’in plastik gündemine katılın. Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…

 



28.11.2023 mehmetealtin, 192/CCXXII

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------   

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2023

 


6 Kasım 2023 Pazartesi

 

Rüzgârın Gölgesi, Carlos Ruiz Zafón

Çeviri: İdil Dündar

“Kitap, şarap rengi deriyle ciltlenmiş,

tepedeki kubbenin damıttığı ışıkta altın rengi harflerle başlığını fısıldıyordu.”

***

La sombra del viento, Rüzgârın Gölgesi, adıyla yayınlanan büyülü gerçekçilik ve polisiyeye yakın romanın kurgusunda, Julián Carax’ın yazdığı her kitabı yakmaya, yok etmeye yeminli bir adamın izini sürme arayışı yer alır. Öykü 1945'te Barselona'da geçer. Her biri diğerinden bağımsız belirli noktalarda karakterleri buluşan, Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı dizisini oluşturan dört kitabın ilkidir. Bir sonraki roman El juego del ángel, Meleklerin Oyunu da 1920'ler ve 1930'lar Barselona'sında geçer. İzleyen roman, El prisionero del cielo, Cennet’in Tutsağı ile 1940'lara geri döner. El laberinto de los espíritus, Ruhların Labirenti, dizinin son kitabıdır.

Bu roman, İspanya İç Savaşı’nın izlerini derinden taşımakta, ancak sadece savaş ve savaş sonrası zenginliğin karanlık ve kirli yüzünü, siyaset, ticaret, kilise ve güvenlik kurumlarının birlikteliğini yansıtmaktadır. Romandan bize yansıyan, plütokrasi yaşantısında bireyler arasındaki ilişkilerden ibarettir. İşçi sınıfının varlığını göremeyiz.

Öykü, anlatıcı ve ana kahraman Daniel Sempere’nin kitapçı babası Bay Sempere’nin oğlunu gizemli, kutsal bir sığınak olan, kitaplarla yaşayıp hayal kuranların ruhunu taşıyan, Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı'na götürmesiyle başlar. Kitaplığın sorumlusu, Isaac Monfort’un “Bir kitap her el değiştirdiğinde, bir kütüphane yok olduğunda, bir kitapçı kapılarını kapattığında, bir kitap unutulmuşlukla kaybolduğunda, biz, bekçiler, onun buraya ulaşmasını sağlarız.” diye tanıttığı kitaplıkta Rüzgârın Gölgesi kitabını seçtiğinde, Daniel Sempere’nin hayatı sonsuza kadar değişir. Savaş sonrasında yaşanan o yavaş geçit töreninin, üstü örtülü hınçlar dünyasının, yaralı şehrin duvarlarından kan gibi süzülen o dilsiz kederin, şehrin ruhunun gerçek yüzü olduğu kanısıyla büyümüş, sevgi dolu, arkadaş canlısı hayatı, çocukluktan yetişkinliğe, gerilim ve endişeye doğru evrilir.


Küçükten beri kitaplar ve kitapçılar arasında büyüyen Daniel, romancı olmak hayali ile yaşamakta, bu ebedî ve edebî hayalinin temelinde bir dükkânda gördüğü harika mekanizmasıyla… gümüş, altın kaplamaları ve İskenderiye Feneri gibi ışıldayan bir barok fantezisi olan kalem bulunmaktadır.([1]) Dolmakalemlerin kraliçesi, Montblanc Meisterstück markalı, numaralı bir seriden olan kalem, zamanında Victor Hugo’nun Sefiller’i yazdığı kalemdir. Dolmakalem yokluğunda babasının verdiği Staedtler iki numara bir kurşunkalem ise o büyülü dolmakalemin etrafında şekillenen öyküden uzaktır. Kalemin sahibi olan romancının acılar içindeki ruhu tarafından ele geçirilen dolmakalem, çömezin eline bir geçse, eski sahibinin hayattayken bitiremediği eseri kâğıda dökmeye başlayacaktı.

Daniel, Rüzgârın Gölgesi kitabını ve Julián Carax’ın adını daha önce hiç duymamıştır. Basım bilgilerine göre bu kitap Aralık 1935’de Cabestany Editores tarafından basılan iki bin beş yüz kitaptan biridir. Kitabı ilk okuyuşunda, farkına varmadığı kadanslar ve dönüşler, çınlayan bilmeceler keşfeder. Yeni ayrıntılar, imge dizileri ve yanılsamalar, farklı açılardan seyredilen bir binanın planı gibi satırlar arasında belirir. Kitaptaki biyografiye göre Julián Carax, 1900 yılında Barselona’da doğmuş, yirmi yedi yaşında bir gençtir. Paris’te yaşamakta, Fransızca yazmakta, geceleri de bir pavyonda piyanist olarak çalışmaktadır. 1935 yılına kadar Paris’te lüks bir hapishanedeymiş gibi yaşamış ve ardından Barselona’ya dönmüştür.

Rüzgârın Gölgesi’ni başarılı kılan, ayrı kulvarlarda başlayan, yirmi bir yıllık bir süre içinde iç içe geçmiş iki öykünün, aynı kulvarda bitirilerek anlatılmasıdır. Ancak karakterlerin her iki kulvarda da yer alması ve geçmişe dönük anlatımları, beni  dokuz bölümlük kitabın, bölüm içeriklerine sadık kalarak tanıtmayı zorunlu kıldı.   

 

·     Romanın 1. Bölümü Külden Günler 1945-1949 arasını kapsar. Kitaba hayran kalan Daniel, bir kafede kitaplar konusunda son derecede donanımlı ve bilgili olan Gustavo Barceló ile tanışır ve elindeki kitabın, yazar Julián Carax'a ait mevcut tek kopya olduğunu ondan öğrenir.  

Barceló, Daniel’i evine davet eder ve görme engelli yeğeni Clara Barceló ile tanıştırır. İç savaş öncesi Barselona’da hiçbir sorun yaşanmayacağını, Hristiyan medeniyetinin beşiği ve zirvesi – bana göre ise Aztek ve Mayalar’a yaptıklarıyla en vandal örneklerden birisi - İspanya’da barbarlığın, anarşistlerin işi olduğunu… ve onların da bisikletleri ve çoraplarındaki yamalarla fazla yol alamayacağını… düşünenlerden biri olan Clara’nın babası: Montjuic kalesinde yerde bulunan bir kol saatinde yazılı isme göre; İberya Anarşist Federasyonu’nun FAI’nin eski tetikçisi, hizmetini anarşistler, komünistler ve faşistler arasından en çok para ödeyene satan… Barselona’nın düşmesinden sonra da polis kuvvetlerine katılan… öykünün en kötü, en karanlık kahramanı, Müfettiş Francisco Javier Fumero Almuñiz tarafından katledilmiştir.

Clara, Daniel'e Carax'ın "Kırmızı Ev" adlı kitabını da okuduğunu ve Carax'ın hayatı hakkında öğrenebildiği tek şeyin, bir dönem yaşadığı Paris'ten hemen sonra ortadan kaybolması olduğunu söyler. Birlikte Rüzgârın Gölgesi’nin bu gizemli yazarını araştırmaya başlarlar ve aralarındaki dostluk, platonik bir aşka dönüşür, hatta Daniel, ondan etkilenip kitabın tek kopyasını ona verene kadar da artar.

·   Rüzgârın Gölgesi'nin 2. Bölümü, Sefalet ve Beraberindekiler 1950-1961 arasını anlatır. Clara, Daniel'in 16. doğum günü partisine gelmeyince, öfkeli bir şekilde sokaklarda dolaşan Daniel’in karşısına aniden çıkan bir yabancı onu şaşırtır. Yabancı, “Julián Carax benim uzmanlık alanımdır Daniel. Dünyayı dolaşıp kitaplarını arıyorum.” diyerek, Rüzgârın Gölgesi kitabını mutlaka geri alması gerektiğini söyleyerek Daniel’i tehdit eder. Adı Laín Coubert olan adamın yüzü, ateşin tükettiği siyah ve bereli bir maskeden ibarettir. Bu gizemli karakter, Carax'ın metninde şeytanı temsil eder. Hikâye boyunca onun Carax'ın romanlarına karşı bir takıntısı olduğunu ve bulduğu bütün kopyaları yakabilmek için her türlü yolu denediğini görürüz.

Clara'ya verdiği kitabı gizlice geri alan Daniel, kitabı saklamak için işbirliği yaptığı Isaac Monfort’tan, kızı Nuria Monfort Masdedeu’un Carax’a âşık olduğunu ve Nuria'nın, Julián Carax'ın kitaplarının her birinin bir kopyasını, tamamen yok edilmeden önce Unutulmuş Kitaplar Mezarlığında sakladığını öğrenir.  Bir dükkândan içeri girmekle bile kendisine âşık eden Nuria Monfort, hikâyenin kilit karakteridir. İki hikâye arasındaki bağlantıyı o kurar. Bir yanda romanın başkahramanı Daniel’in anlatımı, öte yandan yıllar önce yaşanan olayları ortaya koyan Nuria’nın bıraktığı mektup, öykünün bütününü anlamamızı ancak sağlar.

 

·     3. Bölüm Gerçek Bir Dâhi 1953’e mekanik yetenekleriyle ad veren;  Daniel’in okul yıllarından beri tanıdığı en iyi arkadaşı Tomás Aguilar, görünümüyle insanları korkutan, buna karşılık her türlü çatışmadan uzak duran barışçı ve iyi huylu bir kişidir. Garip icatlar ve mekanik aletler ilgi alanıdır.  Daniel’in sokakta yaşamaktan kurtardığı ve kitapçı dükkânlarında çalışmaya başlayan ve giderek Sempre ailesinin en büyük dostu olacak, ilerlemeyi sağlayan tek şeyin arsızlık olduğuna inanan, nüfusta kayıtlı adını en son asılı bir afişte gören,  Romero de Torres Fermin’e sorarsak Tomás, yetenekli ama hedefsizdir.

Daniel’in âşık olduğu, kız kardeşi Beatriz Aguilar, İspanyol ırkının genetik üstünlüğünden söz eden, Bolşevik İmparatorluğunun yaklaşan çöküşü hakkında sürekli nutuklar atan varlıklı falanjist bir teğmenle nişanlıdır.  Ancak Beatriz onu sevip sevmediği konusunda ikirciklidir ve Daniel ile daha iyi anlaştığını düşünmektedir.

Bölüm, Daniel’in kitapçı dükkânlarında bulduğu, Carax’ın bir kadınla çekilmiş, fonda Carax’ın babasının şapkacı dükkânını betimleyen Antonio Fortuny’nin Oğulları yazılı, yanarak yıpranmış bir fotoğrafla biter.

 

·  Gölgeler Şehri 1954, romanın en uzun bölümü olan gelişme bölümüdür. 1914 Ekiminde Fortuny şapkacısının önünde duran bir araçtan, sağ elinde bankaların ve bölgenin yarısındaki arazilerin dizginleri, sol elinde temsilciler meclisi, belediye, birkaç bakanlık, gümrük müdürlüğü ile piskoposluğun ipleri olan birisi, Bay Ricardo Aldaya’nın küstah ve kibirli bedeni iner. O günden itibaren Julián’ın, yaşamı artık Tibidabo Bulvarı’ndaki “El Frare Blanc”, yani Aldaya’ların evi ile Aldayalar’ın sahibi oldukları San Gabriel Koleji’nde şekillenmeye başlar. San Gabriel’in öğrencileri aristokratik ve küstah prensler gibi,  öğretmenleri ise uysal, çok bilgili hizmetçileri andırmaktadır. Ama Carax tam olarak onlardan biri değildir.

 

San Gabriel’deki ilk arkadaşı, tanıştıklarında Julián’a elini uzatan, bakışlarında meydan okuma ve küstahlık, küçümseme ve yapay nezaketiyle Ricardo Aldaya’nın oğlu, Penelope Aldaya’nın kardeşi, Jorge Aldaya, en iyi arkadaşı ise nihayetinde öz kardeşi gibi sevdiği Julian için hayatını feda edebilecek Miquel Moliner adında bir gençtir. Keskin zekâya sahip, sonunda cüppe giyip, büyüdüğü okulda ders vereceğini hayal bile edemeyecek, Fernando Ramos, okulun aşçılarından birinin oğludur. Julián bunların dışında Küba Savaşı Gazisi Bekçi Ramón’un utangaç, biraz da anti sosyal oğlu Javier ile de tanışır.  Kısacası zaman içinde birbirlerinden uzaklaşmalarına rağmen, Miquel, Aldaya, Julián,  Fernando ve Javier Fumero hepsi de iyi arkadaş olurlar.

Ancak Fumero ile Julián’nın arasına giren Penélope Aldaya bu ikilinin arkadaşlıklarını nefrete dönüştürecek ve bu nefret ikisinden birinde bir lav silahına dönüşecektir. Bir gün Miquel Moliner, Fumero’nun üzerine çullanıp tüfeği elinden almasa ikinci mermi Julián’ın boğazını delip geçecekti. Fumero, Bay Ricardo Aldaya’nın müdahalesiyle bir ıslah evine gönderildiğinde Barcelona’nın rahmine yeni bir kötü adam daha düşecektir. Kötülük Fumero ile o kadar bütünleşmiştir ki, Barselona polis teşkilatında her rejimin kullanışlı tetikçisi olmuş, teşkilatta amiri teğmen Durán’ın yaptığı iş için sözde fazla yaşlı olduğunu düşündüğünden onu iterek öldürmüş ve onun görevini gururla üstlenmiştir. Ancak sonunda o da sözde silahlı bir çeteye karşı verdiği sözde bir mücadelede hayatını kaybedecektir.                                                                                  

Bir önceki bölümdeki fotoğraftan hareketle Daniel daha fazla bilgi almak için Fortuny’nin şapkacı dükkânına gider. Orada, Fortuny’nin öldüğünü ancak evini ona gösterebileceğini söyleyen bir kadınla tanışır. Julián Carax'ın babası Antoni Fortuny, Julián'a “belli bir” kin besleyen, karısını döven ama dindar bir adamdır. Fransız uyruklu müzik öğretmeni karısı Sophie’nin karnındaki çocuğun babasının kimliğini söylemeyi reddetmesinden sonra çocuğun İblis olduğuna karar vererek her tarafa haç asan ve sonunda karısını evden de kovan Antoni’nin hayatında İblis’in onunla alay etmek için peydahladığı o çocuk kadar canını acıtan başka bir şey yoktur.

Daniel, evde Carax’ın yetenekli çizimlerinde eskizini gördüğü bir evin Tibidabo Bulvarı’ndaki “ El Frare Blanc” binası olduğunu fark eder ki, bu arada yere düşen bir fotoğrafta da aynı bina vardır, arkasında “Penélope Aldaya’dan sevgilerle…” yazmaktadır. Daniel’in önünde yeni bir yol açılmış, Carax’ı ararken, Penélope’yi bulmuştur.

***

Beatriz, Tibidabo Bulvarı, Numara 32 “Bu adrese gelmezsen bir daha beni görmek istemediğini anlarım.” dediğinde; çok iyi bildiğim bu adresin yazılı olduğu elimdeki kartla yüzüne bakakaldım. Beatriz devam etti. “Ev,  Sis Meleği diye anılır ve babam on beş yıldır burayı satmaya çalışıyor. Salvador Jasusà adlı bir sermayedarın isteği ile 1899’da yapılmış. Jasusà’nın eşi ile ona ağza alınmayacak zevkler yaşatan hizmetçisi, Marisela 1900 Temmuz ayında eve yerleşmiş, ancak bir ay sonra iki kadın da öldürülmüş. Jasusà çıplak, kelepçelenmiş, can çekişir durumda bulunmuş ve görünüşe göre eşi de hamileymiş. Bu olaydan bir müddet sonra Jasusà, bir sendika kuracak sayıda bıraktığı piçleriyle Ricardo Aldaya ile tanışmış ve yetkilerini devredip, birikimlerinin kontrolünü ona bırakıp, garip bir şekilde ortadan kaybolmuş.

 

Penélope’nin dadısı, María Jacinta Conorado, rüyalarını süsleyen Barselona’ya geldiğinde şehir, deriyi sülfür ve kömürle karartan… sisler püskürten fabrikalar ve kapalı saraylarla kasvetli bir yere dönüşmüştür. Kızı bildiği Penélope’yi ruhen ve bedenen o büyütmüş, yaşamını ona adamıştır.  Oysa Tanrı Penélope’yi doğurmak için Bayan Aldaya’yı seçmiştir. Bu nedenle onu küçümsemekte ve ondan nefret etmektedir.

***

Ricardo Aldaya sayesinde Julián 32 numaraya adım attığından beri geceleri uykusuz geçirmeye, gece yarısından şafak sökene dek, Penélope’ye içini döktüğü hikâyeler yazmaya başlamıştır. Başkalarının duymayı istediği şeyler söyleyerek, kendinden uzaklaşmakta, ruhunu parça parça satmaktadır. İkisinin bakışlarındaki arzunun gözü karalığı ve küstahlığı Jacinta’nın gözünden kaçmaz.

 

Koleje gidip Julián’a Penélope’den mesajlar taşıyan Jacinta, herkesin Francisco Javier diye çağırdığı, San Gabriel’in bekçisinin o sessiz, kasvetli ve huzursuz edici oğluyla bu gidip gelmeler sırasında tanışır ve Fumero’nun da Penélope’ye ilgisini, onun kendisine verdiği çamdan oyulmuş Penélope’ye benzeyen heykelcikle fark eder.  Julián’ın Aldayalar’la yakınlaşmasından, arkadaşlarını ve ailesini ihmal etmesinden tek yakınan annesi Sophie değildir. Annesinin keder ve sessizlikle tepki verdiği duruma, babası Antoni öfke ve garezle tepki verir, Fortunuy ve Oğulları şapkacısı yavaşça gölgeler ve sessizlikten oluşan bir atalete gömülür.

 

Bayan Aldaya, Julián ile Penélope’yi sevişirken gördüğünde hiçbir tepki vermez.  Çünkü kendisiyle ilgili konularda görmek istediği veya düşündüğünden farklı olanı anlamasına izin vermeyen kronik bir narsizmden mustariptir. Ancak kader ağlarını örer. Julián okuldan atılır. Babası ile Bay Ricardo’nun onu orduya göndereceklerini öğrenince Paris’e kaçmak üzere istasyonda Penélope’yi beklese de o gelmez. Jacinta da akıl hastanesine kapatılır. İki naaş yan yana yatmaktadır. Penolope Aldaya 1902-1919, David Aldaya 1919. Bebek ölü doğmuş, iki ceset gizlice bodrumdaki mezar odasına gömülmüştür.

 

Daniel külleri siler. Mermere bakakalır. Arkasından gelen ses “Çık buradan.” derken Lain Coubert denen iblisin sesini tanır.

 

·      Nuria Manfort: Hayaletlerin Anısı, 1933-1954, öykünün, öykü içindeki bölümüdür. Savaştan önce estetik profesörü olan Manfort, Carax’ın İspanya ve Güney Amerika’daki yayın haklarını satın alan Josep Cabestany adlı bir yayıncının yanında çalışmaktadır. Carax’a ulaşabilen tek kişi Nuria’dır. Adresini arşivden silmiş; Carax hakkında yalan söylemekte, onu gizlemektedir. Rüyalarına girmeye başlayan Penelope’den nefret eden Nuria, platonik aşkı Carax’ı bulmak ve görüşmek için her yola başvurur. Nihayetinde yasal süreçleri bahane ederek Paris’e gider. Bu arada Aldaya İmparatorluğu, bankalarda gerçekleştirilen gizli toplantılarla yıkılmaktadır.  

***

Carax vitrinde sergilenen Victor Hugo’ya ait bir dolmakalemi Nuria’ya gösterdiğinde Nuria, hemen duvağını satıp parasıyla onu alır. Hiç bu kadar keyifle para harcamamıştır.  Dükkândan çıktığında onu izlediğini öğrendiği bir kadın kendini ona tanıtır. Irene Marceau, Carax’ı zehirlenmiş kalbiyle Paris sokaklarında kan kusar hâlde bulmuş,  onun iyilikseverliği sayesinde hayatta kalmıştır. Irene, Carax’ın yıllardır beklediği kadının Nuria olup olmadığını anlamak istemektedir. Bu Nuria için yıkımdır. Onu daha başlamadan kaybettiğini anlar. Eve gider, son defa onunla sevişir.  Bavulunu alır kalemi daktilosunun üzerine bırakır, Paris’ten ayrılıp, Barselona’ya döner.

 

Julian’ın kimliği ile ölen Miquel, -farkında olmadan- ona mükemmel bir kimlik sunmuştur. O andan itibaren Julian Carax diye birisi yoktur. Nuria da hayatının sonuna kadar Miquel’in karısı olarak kalacaktır.

 

Polis, Enrique Palacios,  “Nuria kollarımda öldü.” dedi. “Son sözleri on beş yıl boyunca gizlice âşık olduğu Julián Carax içindi.” Bir berduş Nuria’yı bıçaklayarak öldürmüştü. Mezarlıkta gri elbiseli ve elinde çiçek tutan bir kadın dudaklarını sıkarak ağlıyordu.

***

Antoni Fortuny’yi koltukta eşi ve oğlunun fotoğrafına bakarken buldular. Savaşların hafızası yoktur. Olanları anlatacak ses kalmayıncaya kadar kimse anlatmaya cesaret edemez. Artık kimse onları tanımayana kadar bekler ve geride kalanları tüketmek için başka bir yüz ve isimle geri dönerler. Sophie kendisine evlilik teklif eden Antoni Fortuny’nin teklifini düşünürken Ricardo Aldaya’ya âşık olmuş, kaçamak buluşmalarının sonunda hamile kaldığında, Aldaya çocuğu aldırmasını söylemiştir.

 

·     Rüzgârın Gölgesi 1955 Daniel, Núria'nın mektubunu bitirdiğinde okuduğunun kendi öyküsü olduğunu hisseder. Hemen Beatriz’i bulmalı, olanları anlatmalıdır. Daniel onu bulacağını bildiği Aldayalar’ın evine gider ancak bilmediği şey takip edildikleridir. Daniel’in dudaklarından çıkan çığlık değil kan iken, alevlerin zapt ettiği yüzüyle Julián Carax, Lain Coubert’e dönüşür ve Fumero’nun lanetli ruhu, meleğin elinde kalır.

 

·         27 Kasım 1955 Post Mortem, 1956 Mart Suları ve 1966 Dramatis Personae,

Nuria Manfort, “Görünüşe göre çok kurnaz birisi,  Rüzgârın Gölgesi kitabını asla bulunamayacak bir yere saklamış. O da sensin Daniel. Julián seni gözlemliyor, büyümeni seyrediyor kim olacağını merak ediyordu. Senden oğlu gibi bahsediyordu. Sadece bir köşecikte gizli de olsa bizi hatırla Daniel. Gitmemize izin verme.” diye yazmıştı. Başımı döndürdüm, oğlum Julián’a baktım ve yastığımın üzerindeki dolmakalemlerin kraliçesi, Montblanc Meistertück markalı, numaralı seriden dolmakalem kutusunun açık içinin de boş olduğunu gördüm. Kalemi aldım eski sahibinin hayattayken bitiremediğini kâğıda dökmeye başladım.

 “Bana sesimi ve dolmakalemimi geri kazandıran dostum Daniel’e… ve ikimizi de           hayata geri döndüren Beatriz’e…”

***

Siz okuyucular, şimdi Unutulmuş Kitaplar Mezarlığına gidiniz. Mezarlık sorumlusundan kitabı alıp,  her devrin adamı tetikçilere yakalanmadan,  Barselona’nın kadim sokaklarının ruhunuzu çalmadan, derinize sızmasına izin veriniz. Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…

-----------

Not: Unutulmuş bu kitabı, bana armağan eden Jenny ve Berk’e teşekkür ederim.





03.11.2023 mehmetealtin, 125/CCXXI

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------   

Kırmızı Kedi Yayınevi, 3. Baskı, Ekim 2021



[1] Bu satırlar, bana İbrahim Yıldırım’ın Dünbatımı Defterleri adlı kitabının 87. sayfasındaki şu satırları ile benim bu kitap hakkında yazdığım yazıyı anımsattı. “Bu durumda ben de Balzac için tasarlanmış olanın gövdesi, pantolonunun desenine, klipsi bastonuna uygun… Cervantes’in ucuna değirmen işlenmiş…  Stendhal’in Julien Sorel’in başını giyotine teslim ettiği romanı Kızıl ve Kara’nın hemen yanındaki şaheser’i, ucu on sekiz ayar altın, klipsi - yakut kırmızısı, oynaşan gözleriyle - bir engerek yılanı olan, Meisterstück dolmakalemimi saygıyla alıyor, yazarın diliyle yazmaya başlıyorum.”




Mahcubiyet ve Haysiyet

Dag Solstad 

Çeviri: Banu Gürsaler Syvertsen

Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz. “


1982’de yayınlanan, “Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasî Uyanışa Dair Anlatısı” ve 1996 ‘da yayınlanan “Profesör Andersen’in Gecesi” adlı kitaplarıyla tanıştığımız… Kuzey Avrupa edebiyatının önemli öykü ve roman yazarı, Dag Solstad, Norveç’in bir diğer ünlü romancısı Per Petterson tarafından şöyle tanımlanır: “Sorgusuz sualsiz Dag Solstad Norveç’in en cesur, en zeki romancısıdır.”. Norveçli eleştirmenlere göre; bir edebi kışkırtıcı ve ulusal ikon olan deneysel yazar Dag Solstad’ın uluslararası yükselişi… kendi ülkesindeki pozisyonuyla tuhaf bir z


1982’de yayınlanan, Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasî Uyanışa Dair Anlatısı,  komünist bir ülkede, komünist süreçte yapılanlara değil de kapitalist bir ülkenin kaçırılan fırsatına hayıflanma gibidir. Komünist parti fikri ihtiyatla düşünülmesi gereken bir şeydir. Diğer bir deyişle, olayların gerçekçi ve radikal bir şekilde farklı olabileceğine inanma olasılığının kaybıyla başa çıkmanın yollarını aramasını karakterize eden bir süreç olarak da tanımlanabilir. II. Dünya Savaşı sonrasında, 60’lı yıllarda eğitim görmüş olan Norveçliler ’in umudu, sosyal demokrat bir sistemdir. Oluşturdukları, gettolarda yaşamakta, hayata ilişkin temel sorunlarla ilgilenmektedirler. Ancak gelecek konusunda bir seçenekleri yoktur. Nitekim romanın kahramanı Pedersen’in güvenli ve ayrıcalıklı bir iş bulma, bir yere kök salma hayali de ancak 1968’de Larvik’te lise öğretmenliğine atanmasıyla gerçeğe dönüşecektir. Öyle dünyayı şaşırtmak gibi özel hedeflerle gelmemiş, bir liseye öğretmen olarak atandığı için mutlu ve kendi evini açmak için sabırsızdır. Derslere başladığında en çok savunduğu konu, farklı dallara ait derslerin birbirleriyle örtüşmesidir. Örneğin; Norveç Tarihi bilinmeden, hatta Luther’in görüşleri bilinmeden Norveç Edebiyatı anlaşılabilir miydi? Varoluşun soyut kategorilerinin hâlâ eğitimin en önemli tezi olması yerine, varoluşu çeşitli bağlamlar içinde ele almak ana tema olsaydı okul çok daha heyecan verici bir yer olmaz mıydı?

 

Ne var ki, bir gün öğrencilerinden birisi “ Bize tarih dersi verme biçiminiz üzerine bir tartışma açmamız gerekiyor. Tarih kimin içindir? İktidarı elinde bulunduranlar için midir, yoksa emekçi kitleler için midir?  Bu dersin son derecede otoriter bir yapısı var ve karşılıklı söyleşiyi olanaksız kılıyor…” diyerek; “Tarih dersinin hedef kitlenin ilgisini çekmemesi halinde hatanın hedef kitlede değil derste olduğunu, söylemesiyle…” Pedersen sosyalizmle ilk defa yüzleşir.

***

Dag Solstad’ın 1996 ‘da yayınlanan “Profesör Andersen’in Gecesi”’ kitabında ise Henrik İbsen uzmanı bir edebiyat profesörü olan anlatıcı karakter, Profesör Pal Andersen;  Noel gecesi karşı karşıya kaldığı bir cinayetle, varoluşun temelleri olan etik ve doğruluk boyutunda kendini sorgulamak zorunda hissetmektedir. Bu süreçte yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini, inançlarını, sistemi sorgulamaya ve gerektiğinde bahaneler uydurmaya, giderek de başkaldırmaya başlaması ana temadır. Güçlü ve etkin bağlarla bağlı olduğu arkadaşları arasında tıp öğrencisi, Bernt Halvorsen ile tam kafa dengidir. “NATO’ya ve nükleer silahlanmaya evet, avangart sanata hayır!” diyenlere karşıdır. Aşırı sola kaymamış, Marksist-Leninistlere, efsanevi Maoist İKP(m-l)’ lere bulaşmamıştır.


Kazanımları istem dışıdır. Kişisel sapmaları hoş görülmelidir. Düzenin parçası olmasa da törpülenmiş dili, cici gereçleri ile göstermelik tüketim eğilimleri, uyumlu yaşamının ana etmenleridir. Bedenin sınırları zorlanmalı, hazlar en üst düzeye çıkarılmalıdır. Bu bağlamda Andersen’in düzenin ortak paydasında yer bulamayan düşünceleri ile yaşantısı çatışma halindedir. Yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini, inançlarını ve sistemi sorgulamaya, gerektiğinde bahaneler uydurmaya başlar, hatta giderek başkaldırır hâle gelir.

 

Profesör Andersen, bir edebiyat profesörü olarak da edebiyatın geleceğinden korkmaya başlar, edebiyatın çok uzun ömürlü olmayacağını düşünür. Henrik İbsen uzmanı olarak; günümüzde sahneye koyulan İbsen eserlerinin, artık İbsen’in eserlerine benzemediğini, İbsen’in şöhretinin sahneye satılık mal gibi konulduğunu söyleyerek tartışmayı derinleştirir.


Kültürel ve toplumsal alanda giderek yalnızlaşır. Bu, onun, bir insan olarak kendisine yabancılaşmasıdır. Bu, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Böylece kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline geldiğini fark eder ve bu sarmala kapılır gider.

***


Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet adlı romanının tanıtımını yapmadan önce diğer romanlarından söz etmemizin nedenlerini ele alırsak; Birincisi, kitapları Solstad’ın hayatından derin izler taşır.  Örneğin Lise Öğretmeni Pedersen, Dag Solstad’ın Marksizm ve Leninizm’e sempatisinin derin izlerini taşır. İkincisi, bu üç roman, birbirinin devamı gibidir. Lise Öğretmeni Pedersen, 68 kuşağının gündemini kapsar, öncüdür. Profesör Andersen ise, bu kuşağın toplumsal gündemi terk ederek kendisine yabancılaşması sürecidir, artçıdır. Her iki kitabın kurguları birbirine yakındır. Karakterler ve çevrelerindeki karakterler, meslekleri ve mekânları neredeyse tıpa tıp benzerlikler taşır. Bu bağlamda, bana göre 1994 yılında yayınlanan Mahcubiyet ve Haysiyet kitabı, yukarıdaki iki kitabın arasında kültürel alanda Norveç’teki 68 kuşağının içinden doğan, yazarlar ve aydınlar aracılığıyla örgütlenen sosyalist öncülerin, “terk döneminin” sarsıntısını yaşamakta ve izlerini taşımaktadırlar. Anlatalım…

***

Metnin geçmişinden… Kitabın Mahcubiyet’inden başlarsak; romanın kahramanı, Elias Rukla, ellisini geçmiş bir lise öğretmenidir. Konuşabileceği, düşüncelerini paylaşabileceği kimsesi yoktur. Dışarıdan bakıldığında renksiz bir hayat sürer.  Niçin zengin bir avukat olmadım diye yakınacak hâli de yoktur. Seçimini edebiyat öğretmenliğinin kendisine içsel bir tatmin sağlayacağını düşünerek yapmıştır. Bu doyumun iç dünyasında yayacağı aydınlık, soluk renksiz dış görünümünü önemsiz kılacaktır. Bu duyguları Norveç toplumuna ve toplumun temeline duyduğu güvenden kaynaklanmaktadır.


Buna karşılık her sabah birlikte kahvaltı ettiği ve derin bir aidiyet hissettiği karısına karşı hissettiği derin duygudan ise geriye bölük pörçük bir şeyler kalmıştır. Kendi halinde bir lise edebiyat öğretmeni olan Elias Rukla, hayatın hiçbir alanında ön plana çıkmamıştır. Herhangi bir şekilde üstünlük göstermek gibi bir düşünceye hiçbir zaman sahip olmadığından bundan rahatsızlık da duymamaktadır. Gazetelerin çok özel haberleri bile onda yankı bulmaz. Haberlere karşı kayıtsız ve yabancıdır;  onları aptalca bulur. Hatta onları “iğrenç derecede aptalca” bulur. Karşısındaki bireylerde ve toplumun genelinde kültür izlerine rastlanmamasını çok tuhaf bulur.


1920 kuşağı yazarlarının savaş sonu yaşadıklarını kendi ruhunda da hisseder. Bunlar arasında Thomas Mann’e özel bir hayranlığı vardır ve hayatının Thomas Mann tarafından roman olarak kaleme alınmasını arzular. Hatta Thomas Mann’la düşsel diyaloglara bile girer.

***


Elias Rukla, kendisi gibi olmak ile topluma, sisteme, uymak arasında savrulmaktadır. Reddetme gücü olmadığından kaygılı,  çekingen ve siliktir. Varlığını sunabilmenin anlamı, başkalarına odaklı bir yaşam anlamı ile özdeştir. Varlığının genel kabulü, bir başkasının varlığında ve onayında gizlidir. Nitekim üniversitede zorunlu yan dal olarak seçtiği felsefe bölümünde Johan Coprneliussen ile yolları kesişince Elias, hayatını dolu, dolu yaşadığını hisseder. Çünkü arkadaşlıkları, Elias’ın Johan’ın varlığında kendisini var etme biçimidir.


Johan, ilgi gösterdiği alanlar arasında buz hokeyinden Kant’a, reklam posterlerinden Frankfurt Felsefe Okulu’na, klasik müzikten rock’n roll’a, operetlerden, Norveçli çağdaş bestecilere kolayca geçiş yapabilen birisidir. Hayata böylesine doyamayan bir adam nasıl olur da kendisini felsefe okumaya verir, Elias bunu daima sorgular. Johan’ın doktora tezi Kant üzerinedir.  Ama peşinde koştuğu Kant değil, Kant’a dair çalışmalar yapmış düşünce adamlarıdır. Nitekim Marx ve Kant arasındaki bağlantıya ilişkin teziyle doktora derecesini alan Johan’ın tezinde bir belirsizlik sezen Elias, “Tezin ana teması Kant’a dair yazılanlar yani Marx’ın Kant’a yaklaşımı mı, yoksa özgürleştirici bir ideoloji olarak Marksizm’in kendisi miydi?” bunu hiçbir şekilde anlayamaz. Zaten arkadaşlıkları için bu önemli de değildir.

***

Roman, yukarıda profilini çizdiğimiz Elias Rukla’nın, uykulu bir pazartesi sabahı Norveç Dili ve Edebiyatı dersi vereceği Fagerborg Lisesi’ndeki dersliğe girmesiyle başlar. Öğrenciler Henrik İbsen’in Yaban Ördeği isimli dramını açmış onu beklemektedir. Dördüncü perdenin ortasını okurlarken, Elias, birden bir heyecana kapılır. 


Oyunda o ana kadar alaycı yorumlarıyla var olan Dr. Relling’in diğer karakter Bayan Sorby’ye karşı beslediği ebedi ve ümitsiz aşkın tutsağı olarak, oyuna girdiği o kısacık anda sahnede kaderi dondurulur. Yirmi beş yıl boyunca bu satırları okumuş,  oyundaki Dr. Relling adlı karakterin konumu ona hep sorunlu gelmiş ve şimdi farkına varmıştır ki, bu karakter İbsen’in sözcüsü gibi değil de adeta oyunun düşmandır. Tek işlevi vardır, dramı tahrip etmek. Ve repliklerinden bir tanesi Norveç Edebiyatının en ölümsüz cümlelerinden birisi olarak kayda geçer. “ Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz. “


Yirmi beş yıldır masrafları kamu tarafından karşılanan bu sınıftaki, çok iyi eğitim almış öğrencililerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın göstermek zorunda olduğu ‘performans’ ortak kültür mirasına ait edebi eserlerin bir bölümünün müfredata uygun olarak işlenmesidir. Buna karşılık müfredata karşı çıkan ve onu öğretmen olarak görmek istemeyen öğrencilerin kendilerini haklı görmeleri nedeniyle depresyona girmekte; kendini tedavülden kalkmış, demode, külüstür, son kullanım tarihi geçmiş bir öğretmen gibi hissetmektedir. Öğrenciler haklıydı. Hâlbuki İbsen’in kullandığı geriye dönük oyun kurgusu öğretmen tarafından bir çıkış noktası olarak ele alınsa… Onlara İbsen’in nasıl bir polisiye kadar heyecan verici olabileceğini gösterebilseydi, öğrencilere bir şeyler verebilir, karakterlerle özdeşleşmelerini sağlayabilirdi. Nitekim öğrencilerin iç çekme seslerinden verdiği eğitime tepki gösterdiklerinin farkındaydı. Verdiği eğitim yetersizdi çünkü inşa edildiği temeller, öğrenciler açısından geçersizdi, şu anki uygulamaların tamamen gereksiz sayılacağı günlerin gelmesi an meselesiydi ve bundan korkuyordu.  Kendini yorgun ve hayal kırıklığına uğramış hissediyordu. Yenilgi ve geri çekilme hissinin üzerinde yarattığı ruhsal tahribat yüksekti.


Yağmurlu bir havada, kafası bu sorularla dolu olarak Fagerborg Lisesinin bahçesine teneffüse çıktığında, ıslanmamak için şemsiyesini açmaya çalışmakta şemsiye ise direnmektedir. Şemsiyeyi küfür ve öfkeyle taşa vurmaya başlar. Üzerinde tepinip, topuğu ile ezer. Sağa sola vurmaya devam eder, kırılmış teller ellerine batmaya, kesmeye başlar. Çevresini saran öğrenciler, irileşen gözleriyle ses çıkarmadan onu izlemektedir. Haysiyet’i incinmiş, hayatı bambaşka bir yöne evrilmiştir. İdealleri, toplum ve yaşadığı çağ tarafından törpülenerek yok edilmiş, mutluluğunu da mesleğini de yitirmiştir. Hiç bitmeyecek bir kişisel mağlubiyet süreci başlamıştı ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacağı gibi eşi Eva Linde’ye ne söyleyecektir?


Çok güzel bir kadın olarak anılan Eva Linde,  en iyi dostu Johan Corneliussen’in eski karısıdır. Elias, Johan ile dostluğu devam ettiği süre içinde Eva’ya duyduğu imkânsız aşkı gizlemiştir. Eva ile evliliklerinin yedinci yılında, havaalanından Elias’a telefon eden Johan, “ Yeteneğinin işe yaramasını ancak kapitalizmin hizmetine girerek sağlayabileceğini… Marksizm’in ders verici, eğitici ahlakçı tarafının yeteneğini uygulamaya koymasını engellediğini… New York’ta hayallerinin işini bulduğunu” söyleyerek… New York’a gitmek ve orada bir hayat kurmak üzere Eva ile kızı Camilla’yı Elias’a emanet etmiştir.


Bunun üzerine Elias ile Eva ve kızı Camilla yeni bir eve beraber taşınmışlar, Eva hiçbir zaman Elias’a “seni seviyorum” dememiş, ama iki yıl sonra evlenme teklifine evet demişti. Artık Elias’ın aklından geçen hemen her şey Eva’ya ilişkindir ve attığı adımı bunlar belirler ama Eva’nın sürekli mutsuzluk yaşadığını kendisinden neden sakladığını anlamaz. Aynı evde ayrı yaşarlar, birbirlerinin yörüngelerine girmezler. Elias, Eva’nın eski zarafetini bulmakta da güçlük çeker. Zaten Eva da güzelliğini hiç anlayamamış, onu rastlantısal fiziksel olarak kabul etmiş, bu yüzden erkeklerin gözlerinin onda odaklanmasından hep rahatsız olmuştur. Romanın gizemli karakterlerinden kaderine razı olmuş, edilgen bir kişi olan Eva’yı, Eva’nın gözünden değerlendirip, yorumlamak mümkün değildir. Bence bu, romanın eksik yanlarından birisidir ve Eva’nın içsesinin eksikliği hissedilmektedir. Camilla’ya gelince Elias, Camilla’yı devamlı kollar. Çünkü çoğu kez Eva’nın Camilla’nın annesi ve eğitimcisi olma rolünü, annesi ve sahibi olmakla karıştırdığını düşünür.


Elias, evinde, kültürel ve toplumsal alanda tamamen yalnızdır. Kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancıdır. Artık sistemin işleyen çarkı bile olmadığından çarkı, içkiyle çalıştırmaya gayret etmektedir.

***

Özetle, kitap tez yazılabilecek metniyle, Elias Rukla’nın Mahcubiyet ile Haysiyet arasında sınandığı ve sıkıştığı Dag Soltad’ın öz eleştirisiyle kendi kişisel hesabını dürdüğü, okurunu da hesaplaşmaya iten bir roman… Siz okuyun keyfinizi asla bozmadan… Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla.




Mehmet Enver Altın 22.05.2023 141 / CCXIX

eflatunharmaniyeli.blogspot.com.tr

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Nisan 2022