Körburun, Hikmet
Hükümenoğlu, 274 / CXLI
------------------------------------------------------------------------------------
Roman, yazarı tarafından, 1960’dan 1990’a kadar Türkiye’de yaşananların
sahnelendiği, bir platform olarak kurgulanan, Prens Adalarında onuncu bir adada,
Körburun’da geçerken, 590 sayfalık romanın ana ekseninde ise Türkiye'nin bu
dönemindeki sosyo-ekonomik değişimlerden etkilenen bir aile var.
“Hiç medeni insanla medeni olmayan bir
mi? Kendilerini bizden üstün görmeye başladılar, biliyorlar ki arkalarında
hükümet var…” “ Osman Bey,… istikrar istiyordu. Başvekil sayesinde başlayan
inşaat furyasının hiç bitmemesini istiyordu.” S.87 “ Tamam Osman Bey, tamam…
Menderes Vatan Cephesi diye bir acayiplik çıkardı… ‘Nedir bu şimdi? Dedi Meral
Hanım’” S.89
Ancak romanın ana kahramanı yok. Onar yıllık dilimler içinde ayrıntılı profilleri
verilmiş kahramanlar belirli dilimlerde ortaya çıkarken diğer dilimde
kahramanlar değişiyor ya da konum değiştiriyor.
Körburun, her ne kadar aksini söyleyebilecekler olabilse de bana göre politik
bir roman… hatta politik olması gereken bir roman. Ama yazar ne yazık ki,
bilinçli ve bilinçsiz bu fırsatı kaçırıyor. Romanına kaynak olan, bazı
bölgeleri hâlâ feodalizmin kucağında sürünen, sermayenin ilk birikim sürecini
tamamlayamamış, tamamlamak için yeterli üretim araçları ve üretimi olmayan, anılan
dönem Türkiye’sinde… üstüne üstlük üretmeden tüketmeyi çok seven bir toplumda
sermaye birikimin en çirkin yüzüne, en acımasız ve vandal şekline yalan, dolan
ve talanla sermayenin çalınarak el değiştirmesindeki gerçeklere sırtını
dönüyor. Mahcup bir ifadeyle etrafından
dolanıyor.
Yolunda böğürtlen çalıları mı var? Etrafından dolan…
bunlar niçin var diye sormaya kalkarsan akıllı kişileri güldürürsün kendine.”
S.69,
Yukarıdaki alıntıya uyarak, bu yalan, dolan ve
talanda kendine yer arayan, talanda arta kalanları gagalayanlara fazla ilişmeden,
kendi çapında iyi niyetli ve okunası düzeyde romanını aşk, politika, aşk, çemberi içinde çeviriyor. Kısacası, gereğinden
fazla kaçak güreşiyor. Toplumsal yüzleşmeden öteye gidemiyor, gözleri
ötekileştirmeden ötesini görmüyor.
Öte yandan romanda ele alınan toplumsal olayların temeli ele alınan
süreçle uyumlu da değil. Aslında olayların temelinde 6-7 Eylül 1955’da yaşanan
utanç dolu günler var. Osmanlı dönemi dâhil, cumhuriyet sonrası Türkiye’nin o
dillerden düşmeyen mozaiğinin çatlayıp, kırıldığı, evrile dolana, bugünlerde de
ufalanarak yok olma sürecinin başladığı günler…
“ ‘Bir
takım insanlar, bizim milletçe aptallık derecesine varan müsamahamızın ve
merhametimizin bir sonucu olarak böyle küstah bir hayat sürdürmektedir… (Bin yıl evvel Rumlar yaşarmış bu adada, ne diyor bu
damında baykuşlar ötesice?) “ s. 179 “ Senin
hakkını yemişler kardeş… Sanırsın ki hepsi kıçını oynatmadan tam köşeyi
dönecekken, kâfirin bir önlerini kesmiş.” S.206 “Hatırlamak istemesek de
herkesin içinde bir dirhem nefret vardır. Hesapta oturup kadeh tokuştururuz…
ama nefreti tartsak, acaba ne kadardır? Ağırlığı Körburun’u batırır, sulara
gömer. ‘Birileri’ her sabah ben bunun gözünü nasıl oyarım diye bakmıyor ama
saklamış bir yerlere, tepesi atmadıkça çıkmıyor. Sonra gazeteler kaşımaya
başlıyor… kaşıdıkça hoşunuza gider, tatlı tatlı kaşınır ya! Ama sonunda bir
bakmışsın kaşıya kaşıya cılk yara olmuş. O zaman elini sürmek istemezsin,
halbuki tedavi etmen lazım kaşıyan da sensin, iyileştirecek olan da… bırakırsan
mikrop kapar, kangren olur.” S.404
Her ne kadar süreç 1964 sürgünleri, türlü çeşitli yıldırma, aynı uykuda
aynı rüyayı görüyormuş gibi hoş görünüp arkadan vurmalarla bir türlü sürse ve
etkileri görülse de 1980 ve 1990 Türkiye’sinin, romanda vandallıkla anılan
olaylarla pek bir ilgisi yok. Belli ki, 1971 doğumlu yazar, romanına kaynak
belgeleri ya kurgusu gereği kasıtlı olarak veya kendine göre zamanı kaydırarak
yorumlamış. Ancak, o günleri yaşayan ben, kitabı okurken zaman zaman bu zamana
uymakta zorlandım. Bu bir roman kurgusu böyle derseniz o zaman romanı onar
dilimlik katmanlara ayırmamalısınız. Romanda güzel olan ise kurgunun dayandığı
analitik düzlemin sağlam, soluksuz okunur ve yüksek bir hayal gücüne dayanır
olması.
Olanların içinde olmayan bir adada yaşananların, yaşanılmamış gibi
yaşanıldığı
“Körburun’daki
herkesin acayip dünyaları gerçeklerden uzakta, orada boşlukta asılı duruyordu.
Merceğin önünde paketlenmiş hazır görüntüler, gerçeği andıran ama gerçekte
olanların binde birini bile göstermeyen kartpostallar vardı. Merceğin arkasında
ise insanı yutan karanlık bir boşluk. S.514 Burada tutsak olduğumuzu itiraf
etmek zor olduğu için biz de buradan daha şahane yer yok deyip der dururuz.
S.539
üzerinde çok ciddi emek verilmiş ve soluksuz okunan
metaforlarla dolu, bir adalı olarak da yıllardır yaşadığım gibi, gürültülü şeyler hakkında susulan, günlük seslerin ise uğultuya
dönüştüğü metaforuna
dayalı, bu romanı okumanızı öneririm.
24.05.2017 mehmetealtin
--------------------------------------
Can Sanat Yayınları,
1. Baskı, Ağustos 2016
ROMANDA
SORGULADIKLARIM:
Not 1. “Bursa’da
trenden indiklerinde” s.136.
Bilindiği gibi Bursa’da tren yok. En yakın tren garı Mudanya’da ve
Bursa’ya 30 km. uzaklıkta ve günümüz yol ve araç şartları içinde bile bu
uzaklık 40 dakikada aşılıyor.
Not 2. “Agop’un babası Stefo Usta” 397. Agop,
Ermeni adıdır. Romanda Agop’un babası Stefo Usta ise Rum’dur. Romanda
titizlikle tarif edilen her karaktere karşın Agop’un annesinin Ermeni olma
olasılığı da romanda açık olmadığından Stefo Usta’nın oğluna konulan bu adda
bir hata vardır, derim. Yanlışım varsa lütfen düzeltin.