Taş ve Gölge
Burhan
Sönmez
2022 Orhan
Kemal Roman Armağanı
“ Ahlak olmadan Allah inancı ve tasavvuru oluşturulamaz.
Ahlak
duygusu ve bilgisi olmadan oluşturulacak Allah tasavvuru, mutlak güce
indirgenmiş, ahlaki muhteva taşımayan totaliter bir tirana, istediğini yapan
bir krala, zorba bir despota benzer.
Ahlakın
önceliğini kabul edersek, Allah’ın ahlaki davranması ahlaken zorunlu olur.
Çünkü Allah kavramı kemalini, tapılmaya, saygı duyulmaya değer oluşunu bu
ahlaki yanından alır.
Eğer
kudreti ahlakını geçiyorsa, hiçbir ahlaki kurala bağlı değilse, o zaman ortada
saygı duyulacak değil, kendisine korkuyla boyun eğilecek bir tanrı vardır.”
--
İlhami
Güler, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu
Ajanda
2010, İLLALLAH, Metis Yayınları, Ekim 2009, s.135
***
Siyah mezar taşının ortasındaki
delikten, gecenin göğü ağır, ağır alçalırken, mezarlık, mezarlığı saran şehir,
şehri saran deniz, aynı resmin içinde maviden beyaza beyazdan siyaha renk
değiştirirken… Tabutunun üzerinde rengi sararmış bir tülbent ve -yedi adı da-
Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus ve Âdem yazılı sararmış bir kâğıt ile
Avdo, rüyasında Yedi Adlı Adam’ın mezar taşındaki siyah deliğe yaklaştı. Kayan
bir yıldız gibi deliğin içine aktı. Avdo, içindeki sükûnetin nedenini anladı.
Öleceği yeri bulmuştu.
Mezar taşı ustası Avdo, Haymana’dan
Kahire’ye kadar uzanan bir coğrafyada, küçükken Urfa’da pazar yerinde kaybettiği
anasını bulmak… Ona, dünyanın en güzel kelimesi diye
nitelendirdiği, Türkçe/Anne,
Kürtçe/Dayê, Arapça/Umm, Ermenice/Mayrig Süryanice/Emo ve Rumca/Mama demek için
Türkçe, Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice ve Rumca öğrenir. Ancak dili de
dini de kendisinindir. Bu, Avdo’nun gerçeği ve romanın da üst katmanıdır.
Doğu Roma’da -Ana Tanrıça Ülkesinin Doruğundaki
Halk- adıyla Konakornas, Kürtlerin Şêxan, Ermenilerin Hay, dedikleri
Haymana ovasındaki Konak Görmez köyünden, Mardin’e, Mezopotamya’ya kadar
binlerce yıl önce burada ekilen ilk buğdayın tadını taşıyan her gün kendi
kendine yenilenen kutsal bir ekmek ile bütün diller ve dinler yan yanaydı bu
topraklarda… Çağlardır çeşitli kavimlere karşı omuz omuza saf tuttukları…
çeşitli dillerde konuşup, anlaşıp gülüştükleri halde, bazen birbirleriyle
vuruşuyor, ölülerini gömdükten sonra yeniden bir arada yaşıyorlardı. Toprağın
bağrından kopan yaşam, gece göğe doğru gümüş gibi açılan pencerelerde mücevhere
benziyor, asabiyet, yoldaşlık, imece ve paylaşım ile haset ve husumet maharetle
korunan, sabırla saklanan, zamanı geldiğinde ortalıkta başıboş dolaşan bir
ateşle, birbirine akraba dinler akrebin akrebe ettiği gibi pusuya yatıyordu.
Avdo,
düşlerinde, Kudüs, Kahire, Girit, Atina, Roma ve İstanbul’da dolanırken her
yerde kendine bir ad Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus ve Âdem edinirken…
Belleğini yitiren her ad bir sesle doğup, bir görüntüye bürünüyor, kâğıda
dökülen sözcükler, yazan kalemin sesine yansıyordu. Bu, Avdo’nun düşleri,
romanın alt katmanıdır. Âdem, düşlerin içinde ete kemiğe bürünen, hayat bulan,
öyküsü romanı taçlandıran, geçmişin sırrıdır.
***
Romanında ana karakter Avdo’dur. Rüyaları gerçek kılan Avdo’dur. Diğer karakterler, Avdo’nun gerçeğini tamamlar. Biri vardır ki, olmazsa olmaz. O Elif’tir. Düşlerindeki Yedi Ad’ın içindeki Âdem ise romanın sonuç bölümünün belirleyicisi, insan tarifinde önemli bir simgedir. Avdo’nun ve Yedi Ad’ın ortak noktaları, insan ıstırabının ve adaletsizliğin yol açtığı daha adil bir “delik ötesi dünya”’da yaşadıkları dünyanın değeridir. Her kapı umutla açılıp, umutla kapanırken kırk birinci kapıda gerçeğe ulaşılır. Yeşil ölüm var olanla yetinmek, kızıl ölüm kendi benliğine karşı mücadele etmek, beyaz ölüm dünya malından uzak durmaktır. İhtiyacın olan sabretmek, her tür belaya karşı ümidini yitirmemektir.
Yukarıda yazılan ve okunan odur ki; yazar Tasavvuf ’un tanımını yapmakta insanî ve bedensel isteklerin sistematik dizginlenme sürecinde ruhun üstün kılınmasını öğütlemektedir. Hedef, insan-ı kâmil olmaktır.
Romanın ana mekânı, Avdo’nun, turuncu bir yaz sabahında Elif’in Arapçadaki ilk harften, ucu hafifçe kıvrılan bir çizgi, “eliften” ibaret sade ve mutlak taşıyla, kendi kabrinin kıyısında bulunan, gelenlere kapısı ve sofrası açık, evinin bulunduğu eski kentin hemen dışında huzurlu bir sessizliğin, sonsuzluğundaki mezarlıktır. Yıldızların sesinin dalga dalga geldiği, erguvanın altındaki, göğün katlarından inen gözyaşlarıyla beslenen pınarın suyundan içip muradına erenler haklıydı. Mezarlıktaki, erguvan pınarı, ölünce kötülüğü unutan ruhların saflığı ile durulaşıyordu. Avdo, sarı yıldızın sesiyle birlikte geride tek bir ışık tozu bırakmadan yitip gittiğini gördü ve bir dilek tuttu. Hayatın geçiciliğini, ölümün sonsuzluğunu gösteren mezarlıkta mutluydu. Elif’ten ibaret beyaz mermerden mezar taşının gölgesinde, Kıble’si Elif’e dönük, sonsuza kadar burada kalacaktı. Kendi mezartaşı siyahtı, renginde ak lekeler gibi samanyolu yıldızlarını taşıyor ortasında açılan küçük delik yıldızları çekip yutuyordu. Yaklaşıp bakanlar gayya kuyusuna düşer, karşıda hiçlikten başka bir şey olmadığını görürlerdi. Çocukluğundaki kader nasıl annesiz yaşamayı emrettiyse aynı kader şimdi de Elif ile yaşamayı emrediyordu.
***
Öyküsü 1938-2002 arasında geçen romanda zaman bir dizin oluşturmaz. Zaman uzayan, kısalan, parçalara bölünen boyutlarda, sanal bir karakter gibidir. Zaman ve mekânlar bir önceki bölümün içeriğine bağlı, kadim bir coğrafyada, Haymana Ovasından, Mezopotamya’ya, Roma’ya kadar ilerler. Sarmaşık yapısına, Avdo’nun gerçeğinde ve düşlerinde yer alan bazıları çok eğitici ve yerinde… az da olsa gereksiz, şimdi ne ilgisi var denecek kadar, dönemsel tarihi olaylar, örneğin idamlar, mimari oluşumlar gibi detaylara rağmen öykü okuyucun ilgisini canlı tutuyor.
Roman; insanın, aynada kendini görmek isteyen insanın, aynanın sırında özünü
görmek isteyen insanın, aynanın sırının sırrında geçmişini görmek isteyen
insanın, kurgusu sağlam öyküsüdür. Yukarıda
da değindiğimiz gibi anafikri, insan-ı kâmil olmaktır. Bırakın, peygamberlere
verilsin âlemin sırrı, biz yalnızca kendi sırrımızı bilmek isteriz. Feodal düzenin coğrafyasında geçen
hikâyede bu coğrafyanın genlerini taşıyan karakterler kadere ve asabiyete boyun
eğmiş, kararları ipotek altında insanlar olarak öne çıkmaktadır. Düzene karşı
çıkanlar yalnızca Reyhan, Süreyya, bütün köye tek başına direnen,
aralarına karışmayan Heyran ve
Totove’dir.
Romanın 233.
sayfasından, 237. sayfasına kadar… Totove’nin katili, Reyhan’a tecavüz eden,
gizli polis Şef Kobra’ya çizilen: Öğrenilmiş şiddet altında, suskun adaletin
korumasında, zavallı adamın kaderi portresindeki sinsi aşkı, oldukça sorunlu
bir bölümdür. Bu bölümde, zanlıyı beraberinde kaçırmak gibi bir eylemin,
bırakın doğal hayatı, derin devlet yapılanmalarında yazılı olmayan, cezası ölüm
olabilecek davranış kurallarına da aykırıdır.
Ama aşk bu, on kızın güzelliğine ekle, üstüne kendi hayalini de
koy işte o kadar güzel Reyhan, böyle bir kurguyu hak eder mi, onu bilemem. Ona
siz, okurlar karar vereceksiniz. Ayrıca,
çocukluğumun geçtiği, yöredeki Merkez Efendi Mezarlığı’ndaki Eşref Hoca’nın
eylemlerini, o dönem için bile oldukça cüretkâr bulduğumu ya da fazla
süslendiğini söylemeden geçemeyeceğim. Yine romanın 124. sayfasında, ifade
edildiği gibi; “Kanuni Büyük dedesi Fatih İstanbul’u ele
geçirip Bizans İmparatorluğu’na son verirken şehrin tarihinden gelen
Romalıların Kayzeri ünvanını da kazanmıştı. Ne var ki sonra da babası Yavuz
Sultan Selim Kahire’yi ve Kâbe’nin hâkimiyetini elde edip İslâm’ın halifesi
unvanını alınca Osmanlı Sarayı’nda Kayzer unvanı unutulmuştu.” …denilirken, bir yanda Konstantinopolis’in Doğu Roma
İmparatorluğu’nun başkenti olduğu, bir yandan da (Benim notumla tarihte
olmayan, sonradan uydurulan adıyla) Bizans İmparatorluğu’nu söz konusu etmesi
oldukça çelişkilidir.
***
Romanın öyküsünde: Avdo, ağır adımlarla yürür,
kızlar onu izlerken bu yabancının büyüsünün köyün bütün sırlarından daha güçlü
olduğunu hissederlerken, çivit sıvalı evden omuzunda gece rengi örtü ve
tülbendi ile bir gölge çıkar, merhametli toprağı sessizce adımlayarak dereyi
geçer. Elif, yabancının köyden ayrılırken köy uykudayken onu da atının büyülü
gölgesine alıp gizlice uzaklaşacağını her şarkıda hisseder. Köylülerin
mutluluğu mezartaşının güzelliğinden değil bu yabancının nihayet işini bitirip
köyden gitmesindendir… silah sesleri zor fark edilir. Arap atı, doru tüylerini
koyulaştıran kanın kırmızı rengiyle toprağa değil de bir duvar halısının
içindeki resme uzanır. Assolist, Perihan
Sultan’ şarkılarında mutluluk kısa, mutsuzluk uzun, kederse sonsuzdur… Perihan
Sultan değildir o….
İpek, gece yarısı sazcı Kutlu’yla buluşur ve onun
sigara, içki ve benzin kokan arabasına binip on yedi yıllık ömrünü geçirdiği
köyden kaçar. Kaçarken yanında küçük bir bohça, bohçadaki giysilerinin
ortasında bir tarak, tarağın üstünde geleceğe boş gözlerle bakan şahmeran
vardır. Reyhan paketi açar, içinden çıkan şala bakar, elini yavaşça şalın sarı,
yeşil, turuncu renklerinde dolaştırır…
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nin
tarihinde Dokuz Kişi idam edilmiştir. Zaman burada saate göre akar. Onuncu
Adam, duymanın hayal edilebileceğini Mardin’deki ustasından öğrenmiştir. Işık
ya da karanlık değil, hava ile toprak değil, su ile ekmek hiç değil, hayatın
gerçek efendisi ateştir, demişti Josef Usta…
“Eskiler, koca bir kayaya delik
açar, deliğe kavak filizi koyarlardı. Sonra ya sabır ya zaman deyip
beklerlerdi. Kavak kök verdikçe, köklerin ucu yayıldıkça kaya çatırdar,
parçalanırdı. Buna hayatın kanunu derdi, en sert şey en yumuşak şeyle
parçalanırdı.” dedi Josef
Usta, Avdo’ya …
Askerde öğretmen Âdem olduğunu unutan Asteğmen Âdem, kendini hatırlamaya geçmişteki halini bulmaya gayret eder. “Bana Haydar dediler. Bir köylü benim Ali olduğumu söyledi. Haydar eli kırbaçlı asker, Ali yoksul bir köylüydü. Kendimi nasıl bulacağım?” diye -Akadlar’ın Meşkalu, Musa’nın dilinde Şekel, İsa’nın dilinde Şikla, Fenikeliler’in Mişkal, Süryani ve Grekler’in Siklos dediği, Ermeniler güzelliğini Mispal diye övdüğü- Miskal’e sorar…
'' Kayalıkta güçlü sesiyle ağıt söyleyen bir kadının oturduğunu gördük. Ağıdını bitirdi, üstünde ne varsa çıkardı. Çırılçıplak kaldı. Kadının bu cüretine şaşırdık. İki yüz, belki iki bin yaşındaydı, tarihin içinden çıkıp gelmiş gibiydi. Sanki ölülerin dilinde konuşuyordu. Kadının ne dediğini sorduk. Kadın dün öldürülen kızın annesiymiş. Burada doğduğunu ve burada öleceğini söylemekteymiş. Ağıdı Fırat nehri üzerineymiş. İnsanların acısını sahiplenirmiş Fırat. O sırada, kadın, birden bire kendini kayalıktan aşağı bıraktı. Atlarken, kızının, ‘Miskal’imin, üzerini örtün üşümesin…’ diyormuş…
...Fırat nehri akşam güneşinde bakır renkli bir yılan gibi uzayıp
gidiyordu. Dürbünümü aldım, dikkatle
baktım. Dürbün, sanki mekânı değil zamanı yakınlaştırıyordu… Gözümün önünde
binlerce yılın tarihi belirdi. Mezopotamya ovası boyunca yayılan, Pers
Körfezi’nden Akdeniz’e kadar uzanan bu topraklar tarıma, yazıya ve tekerleğe
analık etmişti. Nasıl oldu da aradan geçen çağlarla onların yerini bu topraklardaki
çıplak, cahil, yoksul insanlar almıştı? Tarihi yaratanlar nereye gitmişti,
onların yerinde şimdi derme çatma kerpiç evlerde yaşayan bu insanlar kimdi?”
***
Burhan Sönmez, Taş ve Gölge’de imgeler,
metaforlarla zengin bir dil kullanmış. Tekniği, kendine özgü… Kurgusu oldukça
sağlam ve okuru diri tutuyor ve bu
kitabıyla da adını Türk Edebiyatı’nda aranır kılmış.
Şimdi
siz de dürbününüzü alın, Yedi Adlı Adam’ın rengindeki samanyolu yıldızlarını
taşıyan, ortasındaki küçük delikten yıldızları çekip, yutan mezar taşındaki
siyah deliğe yaklaşıp, kayan bir yıldız gibi deliğin içinden akın. Elif’in Elif’ten
ibaret Kıble’si Elif’e dönük, beyaz mermerden mutlak mezartaşına, mekânı değil, sonsuza kadar zamanı
yakınlaştırın.
Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…
30.11.2022 mehmetealtin, 119 / CCXII
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
İletişim
Yayınları, 1. Baskı 2021,