17 Mart 2021 Çarşamba

 


Körlük, José Saramago,[1] 392 / CXCIII

Çeviri: Işık Ergüden

 “ Biz kör olmadık, biz zaten kördük. “


Kütüphanemde özel bir yeri olan José Saramago’nun bu romanı, doğum günümde oğlumun armağanı olarak geçince elime, iki tane distopik roman üst üste geldi benzer konuda ama ne çare, yazacağız bunun da üstüne ne çare ki kör alfabesi ile tane, tane…

-0-

Saramago’nun 1995’de Ensaio sobre a Cegueria, Körlük Denemesi özgün adıyla ve biçemi gereği yalnızca nokta ve virgül kullanarak, yazdığı bu roman, yine memleketin birinde, Covid-19 gibi bir virüsün, romanda sıfatlarıyla anılan insanlar arasında bir anda ve hızla yayılarak… onları kör, daha doğrusu kitaptaki anıldığı gibi süt beyazı bir boşluğa, bırakıp genel hayatı ve anlamını nasıl değiştirdiğini… beraberinde yine virüs gibi yayılan akıl dışı önlemlerin siyasal ve sosyal kurumlara nasıl sıçradığını anlatır.

 

José Saramago,’nun katman katman gelişen romanında metafor olarak kullanılan  körlükle, asıl anlatmak istediği… dünyada yaşanan suç, sosyal adaletsizlik, cinsel istismar, haksızlık, açlık, bencillik gibi konulara insanların nasıl kör baktığı, insanın işlenen suç ve zulümlere kör ve tepkisiz kaldığı, dolaylı ve dolaysız parçası olmasıdır.

-0-

 

Trafik ışıklarında arabasıyla bekler, yeşile dönmüş ışıklar sorgu dolu bakışlarla kendisine bakarken, “Kör oldum” diye tekrarlayıp duruyordu, gözlerinden boşalan yaşlarla, romanı başlatan, sıfatıyla ilk kör, adam.

 

Onu evine götürüp, arabasını çaldıktan sonra kör olan hırsız ile ilk körün karısına, “Fiilen körsünüz.” “Buna karşın körlüğünüz konusunda şu an bir açıklama yapamıyorum.” Diyen, gittikleri göz doktoru; Agnosia psişik körlük veya amorozis kısmî körlük de olabilir belki, diye evinde düşünür ve kitaplarını rafa koyarken, o anda o da kör olduğunu anlar.

 

İlk çevrimde bulunan, doktorun sekreterinin,  doktorun muayenehanesinde bekleyen, kara gözlüklü güzel kızın, bir gözü siyah bantlı adamın, annesiyle gelen çocuğun da kör olmasıyla beraber, salgın durdurulamayan zincirleme bir çevrimle yayılır…

 

… durumu hemen sağlık kurumlarına ilettiği için hükümet adına doktora teşekkür eden, duruma hemen hâkim olunacağı ve kontrol edileceğinden sözle, şimdi evlerinizden dışarı çıkmayınız diyen sağlık bakanının uyarısı, adeta bir tehdit gibi duyurulur…

 

…ertesi güne kalmadan mali sistem başta olmak üzere enerji, iletişim, ulaşım,  dâhil düzenin tamamı, iskambilden bir şato gibi bir anda çöker.

 

İlk dalgayla, sağlık bakanlığının yeni düzene düzen veren talimatları nezaretinde kullanılmayan boş bir akıl hastanesine kapatılan körlerle, kör olduğundan kuşku duyulanlar, hâlâ gözleri gören doktorun bilge ve şifacı arketipi karısı ile trafik ışıklarındaki olaya tanık olan ben de girdim satır aralarında sürüklenip doktor ve karısı ile beraber körler ülkesinde tek gözlü kral gibi olarak içeriye…

 

…daha girince anladım ve anladık ki, içerisi ile dışarısı arasında bir fark olmadığı gibi, dışarıda bakıp da görmeyenlerin düzenleri alt üst olsa da içeride hiç görmeyenlerin, -ayıptır söylemesi- düzeni, yine onlar!

 

Bunun üzerine, doktor ile karısı : “Tam anlamıyla insan gibi yaşayamıyorsak da tam anlamıyla hayvan gibi yaşamamak için elimizden geleni yapalım.” “ Dün görüyorduk, bugün görmüyoruz, yarın yine göreceğiz. Her hareketimizden önce bütün sonuçlarını tahmin etmeye çalışsak, ciddi olarak düşünsek, önce kesin, sonra olası, sonra rastlantısal, sonra da hayali sonuçları düşünmeye kalksak kımıldayamayız bile, tek bir adım atamayız. Beslenmeli ve örgütlenmeliyiz.” Manifestosu altında, - hafif bir soru vurgusu altında, sanki akıl, yanıtın olumlu mu olumsuz mu olmasına, cümlenin umut verici bitişine tereddütlü bir mola eklemeye son anda karar verecekmiş gibi - birinci koğuş körler hareketini kurdular.

 

Ne çare ki, ihtiyaç girdisinin tedariki ile ihtiyaç çıktısının hijyeni arasındaki denge, girdiden yana olduğundan, bilgi ve beceri hiç işe yaramadığından, bir müddet sonra yiyecek stoklarına el koyan düzenin düzenlerine, açlık nerede mülkiyet duygusuna ağır bastıysa işte orada, ellerinde, ceplerinde ne varsa bıraktılar.

 

Mülkler bitti, yetmedi. Girdi bedeli, kadın bedeni kuru üzerinden istenince, sorularla sorunlar peş peşe eklendi. Gelen iki soru ile koğuşlar hareketlendi. “1. Karşı cinsin yemek parasını neden ben ödeyeyim?” “ 2. O zaman, yemeklerin stoklandığı koğuşa gider, kazancım bana ait yatağım, yemeğim garanti olur. Neden burada kalayım?” Bu bir birinden ayrılamayan sorular ile beden dili ile kulaktan kulağa geçen fikirlerle koğuşlar bir sağa gitti bir sola… bir yukarıya, bir aşağıya ve sonunda birisinin “ Fikirlerinizin canı cehenneme. Sizin sözlerinizi dinlersek burada açlıktan öleceğiz.“ demesiyle… Örgüt, dağıldı, hiziplere ayrıldı.

 

Sadece kadınların olduğu hizip : “ Hepimizin içinde adını koyamadığımız bir şey var ya? Hani işte biz oyuz.” Sav sözü ile harekete geçti. Sözcüleri, kara gözlüklü güzel kız,  Unutmayın! Kadınlar birbirlerinin içerisinde yeniden doğarlar. Namuslular orospu, orospular namuslu olarak… size getireceğimiz ekmekten nasıl tat alacaksınız bilmem ama, bizler, bir daha bu kapıdan çıkıp giden kadınlar olmayacağımız gibi, o hergele veya hergeleler bir gün bunun bedelini ödeyecek, bilin ki… demesiyle roman da başka bir boyuta, ben de utancımdan kör binicileri üstünde uçan süpürgelerin arasından savruldum duvardan, duvara…

 

Kadınlar, bir köşeye çekilip el ele geldiler. Kadın gözü ile sorunu dillendirdiler! Kadınlar ele ele gelip, kadın gözünü çıkarınca ortaya, sıfatlar yer değiştirdi, körlük ikinciliğe düştü, bağlaç saklandı, çünkü kadınların aması da amanı da olmazdı. Körler ülkesi sustu, buz kesti. Karar alındı ve duyuruldu.  Önce bu kötülüğü kimin veya kimlerin karar verdiği öğrenilecek, sonra da biz karar verip, cezasını biz vereceğiz.

 

-0-

 “Cezalandırıldı.”

 Hükmü düşerken kayıtlara… Tarih yine bir kayıt düştü.

 

Yoğunlaşan ihtiyaçları ile tirana dönüşen insanlara beraber alevler yavaş yavaş küçülürken, albayın kafasına sıktığı alevler içindeki kurşun, kilisedeki bulunan resimlerde gözleri beyaz bantlı olmayan, tek bir kişinin, kucağında bebeği olan bir kadının gözüne saplandı. Göz, bir tepsiye düştü. Tepsi sütbeyazı gümüşe dönüştü. Sesi duyan, tüm zamanların ve dinlerin gelmiş geçmiş en saygısız rahibi, aynı zamanda da en adili, en insancılı, sonunda buraya gelip Tanrı’nın görmeyi hiç de hak etmediğini söyleyen kişi, “ Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük.” derken…

 

“Sen hiç bu kadar güzel olmamıştın.” dedi, ilk körün karısı, doktorun karısına.  Bir kişi zamiri üzerinden bir zarf, bir fiil, bir sıfat yüzünden iki kadın da belirsiz zamir altında, gözyaşlarına boğulduğunda, durum bir ayine dönüştü ve yağmurun altında üç zarif çıplak kadın cümleyi tamamlayana sarıldılar.

 


İçeriye tek gözü kör girip, körlükten kör olan ben, bu zarif kadınları tarihe kör alfabesi ile kaydederken, hayatın birlikte yaşamalarına karar verdiği kalan diğer insanlar yüzlerini, doğan güneşe verip, güneşi ve benim de gördüğümü gördüler...  kör alfabesi ile ben, tarihe kayıt düşen ellerime hayretle bakarken!

Kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…  

 

18.03.2021 mehmetealtin,

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Kırmızı Kedi Yayınları, 19. Baskı, Nisan 2020

 



[1] Amacım okurlara yaşamı hor görürken mantığımızı sapkınca kullandığımızı, insan denen varlığın onurunun her gün dünyamızdaki güç sahiplerinin hakaretine uğradığını, evrensel yalanın çoğul hakikatlerin yerini aldığını, insanın benzerine olan saygısını yitirerek, kendisine saygı duymayı bıraktığını hatırlatmaktı.”  José Saramago, 07 Aralık 1998 tarihli Nobel Edebiyat Ödülü kabul konuşması.


5 Mart 2021 Cuma

 


Gemide Yer Yok, Ömer F. Oyal, 593 / CXCII

2020, Yunus Nadi Roman Ödülü

 

 Zamanın askıya alındığı bu zamanda saatin ne önemi olabilirdi ki!

Tufanın anısına bir yudum daha içiyorum.

Gemide kalıyorum.”

 

Kestirilemezlik yasası gereği, zorunlu konut içi ve dışı yaşam… Başta sağlık malzemeleri olmak üzere yiyecek, içecek stokları yapma… akarsuyun, elektriğin, internetin artan önemiyle sosyal hayat biterken, sosyal medyaya artan ihtiyaç… fiziksel gücün sınanması… Bahsettiğim, yaşadığımız salgının hikâyesi değil.

Bahsettiğim; nerede yaşandığı belli olmasa da, yakın ve komşu coğrafyadan alıntılandığı muhakkak bir yaşamın, olağandışı akışına derinliğine dokunan, kişinin sınırlarının zorlandığı, kişinin de bu sınırları zorladığı sürece hayatta kalabildiği bir coğrafyadan bize seslenen, 2020 Yunus Nadi Roman Ödülünü de kazanan Ömer Faruk Oyal’ın, Gemide Yer Yok adlı romanı.

Bireyin çare ararken, çaresiz yalnızlığında birleşen bu distopik romanda, yazar, Nuh’un Gemisi arketipinden esinlenerek, orta halli sıradan bir kentlinin, iç savaş sürecinde değişen yaşam koşullarının dayatmasında, değişen iç dünyasını yansıtıyor. Bize de ya bizde de olursa korkusunun, “ Tahtaya vur !” inancıyla, bu resmi uzaklaştırmak ve ders almak kalıyor.

Her ne kadar, şu anda dünyanın pek çok ülkesinde bu durum halen yaşanıyor olsa dahi, romanın distopya gibi görünmesinin nedeni, kurgulanan yaşamı, geleceğe dair sıkıcı bir öngörü gibi algılamaktan, diğer deyişle romanda yazılanları yaşamadıkça algılayamamaktan kaynaklanıyor olabilir. Açıklarsak, çarkların şu veya bu şekilde düzgün işlediği bir coğrafyada zincirleme gelen terslikler, beklenmeyen felâketler veya siyasal alt üstler, distopik olabilir. Ama anılanların şu veya bu şekilde yaşandığı toplumlarda, kurbağanın suda yavaş yavaş kaynatılması gibi anlamlı da olmayabilir.

Öyle ki, yapılmaz, yapılamaz sanılanlar yapılabiliyor.  “ Üç gündür kemik arıyorum. Nihayet ufak bir ….. gördüm.” Gereksiz görülen şeyler ihtiyaç haline geliyor. Gerekli sandığımız şeyler anlamını da maddi değerini de yitiriyor. Güç, her zaman fiziki ya da maddi gücü değil, stoklar, silah, yiyecek, hijyen malzemesi ya da sağlık malzemesi gibi şeylere sahip olmayı da kapsayabiliyor. Kadının sesi yardım ister gibi değil de tebliğ eder gibi yapmam gerekenleri açıklıyor, stokları açmamı söylüyordu.” Koşullar değiştikçe güç dengeleri de değişiyor.

Sokak bile artık kendisiyle baş başa… fotoğraftaki suretler ve televizyondaki sesler ölmüş, canlılar, hayaletler ile başıboş sokaklarda dolaşırken, karanlık tarafından emilmekte… Kapılar, tarafların taraftarlarına göre işaretlenmiş… duvarlar her gece yeniden düzenlenen veresiye defteri gibi…  Guruplar sinsice hareketli… silahlar, açlık, kin ve korkuya uzanmış yılandili gibi…

-0-

Kurguya göre, sadece kahramanın görüş ve yargıları üzerinden yürüyen romanda adı da sanı da olmayan kahramanımıza -benim koyduğum adla “Âdem” diyerek-; Başlayan iç savaş nedeniyle, “Adem” Nuh Tufanına atıfta bulunarak, delilik olarak damgalanan öngörüsüne kimse inanmasa da – nitekim Nuh peygambere de kimse inanmamıştır,-  Nuh peygamber gibi gayet ciddi ve ısrarcı bir şekilde günlerini ve gecelerini lojistiğe dair planlar yaparak geçirmiş ve kötü günler hazırlıklarını tamamlamıştır. Karısını ve oğlunu kayınpederinin yaşadığı yere göndermiş, başına geleceklerden haberi olmayan fotoğraflardaki, artık bir yığından ibaret geçmişini, iki kopya taşınabilir diske sığdırıp, Nuh’un gemisi ile, geleceğe taşımakla meşgulken...

“Adem”’in Evi’nin kapısında bitkin bir yaşlı kadını, geçici de olsa korumak ve yardımcı olmak kaygısıyla, diğer deyişle romanın temel düzlemi ahlâki bir duruş ile başlayan roman, kadının evde işgal ettiği alanın ve genişleyen aile bireylerinin hikâyelerinde sayfa, sayfa şekillenir. Paralelinde kişilerin ahlaki duruşları da değişen koşullara göre genleşip, büzüşür. Kadın ile Âdem arasındaki hukuk ve güç dengeleri konuşan, alaycı gülümsemeleriyle kadının lehine gelişir. Bakmak, barındırmak ve beslemek sanki “Adem”’in doğal yükümlülüğü hâline gelmiştir. Disklerin kopyalaması da gittikçe gecikip, harekete geçmedikçe geçmişle arasına karısının sesi girmiş, aralarındaki zaman ve mesafe de genleşmiştir.  

Aslında çok fazla bir seçenek de yoktur. Ya insafsızca herkesi evden kovacak ya da yaşam alanını sinir savaşıyla koruyacaktır. Utanmazca yarısını işgal ettiği (!) söylenen evinde, yaşam alanı da karar alanı da daralmakta, yaşamı kendi evinde öfkeli bir alan mücadelesine dönüşürken evin içinde saflar da çıkarlara göre yer değiştirmektedir. Öfkesi hızlı davranıp bir karar vermesine fırsat tanımadan tetiği çekip silahı ateşleyebilecek denetimsiz ve kendince meşru bir güç haline dönüşmektedir.

Zaman askıya alınmış, geçmiş dolabın çekmecesinde tozlanmış, gelecek hipotermiye girmiş, yaşam belirtisini kaybetmiştir.

Ömer Faruk Oyal’ın bu kitabı bellek, zaman ve yaşam arasında sayfa, sayfa gidip gelirken, bir yandan geriliyor, izleyen sayfaları tereddütlü bir merakla gözlüyor, bir yandan da tufanın dindiğini haber verecek zavrak güvercini bekliyorum.

Geçmişi parlatmak, özlemle anmak için tufanın anısına bir yudum içiyor, peyniri dilimliyorum.

Bir dilim ağzıma atıyorum ağzımda bir süre gezinmesini, peynirin kokusunun ve dokusunun iyice nüfuz etmesini istiyor ve gemide kalıyorum.

 … kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…

05.03.2021 mehmetealtin,


https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Mart 2019