Silinmiş
Sahneler, Hakan Bıçakçı, 281 / CCXII
“Artık
hiçbir şeyin mevsimi değil.” “ Bir yandan da artık her şeyin mevsimi… “ s. 81
-o-
Hakan Bıçakçı’nın bu kitabının satır aralarında da başka bir dünya var. Bıçakçı, hakkında daha önce yazdığım cümleleri yinelemek gerekirse, müthiş bir gözlem gücünü, tırmık gibi kullanarak, hepimizin temiz, düzenli ve güzel varsaydığımız, ön bahçelerimizi tırmıklıyor. Yarı açık, yarı gizli bir biçimde arka bahçelerimize dalıp, kısıtlı yeteneklerini sınırsız cüretle pazarlayanları, gerçeklerle düşler arasındaki boşluğa düşenleri, güçlü imge ve eğretilemeler yükleyerek her zamanki deyiş biçimini kullanarak aynasından yansıtıyor. Tuhafın tuhafı manzaraları sırasıyla anlatan her bir satırını, -insanın dişlerine işleyen, soluğunu kesen, beynini kamaştıran, kalbine bazen sevinç bazen ürküntü getiren,- düşlerin gerçeği, gerçeğin düşleri ile beraber, simsiyah, giderek genişleyen boş tabağında çiğneriz onun sofrasında… Zifiri karanlığın içinde belli belirsiz, yankılı boğuk sesler birbirine karışır. Her yanınız karıncalanır. Ne zaman, nereden çıkacağı belli olmayan satırlarını, birilerinin peşinde, kelebek gibi zıplayıp, arı gibi sokarken buluverirsiniz.
Yarı Batılılaşmış bir muhitte altı “Fight Club” üst katları konut, Huzur
Apartmanı’nda(!) oturan, sahne adı silinmiş “ isimsiz ” romanın
ana kahramanı ile anlatıcısı aynı kişidir. İşi, filmlerden, dizilerden seks, öpüşme, içki,
sigara vb. sahneleri sansürleyip, sonra da kesilen iki şeyi birleştirip, üçüncü
bir anlam çıkarmaktır. Gizli veya zıplamalı kesmelerle, bir olayı başka yoldan
gösteren veya olayı ima eden montaj, işinin tamamlayıcı evresidir. Sahneyi
seyircide oluşturulmak istenen duyguyu tamamlamadan kesmek, duyguyu tamamlayıp
sindirdikten sonra kesmek, kariyerinin(!) ustalık isteyen, belirleyici
hamleleridir. Sansürcü eleman ihtiyacı giderek yoğunlaşan günümüz basın, yayın,
bilgi iletişim sektörüne karşın, -elemana hiç ihtiyaç duyulmayan bir alanda-
hobi olarak, müzik yazarlığı da yapmaktadır. Sayfalarda Motörhead yerini Led
Zeppelin’e, onlar da diğerlerine vb. bırakırken, bu alandaki derin bilgisini
fırsat buldukça satırlara yansıtmaktan çekinmez. Ama bu da müzik literatürü dar
olan okuyucuları, oldukça terletmekte, metne olan ilgisini dağıtmaktadır. Anlatıcı, tembel ve paralı öğrencilerin
ödevlerini yapıp, online sınavlarına da girmekte, sansürcülüğünü göz ardı
edersek, sinemacılık hayallerinin dışında da işler yapmaktadır.
Romandaki diğer karakterlerden sadece üçü, kız arkadaşı Esra, iş arkadaşı
Bora ve sinemacı Suna, eylemleriyle olayların akışını değiştiren öyküye yön
veren karakterler olarak öne çıkarlar. Diğerleri olayların akışını etkilemeden,
öykünün akışında sürüklenen karakterlerdir. Her iki gurup da öyküde, olması
gerektiği gibi, buzlanmamış, mozaiksiz görüntüleriyle yer alırlar. Bunlardan
Bora, Rock yıldızı olma hayali ile yola çıkmış bir biplemeci olarak, anlatıcı
ile ortak iş paydasında birleşir. Kız arkadaşı Esra romana adımını attığı
andan, sonuna kadar acaba kimdir, olayların içinde nasıl yer alacak diye
sorgulanan edilgen bir karakter olarak görülür. Sinemacı Suna ise – kendince olması
gereken - hayatına yön veren kişidir.
Anlatıcı, emniyet kemeriyle koltuğa bağlanmış biçimde, bir tür savunma mekanizması
içinde, işinin ve hayatının olması gereken görüntülerini, içine işlemiş asap
bozucu diğer görüntülerden arındırmaya çalışmaktadır. Hayatta olmadık anlarda
karşısına çıkan, olmaması gereken tuhaf görüntüleri görmezden gelmeye,
bulaşıkları elden geçirirken ovalamaya, sarı süngerden taşan bembeyaz,
tuhaflıkları geçici da olsa perdeleyen köpüklerle, sansürlemeye çalışmaktadır. Anlatıcının
geleceği, Hakan Bıçakcı’nın kullanacağı güçlü imge
ve eğretilemelerin ipoteği altındadır. Bıçakcı’ya özgü bu edebi biçim, devamlı
okurlarına yabancı gelmeyecek, yeni okurlarını ise
zorlayabilecektir. Çünkü anlatıcının gördüğü tuhaflıklar bir noktadan sonra
öyle dayanılmaz bir hâle gelir ki, -
bunları anlattığı için eski olan sevgilisinden
dolayı, - halini hiç kimseye anlatamaz.
Her şey, her söz, macun
gibi birbirine geçmiş, yapışık bütünden ayrılamamakta… Şuursuz gençler bağıra
çağıra dağınık düzen ilerlemekte…
Mecalsiz ihtiyarlar, kestirilemeyen manevralarla ve yavaşlıkla yolu
tıkamakta… Hayat yorgunu genç anneler pusetleri iteklemekte… Asık yüzlü
adamlar, öfkeyle parlayan gözleriyle kafa atacak gibi bakarak, her yandan çıkıp
gelmektedir.
Pazartesi sabahı metroda
ney çalarak, dünyanın en mutsuz toplumlarından birine ekstradan sıkıntı
aşılayan adam. Asit yağmuru ile yıkanan kirli hava. Düşük çözünürlükteki
manzara. Mide bulandıran döner kokuları. Kulağı zonklatan kornalar. Ayağı
burkan kaldırım taşları. Kaldırımları dar eden motosikletler, tornetler.
Kışlaya benzeyen binalar. Dershaneye benzeyen kafeler. Kuyumcuya benzeyen kuruyemişçiler.
Belediye binasına benzeyen üniversiteler.
Daha fazla insan görmeden, çocuk zehirlenmeden üşenmeden tek, tek
mozaiklenmesi buğulanması, kesilmesi şart olanlar…
Yukarıda anlatıcının ağzından anlatılanlar, Bıçakcı ezgileri için güncel
yaşamın sıradan tuhaflıklarından bir demettir.
Ama anlatıcı öyküyü bozmadan bu sesleri, bu görüntüleri
ne kadar giderebilir? Filmi, yeniden nasıl kurgulayabilir? Nitekim
tuhaflıkların ilk belirtisi vitrin yansımalarında karşılaştığı yamulan
suratlardır. Yine tekrarlıyorum ki, bunları anlattığı için eski olan sevgilisinden dolayı, kimseye bir şey anlatamamış, eve
kapanmıştır. Tuhaflıklar devamlılık kurgusuna yakın bir mantıkla, süreklilik
hissi uyandırarak gereksiz bölümlerin atılması ile sansasyonel, ilginç ve
önemli olaylar biçiminde birbirine bağlanmaktadır. Bir ara tuhaflıkları yazmayı
denemiş, ancak yazılacak gibi değildir. Yazarken hem olan bitenin rahatsız
ediciliğinden sıyrılarak evcilleşir, hatta kemikleşir, hem de bu süreç zihinsel
bir işkenceye dönüşür. Ayrıca, yaşamın tuhaflıklarını tetikleyen işi de içten
içe zehirlemektedir kendisini… İskandinav Edebiyatı’nın tipik karakterlerinden
biridir artık… Tekrarlanan tuhaflıklarla, anlatmanın laneti arasında sıkışmış,
görmezden gelme ve üstüne gitme yöntemlerini keşfedememiş, hiçbirini
denememiştir. Donup kalmış, bulaşık terapisiyle idare eden bir sansürcüdür.
Hayatın genel akışından kopmuş, düzenin yarattığı sirkin içinde, düzenin
bir dişlisi olarak kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama, -kendine
yeni hayat kurmak adına- durumunun bilincinde olarak, yabancılaşmıştır. Bu
insanın, insan oluşunu açıklayan niteliği ile olumlu bir hesaplaşmadır. İçinde
bulunduğu topluma yabancılaşan anlatıcı, sonunda tuhaflıkları görmezden gelmek
için tuhaflıkların üstüne gider. Koşmaya devam eder. Görülmesi, gösterilmesi
gerekenleri görmeye başladığında düzenle hesaplaşır ve görmezden gelmekle
kaçmak, görmezden gelmekle kaçırmak arasındaki bağlantının farkına vardığında, kaçmayı kendine yakıştıramadığımdan hayatını
yeniden kurgular. Sis dağılır, Türkçe Sözlükteki, Sansürcü: Sanat yapıtlarını denetlemekle
görevlendirilmiş kimse… açıklamasını, Mücrim sözcüğünün açıklamasına ekler. Nokta.
Artık ne olursa olsun mutludur.
Bitirirken, kendi
deyişi ile “ Yazarken asla yüreğinin
götürdüğü yere gitmeyip, zihninin, aklının, mantığının götürdüğü yere gitmeye
çalışan” ([1])Burgazadalı
Bıçakcı kardeşime, günümüz insanının
doğaya ve düzene yabancılaşmasının yaşanmış tuhaflıklarını yansıtan bu kitabı
için teşekkür ederken… siz okurları da üstünüze gelen tuhaflıkların kokusunu
tavan arasında bırakıp, gerçeğin acısı
ve tatlısında iyi okumalar diliyorum. Kalın sağlıkla, her zaman kitapla…
10 Temmuz 2022
mehmetealtin,
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2022