30 Kasım 2022 Çarşamba

 

Taş ve Gölge

Burhan Sönmez

2022 Orhan Kemal Roman Armağanı

 “ Ahlak olmadan Allah inancı ve tasavvuru oluşturulamaz.

Ahlak duygusu ve bilgisi olmadan oluşturulacak Allah tasavvuru, mutlak güce indirgenmiş, ahlaki muhteva taşımayan totaliter bir tirana, istediğini yapan bir krala, zorba bir despota benzer.

Ahlakın önceliğini kabul edersek, Allah’ın ahlaki davranması ahlaken zorunlu olur. Çünkü Allah kavramı kemalini, tapılmaya, saygı duyulmaya değer oluşunu bu ahlaki yanından alır.

Eğer kudreti ahlakını geçiyorsa, hiçbir ahlaki kurala bağlı değilse, o zaman ortada saygı duyulacak değil, kendisine korkuyla boyun eğilecek bir tanrı vardır.”

--

İlhami Güler, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu

Ajanda 2010, İLLALLAH, Metis Yayınları, Ekim 2009, s.135

 ***

 

Siyah mezar taşının ortasındaki delikten, gecenin göğü ağır, ağır alçalırken, mezarlık, mezarlığı saran şehir, şehri saran deniz, aynı resmin içinde maviden beyaza beyazdan siyaha renk değiştirirken… Tabutunun üzerinde rengi sararmış bir tülbent ve -yedi adı da- Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus ve Âdem yazılı sararmış bir kâğıt ile Avdo, rüyasında Yedi Adlı Adam’ın mezar taşındaki siyah deliğe yaklaştı. Kayan bir yıldız gibi deliğin içine aktı. Avdo, içindeki sükûnetin nedenini anladı. Öleceği yeri bulmuştu.

 

Mezar taşı ustası Avdo, Haymana’dan Kahire’ye kadar uzanan bir coğrafyada, küçükken Urfa’da pazar yerinde kaybettiği anasını bulmak… Ona, dünyanın en güzel kelimesi diye nitelendirdiği,  Türkçe/Anne, Kürtçe/Dayê, Arapça/Umm, Ermenice/Mayrig Süryanice/Emo ve Rumca/Mama demek için Türkçe, Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice ve Rumca öğrenir. Ancak dili de dini de kendisinindir. Bu, Avdo’nun gerçeği ve romanın da üst katmanıdır.

Doğu Roma’da -Ana Tanrıça Ülkesinin Doruğundaki Halk-  adıyla Konakornas,  Kürtlerin Şêxan, Ermenilerin Hay, dedikleri Haymana ovasındaki Konak Görmez köyünden, Mardin’e, Mezopotamya’ya kadar binlerce yıl önce burada ekilen ilk buğdayın tadını taşıyan her gün kendi kendine yenilenen kutsal bir ekmek ile bütün diller ve dinler yan yanaydı bu topraklarda… Çağlardır çeşitli kavimlere karşı omuz omuza saf tuttukları… çeşitli dillerde konuşup, anlaşıp gülüştükleri halde, bazen birbirleriyle vuruşuyor, ölülerini gömdükten sonra yeniden bir arada yaşıyorlardı. Toprağın bağrından kopan yaşam, gece göğe doğru gümüş gibi açılan pencerelerde mücevhere benziyor, asabiyet, yoldaşlık, imece ve paylaşım ile haset ve husumet maharetle korunan, sabırla saklanan, zamanı geldiğinde ortalıkta başıboş dolaşan bir ateşle, birbirine akraba dinler akrebin akrebe ettiği gibi pusuya yatıyordu.

 

Avdo, düşlerinde, Kudüs, Kahire, Girit, Atina, Roma ve İstanbul’da dolanırken her yerde kendine bir ad Ali, Haydar, İsa, Musa, Muhammet, Yunus ve Âdem edinirken… Belleğini yitiren her ad bir sesle doğup, bir görüntüye bürünüyor, kâğıda dökülen sözcükler, yazan kalemin sesine yansıyordu. Bu, Avdo’nun düşleri, romanın alt katmanıdır. Âdem, düşlerin içinde ete kemiğe bürünen, hayat bulan, öyküsü romanı taçlandıran, geçmişin sırrıdır.

 ***

 Romanında ana karakter Avdo’dur. Rüyaları gerçek kılan Avdo’dur. Diğer karakterler, Avdo’nun gerçeğini tamamlar. Biri vardır ki, olmazsa olmaz. O Elif’tir. Düşlerindeki Yedi Ad’ın içindeki Âdem ise romanın sonuç bölümünün belirleyicisi, insan tarifinde önemli bir simgedir. Avdo’nun ve Yedi Ad’ın ortak noktaları, insan ıstırabının ve adaletsizliğin yol açtığı daha adil bir “delik ötesi dünya”’da yaşadıkları dünyanın değeridir.  Her kapı umutla açılıp, umutla kapanırken kırk birinci kapıda gerçeğe ulaşılır. Yeşil ölüm var olanla yetinmek, kızıl ölüm kendi benliğine karşı mücadele etmek, beyaz ölüm dünya malından uzak durmaktır. İhtiyacın olan sabretmek, her tür belaya karşı ümidini yitirmemektir.

Yukarıda yazılan ve okunan odur ki; yazar Tasavvuf ’un tanımını yapmakta insanî ve bedensel isteklerin sistematik dizginlenme sürecinde ruhun üstün kılınmasını öğütlemektedir. Hedef, insan-ı kâmil olmaktır.

 ***

Romanın ana mekânı, Avdo’nun,  turuncu bir yaz sabahında Elif’in Arapçadaki ilk harften, ucu hafifçe kıvrılan bir çizgi, “eliften” ibaret sade ve mutlak taşıyla, kendi  kabrinin kıyısında bulunan, gelenlere kapısı ve sofrası açık, evinin bulunduğu eski kentin hemen dışında huzurlu bir sessizliğin, sonsuzluğundaki mezarlıktır. Yıldızların sesinin dalga dalga geldiği,  erguvanın altındaki, göğün katlarından inen gözyaşlarıyla beslenen pınarın suyundan içip muradına erenler haklıydı. Mezarlıktaki, erguvan pınarı, ölünce kötülüğü unutan ruhların saflığı ile durulaşıyordu. Avdo, sarı yıldızın sesiyle birlikte geride tek bir ışık tozu bırakmadan yitip gittiğini gördü ve bir dilek tuttu. Hayatın geçiciliğini, ölümün sonsuzluğunu gösteren mezarlıkta mutluydu. Elif’ten ibaret beyaz mermerden mezar taşının gölgesinde, Kıble’si Elif’e dönük, sonsuza kadar burada kalacaktı. Kendi mezartaşı siyahtı, renginde ak lekeler gibi samanyolu yıldızlarını taşıyor ortasında açılan küçük delik yıldızları çekip yutuyordu. Yaklaşıp bakanlar gayya kuyusuna düşer, karşıda hiçlikten başka bir şey olmadığını görürlerdi. Çocukluğundaki kader nasıl annesiz yaşamayı emrettiyse aynı kader şimdi de Elif ile yaşamayı emrediyordu.  

***

Öyküsü 1938-2002 arasında geçen romanda zaman bir dizin oluşturmaz. Zaman uzayan, kısalan, parçalara bölünen boyutlarda, sanal bir karakter gibidir. Zaman ve mekânlar bir önceki bölümün içeriğine bağlı, kadim bir coğrafyada, Haymana Ovasından, Mezopotamya’ya, Roma’ya kadar ilerler. Sarmaşık yapısına,  Avdo’nun gerçeğinde ve düşlerinde yer alan bazıları çok eğitici ve yerinde… az da olsa gereksiz, şimdi ne ilgisi var denecek kadar, dönemsel tarihi olaylar, örneğin idamlar, mimari oluşumlar gibi detaylara rağmen öykü okuyucun ilgisini canlı tutuyor.

Roman; insanın, aynada kendini görmek isteyen insanın, aynanın sırında özünü görmek isteyen insanın, aynanın sırının sırrında geçmişini görmek isteyen insanın, kurgusu sağlam öyküsüdür. Yukarıda da değindiğimiz gibi anafikri, insan-ı kâmil olmaktır. Bırakın, peygamberlere verilsin âlemin sırrı, biz yalnızca kendi sırrımızı bilmek isteriz. Feodal düzenin coğrafyasında geçen hikâyede bu coğrafyanın genlerini taşıyan karakterler kadere ve asabiyete boyun eğmiş, kararları ipotek altında insanlar olarak öne çıkmaktadır. Düzene karşı çıkanlar yalnızca Reyhan, Süreyya, bütün köye tek başına direnen, aralarına karışmayan Heyran ve Totove’dir.

Romanın 233. sayfasından, 237. sayfasına kadar… Totove’nin katili, Reyhan’a tecavüz eden, gizli polis Şef Kobra’ya çizilen: Öğrenilmiş şiddet altında, suskun adaletin korumasında, zavallı adamın kaderi portresindeki sinsi aşkı, oldukça sorunlu bir bölümdür. Bu bölümde, zanlıyı beraberinde kaçırmak gibi bir eylemin, bırakın doğal hayatı, derin devlet yapılanmalarında yazılı olmayan, cezası ölüm olabilecek davranış kurallarına da aykırıdır.  Ama aşk bu, on kızın güzelliğine ekle, üstüne kendi hayalini de koy işte o kadar güzel Reyhan, böyle bir kurguyu hak eder mi, onu bilemem. Ona siz, okurlar karar vereceksiniz. Ayrıca, çocukluğumun geçtiği, yöredeki Merkez Efendi Mezarlığı’ndaki Eşref Hoca’nın eylemlerini, o dönem için bile oldukça cüretkâr bulduğumu ya da fazla süslendiğini söylemeden geçemeyeceğim. Yine romanın 124. sayfasında, ifade edildiği gibi; “Kanuni Büyük dedesi Fatih İstanbul’u ele geçirip Bizans İmparatorluğu’na son verirken şehrin tarihinden gelen Romalıların Kayzeri ünvanını da kazanmıştı. Ne var ki sonra da babası Yavuz Sultan Selim Kahire’yi ve Kâbe’nin hâkimiyetini elde edip İslâm’ın halifesi unvanını alınca Osmanlı Sarayı’nda Kayzer unvanı unutulmuştu.” …denilirken,  bir yanda Konstantinopolis’in Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olduğu, bir yandan da (Benim notumla tarihte olmayan, sonradan uydurulan adıyla) Bizans İmparatorluğu’nu söz konusu etmesi oldukça çelişkilidir. 

***

Romanın öyküsünde: Avdo, ağır adımlarla yürür, kızlar onu izlerken bu yabancının büyüsünün köyün bütün sırlarından daha güçlü olduğunu hissederlerken, çivit sıvalı evden omuzunda gece rengi örtü ve tülbendi ile bir gölge çıkar, merhametli toprağı sessizce adımlayarak dereyi geçer. Elif, yabancının köyden ayrılırken köy uykudayken onu da atının büyülü gölgesine alıp gizlice uzaklaşacağını her şarkıda hisseder. Köylülerin mutluluğu mezartaşının güzelliğinden değil bu yabancının nihayet işini bitirip köyden gitmesindendir… silah sesleri zor fark edilir. Arap atı, doru tüylerini koyulaştıran kanın kırmızı rengiyle toprağa değil de bir duvar halısının içindeki resme uzanır. Assolist, Perihan Sultan’ şarkılarında mutluluk kısa, mutsuzluk uzun, kederse sonsuzdur… Perihan Sultan değildir o….

İpek, gece yarısı sazcı Kutlu’yla buluşur ve onun sigara, içki ve benzin kokan arabasına binip on yedi yıllık ömrünü geçirdiği köyden kaçar. Kaçarken yanında küçük bir bohça, bohçadaki giysilerinin ortasında bir tarak, tarağın üstünde geleceğe boş gözlerle bakan şahmeran vardır. Reyhan paketi açar, içinden çıkan şala bakar, elini yavaşça şalın sarı, yeşil, turuncu renklerinde dolaştırır…

Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nin tarihinde Dokuz Kişi idam edilmiştir. Zaman burada saate göre akar. Onuncu Adam, duymanın hayal edilebileceğini Mardin’deki ustasından öğrenmiştir. Işık ya da karanlık değil, hava ile toprak değil, su ile ekmek hiç değil, hayatın gerçek efendisi ateştir, demişti Josef Usta…

 

“Eskiler, koca bir kayaya delik açar, deliğe kavak filizi koyarlardı. Sonra ya sabır ya zaman deyip beklerlerdi. Kavak kök verdikçe, köklerin ucu yayıldıkça kaya çatırdar, parçalanırdı. Buna hayatın kanunu derdi, en sert şey en yumuşak şeyle parçalanırdı.” dedi Josef Usta, Avdo’ya

Askerde öğretmen Âdem olduğunu unutan Asteğmen Âdem,  kendini hatırlamaya geçmişteki halini bulmaya gayret eder. “Bana Haydar dediler. Bir köylü benim Ali olduğumu söyledi. Haydar eli kırbaçlı asker, Ali yoksul bir köylüydü. Kendimi nasıl bulacağım?” diye -Akadlar’ın Meşkalu, Musa’nın dilinde Şekel, İsa’nın dilinde Şikla, Fenikeliler’in Mişkal, Süryani ve Grekler’in Siklos dediği, Ermeniler güzelliğini Mispal diye övdüğü- Miskal’e sorar…

'' Kayalıkta güçlü sesiyle ağıt söyleyen bir kadının oturduğunu gördük. Ağıdını bitirdi, üstünde ne varsa çıkardı. Çırılçıplak kaldı. Kadının bu cüretine şaşırdık. İki yüz, belki iki bin yaşındaydı, tarihin içinden çıkıp gelmiş gibiydi. Sanki ölülerin dilinde konuşuyordu. Kadının ne dediğini sorduk. Kadın dün öldürülen kızın annesiymiş. Burada doğduğunu ve burada öleceğini söylemekteymiş. Ağıdı Fırat nehri üzerineymiş. İnsanların acısını sahiplenirmiş Fırat. O sırada, kadın, birden bire kendini kayalıktan aşağı bıraktı. Atlarken, kızının, ‘Miskal’imin, üzerini örtün üşümesin…’ diyormuş…

...Fırat nehri akşam güneşinde bakır renkli bir yılan gibi uzayıp gidiyordu.  Dürbünümü aldım, dikkatle baktım. Dürbün, sanki mekânı değil zamanı yakınlaştırıyordu… Gözümün önünde binlerce yılın tarihi belirdi. Mezopotamya ovası boyunca yayılan, Pers Körfezi’nden Akdeniz’e kadar uzanan bu topraklar tarıma, yazıya ve tekerleğe analık etmişti. Nasıl oldu da aradan geçen çağlarla onların yerini bu topraklardaki çıplak, cahil, yoksul insanlar almıştı? Tarihi yaratanlar nereye gitmişti, onların yerinde şimdi derme çatma kerpiç evlerde yaşayan bu insanlar kimdi?”

***

Burhan Sönmez, Taş ve Gölge’de imgeler, metaforlarla zengin bir dil kullanmış. Tekniği, kendine özgü… Kurgusu oldukça sağlam ve okuru diri tutuyor ve  bu kitabıyla da adını Türk Edebiyatı’nda aranır kılmış.

Şimdi siz de dürbününüzü alın, Yedi Adlı Adam’ın rengindeki samanyolu yıldızlarını taşıyan, ortasındaki küçük delikten yıldızları çekip, yutan mezar taşındaki siyah deliğe yaklaşıp, kayan bir yıldız gibi deliğin içinden akın. Elif’in Elif’ten ibaret Kıble’si Elif’e dönük, beyaz mermerden mutlak mezartaşına, mekânı değil, sonsuza kadar zamanı yakınlaştırın.  

Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…

 


30.11.2022 mehmetealtin, 119 / CCXII

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

İletişim Yayınları, 1. Baskı 2021, 


5 Kasım 2022 Cumartesi

 


Dünbatımı Defterleri, İbrahim Yıldırım,

edebî, içtimaî, cinaî, tıbbî, bir kolaj

 

Küsküotu, yapıştığı bitkiyi yiyip tükettikten sonra kendine yönelen,

köksüz asalak bitkilerin en çılgınıdır:

Kendini de yer bitirir.”

S.156

 

-o-

“Sayın Okurlar,

Bir odada elli saat sürecek zor ve yorucu olacağını adım gibi bildiğim… Oturup konuşmadığım,  yüzünü görmediğim, sesini duymadığım birinin –edebi, içtimai, cinai ve tıbbi- öfke atakları kapsamındaki İbrahim Yıldırım’ın bu kitabını anlama, anlamlandırma ve hakkında yazma çabamı lütfen özel değerlendiriniz… ve okuyup da dil bastığım kitaplar hakkında yazdıklarımın toplamının yanında, peştamaliye bağlamında bana bir artı daha ekleyiniz. Kitaplarımız bu nedenle vardır. Bu kitap da okumaya değer kitaplardan birisidir.

 

=======================

“Bildiklerimiz aslında bilmediklerimiz veya yanlış bildiklerimizdir.” diyerek okuru kışkırtmaya çalışan… Mâlûmatname adlı ilk kitabını yazmasıyla edebiyat dünyasından dışlanması bir olmuş, edebiyata küsmüş… Müesses edebî nizamın kendisini hiç sevmediğini, dolayısıyla müesses cinai nizamı da derleyip toparlamasına izin verilmediğini iddia eden bir yazarın; son elli saatinde yaşadıklarını anlatan ‘Dünbatımı Defterleri: İbrahim Yıldırım’ın her kitabında olduğu gibi çok katmanlı.  Okuru metne, metni metne katan anlatı anlayışı, her sayfası ayrı bir tez konusu olabilecek kurgusu ile hakkında yazma haddimi dahi sorgulayan bir roman.

Ama nasıl, yazarın “güneşin batışına günbatımı deniyorsa, bitişi imlediğinden, ayın batmasına niye dünbatımı denilmesin.” sözüne, sığınarak; nasıl roman kahramanı defterin sayfalarını gerekli, gereksiz cümlelerle israf ve murdar ediyor… yazı aracılığı ile gevezelik etmek ona biraz olsun iyi geliyorsa… ben de edebi anlamda hiçbir cezaî ehliyete sahip olmadığım için kitap hakkında istediğim gibi yazabilirim, değil mi? Nasılsa, söz kulağa, yazı uzağa gider. En kötüsü ne olabilir? Müesses ebedî edebî nizam, beni de rendelenmeye mahkûm eder.

  

Bu durumda ben de Balzac için tasarlanmış olanın gövdesi, pantolonunun desenine, klipsi bastonuna uygun… Cervantesi’in ucuna değirmen işlenmiş…  Stendhal’in Julien Sorel’in başını giyotine teslim ettiği romanı Kızıl ve Kara’nın hemen yanındaki şaheser’i, ucu on sekiz ayar altın, klipsi - yakut kırmızısı, oynaşan gözleriyle - bir engerek yılanı olan, Meisterstück dolmakalemimi, saygıyla alıyor, yazarın diliyle, yazmaya başlıyorum.

-0-

Romanda anlatıcı, ben-anlatıcıdır, kendisini "Ben -bunu yazan-" "Aşir Emin Başören" olarak tanımlamaktadır. Anlatıcı, roman yazarının, deneysel kurgulama biçiminde bütün karakterleri kendisine bağlamakta, kendisi de bir karakter olarak romanda rol almaktadır. Karakterler ve metinlerdeki olayların arka planı hakkında bilgiler, dört defterden mürekkep bölümlerin içinde alt bölümlerin son cümlesiyle, baş cümlesi arasında bağlanmıştır. Okur ve yazarlar arasındaki ilişki ve felsefî yorumlar, edebî ve musikî bilgi, yorum ve düşünceler bu alt bölümlere kurgusal metinlere yerleştirilmiştir. Bazı metinlerde dinsel, sanatsal, tarihsel ve bilimsel alıntıların fazlalığı, kurguyu bozmasa bile okurun metne olan ilgisi ve saflığını zedelemekte, paralize etmekle birlikte okurun kitaba bağımlılığı sürmektedir. Romanın, iki günlük öyküsü Şişli’deki Lâlezar Apartmanı’nda geçmektedir.  

 

Romanındaki ana karakterler, Âşir Emin Başören,  Muvaffak Nafi Korgun ve Artemis Karanikola olmakla beraber Muvaffak ve Artemis mazidir. Çocukluktan beri Fatih, Zeyrek’te yaşayan bu üçlünün, aşk ile birbirlerine bağlılıkları ortak noktalarıdır.

 

Roman, yazarlık iddiasındaki, Âşir’in, elli saat içinde notlarını ve avukatına bıraktıklarını elden geçirilmesi… adeta bir vasiyetnameye dönüştürmesi amacıyla başlayıp, “ edebî, içtimaî, cinaî ve tıbbî ” parçalarla bir kolaja dönüşüp oluşsa da var olan metinlerle ortaya yeni bir metin çıkarıldığını düşünmek yanlıştır.   Nitekim, romanın yazarı da aslında bir kolaj değil mevcut parçalarla yeni bir kitap, bir roman, oluşturduğunu söylemektedir.

 

Dünbatımı Defterleri kolajının edebî parçasında; Mâlûmatnâme’nin kendisi kadar, hayatı ödünç bir elbise gibi gönülsüzce üzerine geçirmiş, derbeder görünümlü eğreti kişi, -annesinin ünlemesi ile Aşır-,  Âşir Emin Başören’in ailesinin bütün üyelerini yitirdiği,  fitne fücur, güvenilmez, yazacaklarını bitirmesine, görevini yerine getirmesine, ortam hazırlayan Nisan ayı başattır. Âşir’in Nisan ayı hakkındaki yazdıkları bile ayrı bir kitap olabilecek kadar kapsamlıdır. Ve bu konuya o kadar takıntılıdır ki, ayların en zalimi Nisan ayında doğan, ölen, başına felaketler gelen hangi yazar varsa göndermelerde bulunmakta, alıntılar yapıp, metinler arasında dolaşmaktadır.    

Muvaffak’ın Âşir’e miras bıraktığı Lâlezar Apartmanı’nda bulunan, adına yaraşır şekilde, kederli olsa da gülümseyen, bir fotoğraftaki genç kadın, Gülümser, Muvaffak’ın öyküsünün ve bu evin en hassas noktalarından biri olarak romanın içtimaî, parçasında gizemini korurken... Lâlezar Apartmanının kibir fesat kumkumaları yaşayanlarının, bu büyükbaş sürüsünün, Şişli’de çoğu bakımlı temiz ve hepsi masum gibi görünen, lâkin beyinleri pasaklı insanların,  aralarına ansızın giren barbarı, Aşir Emin’i, daha ilk günden sepetlemek için fırsat kollamaya başlamaları… apartman yöneticisi, sürübaşının, güdümünde örgütlenip dış destek alarak hareket etmeleri ki -bu işbirlikçilerin en savaşkanı uzak taşralı bükelek kapıcı- içtimai parçanın önemli karakterleridir. Onlardan biri değilseniz, sınıfsal çelişki dürtüsü sizi “zeyrekçe” mücadele etmeye zorlayacaktır. Kısacası apartman ahalisi Tanrı’yı ve kendilerini aldatarak dünya malına sahip olan, sonra da kefenin cebi yok diyerek birbirlerini kışkırtan mahlûkattan oluşmaktadır. Öte yandan, Âşir Emin’in öksüz ve yetim kalmasına neden olan şaibeli trafik kazası kadar bu şüpheyi kuvvetlendiren içtimaî düşüncenin arkasında; on sekiz yaşına girip reşit olup da amcasıyla ikinci ve son kez karşılaştığında… amcasının ıhlamur balı, tarhana ve armut kurusu ile kapısına dayanması ve çıkarcı alçağın, üç gün boyunca miras hakkından vazgeçmesi için Âşir’e yalvararak baskı yapması da kırılma noktalarından biridir. 

Âşir Emin, Şişli’deki evinin koridorunda tarafından telef edilmiş, öfke bardağını üç yıl boyunca doldurup taşırmasının hıncını henüz çıkaramadığı o manda herifle birlikte… Herifçioğlu’nun tütün esansı ile birlikte giderek tuhaflaşan ve yaygınlaşan kokusunun etkisinde bir yandan nedamet getirmeye bir yandan da içeriye gelebilecek kim olursa olsun saldırmaya hazırlanırken… -Ressam Piet Mondrian’ın ters sergilenen tablosu gibi- maziyi sayfalarca tekrarlayarak, ters yüz ederek soruşturan bir ruh haliyle yazdığı … yüzüne yansıyan harf lekelerinin sayfalardaki izlerinin büyük bir olasılıkla silinmeyeceğini bildiği cinaî metinlerde –ki bana sorarsanız romanın tamamı cinaî roman: … herifçioğlunun hem biraz kuruması, hem de bulunduğu yeri belli etmesi için Apartmandan, “son olarak”, ayrılırken banyodaki küvetin suyunu boşaltmayı hedeflemesi ise Nisan ayına özgü yazarlık özyitim görev bilincidir.   

Kolaj, Âşir Emin’in biricik arkadaşları:- beraber büyüdüğü, dertlerini bilen, çözümler öneren, onu yüksünmeden dinleyen, ona yardımcı olan… Onlarla beraberken öfke, nefret ve hüzün dışındaki insan hallerini sevinç neşe gibi şeyleri de duyumsadığı, Kalp ve Damar Hastalıkları Ana Bilim Dalı Üyesi Prof. Dr. Muvaffak Nafi Korgun ile aileden gelen reçetelerle doğal ilaçlar yapan otacı Artemis Karanikola tarafından tıbben doldurulur. Artemis, aynı zamanda Muvaffak’ın muayenehanesinde de çalışmaktadır, yardımcısıdır. Daha önce dediğim gibi çocukluktan beri Fatih, Zeyrek’te yaşayan bu üçlünün, birbirlerine aşk ile aşkla bağlılıkları ortak noktalarıdır.

 

Ortak noktalarının omurgasında; Kalyopi Teyze’nin kızı, ah’ları oh’lara çeviren… intihar ettiği sanılan Kahveci Mahmur’un verdiği zarftan çıkan Süryani Nazar Boncuğu gibi adına yakışır bir tutumla kendini saklı tutup el değmeden kurumayı yaşam biçimi seçmiş… Diriliş Pazarı’nı yaşamayı, Kıyam Yortusunu kutlamayı çok seven … Âşir’in çocukluğunun hüznü, neşesi, ilk gençliğinin en güzel sızısı ve bitmek bilmeyen gönül kırgınlığı Artemis önemli bir yer tutar. Onu koruyan, kollayan hatta yaşamının konforunu sağlayan Muvaffak ile Artemis, onlardan önce anı olmasını istemedikleri, Aşir’in koyu karanlığını, beceriksizliklerini, başarısızlıklarını, çöküntülerini, hayattan kaçma, kendine son verme telaşını, yatıştırmak için çırpınıp dururlar.

Ancak hayatın, yüzünde biriktirdiği yas’tan, yüzünde kirlettiği hüzünden başka bir şey sunmadığı Âşir, ailesinin ölüm haberini aldığı günün üstüne bir kırk dokuz yıl daha yaşayıp yüreğini daraltıp kendisine eziyet ettiğini düşünmektedir. Ve ne kadar gizlerse gizlesin bu kırık ve kırgın düş birikintileri, kederinin göstergesi olduğu gibi kederinin yönünü de işaret eder.  

Hayatta en büyük hayal kırıklığı ise on iki yaşından itibaren ruhunda biriken öfkeyi, kuşkuyu kusan, gizlisiz saklısız her şeyi yazdığı, ilk ve son kitabı Malumatnâne’nin sivil edebiyat eleştirmenleri tarafından hayasızca yok sayılmasıdır. Yayınevi, kitabını piyasadan çekmiş, bu hayattan çektikleri yetmiyormuş gibi bir de onu edebiyatsız ve okursuz bırakmışlardır. Ülkede bilinen en önemli suç aletlerinden biri olan kalemin, soyunun, sopunun, cinsinin, ucunun, kıçının, değerinin başınıza geleceklerle ilgisi yoktur. Pahalısı ucuzu fark etmez. Yazdıklarınız size maddi, manevi kazançlar sağlasa da her an sizi kör kuyulara atabilir, prangalarda eskitir, faili meçhul cinayetlere kurban gitmenize neden olabilirler.

 -0-

 

Bu bağlamda, İbrahim Yıldırım, sanki Âşir’in kaleminden; “ Yazarın Ölümü, Okurun Doğuşu düşüncesi; yazar-okur/maktul-katil ilişkisini, kesinlikle bir başka boyuta taşıyacaktır. ‘Bunun anlamı,’ bir metin okunduğunda onu yazan kişi ölür, okuyan kişi doğar demektedir. Okurun doğuşu mümkün müdür? O zaman okura: yazarın reenkarnesi olan metne:  ruh göçü aracı diyebilir miyiz? Peki, her okur, ‘yazar öldüren’, her metin ‘cinayet aleti’ midir? Aslında yıllar önce eleştirmenler – ki onlar katil doğanlardır- tarafından katledildiğimden ‘beri’ benim için bu tür soruların hiçbir önemi yok. Türkçe okuyup konuşmasına karşın, Türkçe anlamlandırıp anlatamayan eleştirmenler, öykümdeki fotoğraflara gönül gözüyle bakabilseydi her bir yazarın bakışlarındaki kederi-kırgınlığı biraz olsun kavrayabilir, biraz olsun onları ve beni gerçek anlamda anlayabilirlerdi. Tabii ki algılarınız, yorumlarınız, beğeni ölçüleriniz okuduğunuz zamana, mekâna, mevsime, göre farklılık gösterecektir. Yas ile yaz komutu arasındaki tehlikeli ilişkinin benzerinin bahar ile barbarlar arasında yaşanabileceğini de söylemiştim.   Yas: Aşınmaz, aşınmaya, zamana boyun eğmez! Kaotiktir, sapkındır! Öte yandan, yazı yazmak gibi insana özgü bir eylemi, ayin yapma diye nitelendiren bu tür şekilci yazarlar da inanınız yazıyı değil kendilerini kutsamaktadırlar ki, buna kibir de denilebilir.” diyerek, kendi içinde ideolojik asabiyetler oluşturmuş edebiyat dünyasına, ciddi anlamda sataşmakta, hatta alaya almaktadır.

 

Elli saatin sonunda, kırk dokuz yıldır, sırasıyla, önce ailesinin, sonra kitabının, sonra yaşamına anlam katan iki insanın ölümleriyle karşılaşan Âşir’in ruhu hayatından yorulmuş, ölüm, kaybettiklerini yeniden bulacağı, mutlu bir dünya gibidir. Aslında son elli saatini bunun kurgusunu hazırlamakla geçirmektedir. Başkalarının gülümsemelerinin bile onu çelişkili ve iblisçe gönülsemelere yönelttiğini ve yöneltmeye devam edeceğini anladığından gitmeyi yeğlemektedir.  Siyah tek bir renk olmadığı gibi ölüm de yas da çeşit çeşittir. Kalbin istediği tabanca, gırtlak ise usturayı özler… Lâlezar Apartmanını terk ederken “Whiter Shade Of Pale = Karanlığın Daha Açık Tonu” anlamına gelen eski rock şarkısını çıkış müziği olarak son kez çalacak, soluktan daha beyaz bir tonla, kendini ölüme –karşı- atacaktır. Yenilmeden ve boyun eğmeden… düşüp yeniden kalkarak…  

 

Ateş Emin Başören’in defterlerini düzenlemeye Acedia[1] ile başladığımız göre yine Acedia ile bitirelim… “Modern Acedia -her birimi-zin ruhunda bir manastır olsa da artık manastır yalnızlığı değildir.” S.29

-0-

 

İbrahim Yıldırım, bu kitabını: 18 Kasım 2021, Cumhuriyet Kitap’ta, Mehmet S.Aman ile yaptığı söyleşide de vurguladığı gibi, geleneksel yapıdan biraz daha uzaklaşarak kurgulanmış öncü (avangart) bir roman olarak nitelendirmektedir. Ancak kendisi yine de bu denli uç noktadan yorumlanmamasını yeğlemektedir. Bu noktada “Belki benim en başından itibaren yeni bir şeyler yapmak üzere yola çıktığımı, sınırlarımı genişleterek ilerlediğimi söylemek daha doğru olacaktır.” demekte… Sözlerini “Bundan sonra ne olur, nerelere doğru giderim, inanın bilemiyorum. Bundan sonrası ise meçhul… Nereye kadar yol alırım, nereye kadar sürdürürüm, doğrusu bilmiyorum ama yazıyorum, sürdürüyorum…” diyerek sonlandırmaktadır.

 

Başta da dediğim gibi Dünbatımı Defterleri hakkında, “belki de haddini aşan” yorumlar yapmak benim için oldukça yorucu oldu. Ancak yazarken, adadaki bahçemdeki begonvillere bakarak dinlediğim Deep Purple’ın, April uzunçaları ile Procol Harum’un, Whiter Shade Of Pale 45’liği işimi oldukça kolaylaştırdı. Zaten, bir insan bir şeyler çiziyor ya da yazıyorsa mutlaka aşması gereken sorunlar da olacaktır. Her yapıt, yazarın veya sanatçının kendine gönderdiği ve ruh akrabalarıyla, yani izleyicileriyle paylaştığı açık mektuptur, değil mi? Bu durumda okur da sanatçının mektup arkadaşı değil midir? Ben de bunu yapıyorum ama size şunu diyeyim ki, bu kitapta ipin ucunu yakalamak için kâğıt, kalem, kitabın yapraklarını kesip, katmanlara ayırıp yeniden toparlamak ve kolaj yapmak için makas ve yapışkanı hazır bulundurmalısınız. Lakin, korkmayın, okuya, okuya öğreneceğiz. Kitaplarımız bu nedenle vardır.

Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…

  



05.11.2022 mehmetealtin, 336 / CCXI

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Kırmızı Kedi Yayınevi, 2021

 

 



[1] Acedia, çeşitli şekillerde, kişinin dünyadaki konumu veya durumuyla ilgilenmemesi veya ilgilenmemesi durumu olarak tanımlanmıştır. Antik Yunanistan'da akidía, kelimenin tam anlamıyla acı veya bakım olmadan hareketsiz bir durum anlamına geliyordu.