Beşerbazın
Mârifeti
Arlin
Çiçekçi
Sözbaz!
Söz cambazı Arlin Çiçekçi ile yollarımız, Burgazada’da bana da imzaladığı, Beşerbazın
Mârifeti adlı ilk romanının tanıtımda kesişti. Ben de okudum ve şunları yazdım;
Öncelikle kitabın ismindeki, hoşluk, “ Beşerbaz “ ne demek diyerek başlarsam, aradığınız bu sözcüğü, Türkçe Sözlükte bulamazsınız. İnsanlıkla, (=beşeriyetle) derdi olan, onları izleyen, gözleyen, geçmişlerinin, sırlarının peşinde olup, kadim zekâdan, yapay zekâya uzanan, oluşturduğu veri tabanı üzerinden kişilere yön veren, Beşerbazın Marifetlerini kitabı okuduğunuzda Beşarbazı siz de tanıyacak, ne demek olduğunu anlayacaksınız.
Kitap, Theodor Adorno’nun [1] “Her sanat eseri işlenmemiş bir suçtur” öndeyişi ile başlıyor. “Acaba neden?” diyerek bunun üzerinde çok düşündüm. Aklıma İbrahim Yıldırım’ın Dünbatımı Defterleri geldi. O zaman dedim ki, nasıl bir roman kahramanı sayfaları gerekli, gereksiz cümlelerle israf ve murdar ediyor… Ve yazı aracılığı ile gevezelik etmek, ona biraz olsun iyi geliyorsa… Yazar da edebi anlamda hiçbir cezaî ehliyete sahip olmadığı için, istediği gibi neden yazmasın? Arlin Çiçek de yazmış. İyi de etmiş. Söz kulağa, yazı uzağa gider. En kötüsü ne olabilir? Müesses ebedî edebî nizam, onu da rendelenmeye mahkûm eder. Ama o bunu beklemeden, haddini bilmiş, Yer Demir Gök Bakır ile Yaşar Kemal ustasından el dilemiş, derdini dert edinmiş. Terini demir, emeğini bakır ile nakış eylemiş.
Fantastik
bulduğum bu romanı bilim kurgu olarak görmek bence yanlış. Öyküde ne geçmişle, ne
de gelecekle ilgili, bilimle bağlantılı bir öge yok. Yazar, mekân olarak, geçmişten
geleceğe İstanbul, Fas ve Hollanda’yı seçerken, düğümün çözümünü Büyük Beyoğlu
Yangınının küllerinde saklıyor. Küllerde saklı olan öykü ise romanın asıl konusu...
Elimizdeki roman, o öykünün ancak savrulmuş bir türevi olabilir. Bize göre o öykünün
ardındaki mağrur, Gök Kubbe’yi sırtında taşımakla mükellef adamın beşerle
hesabı ne bu kitabın adına, ne de kapağına yansıyor. Onun kitabı ayrıca yazılmalı.
***
Kitabın ana kahramanı, bıçaklandığında adamın yüzüne bakıp, “ Hayırdır birader, tanışıyor muyuz?” diyecek kadar soğukkanlı… Pamuk kalplerin değil, ancak taş kesmiş yüreklerin marifeti olabilecek iyiliğin, bu kadim zanaatın, nadir ustalarından… Adı Hulki! Sanat üzerine yazılmış ilk eser sayılan, Aristotoles’in Poetika’sında sanatın, gerçeğin gerekli bir taklidi olduğunu ve insanın doğanın başladığı şeyi tamamlama ihtiyacından dolayı, sanatın doğduğunu söyleyerek… İnce ince işlediği, ilmek ilmek ördüğü, her bir detayını özenle hazırladığı, titizlikle hayata geçirdiği, yazarın kurgusunu; iki ucundan iki ayrı dünya, yeryüzü ile gökyüzü, arasında bir halat gibi gerilmiş göbek bağını, San’at-ı Beşeriye’nin usturasıyla kesiyor.
Kitabı anlamlı kılan diğer kahramanlar; Betül’ün Vincent van Gogh’un Sarı Ev tablosundaki Sarı Evi kimin boyadığını merak ettiği gün, onun, yeryüzünün ve gökyüzünün kurtuluşu için yardım edebilecek fani olduğunu düşünen… Tablodaki, evi sarıya boyayan, Hulki’nin gökyüzündeki, kankası, belki de kendisi, Frederic Beauchamp usta,
Kendisine ihanet edildiği için terk ettiği Emre Balaban’ın çocuğunu
taşıdığının şaşkınlığında… Daha üniversite bitirmeden atıldığı iş hayatında,
tiryakilerin çakmak kullanmadan sigaraları birbirlerine bağlamaları gibi
işleri, işyerlerini, iş seyahatlerini, terfileri birbirlerine bağlayan, kendine
nefes alma fırsatı bile tanımayan… İşten atılmasını piyango belleyip Fas’a
geldiğinde, bir nefes arasında, bir köleyi köleliği bitse bile, özgür olduğuna
hele hele sahibiyle eşit olduğuna ikna etmenin zorluğunu düşünürken, inmeye
çalıştığı taksinin kapısını açmasına fırsat kalmadan başı örtülü, kaftanlı bir
kadının, taksiye bindiği anda, Dilsiz
Fatima ile yolları kesişen Betül,
Betül’ü ilk gördüğü an, avını parçalamadan önce gerdanını ısırıp bir
süre dişlerinin arasında bekleten vahşi bir Bengal kaplanı ile karşılaştığını
düşünen… İzleyen iki yılın ardından, kaplanın dişilerinin arasından paramparça
düşmüş… İnsanın kendisiyle gurur duyacağı bir özelliği, hikâyesi veya donanımı
yoksa doğal olarak varoluş mücadelesini ecdadı üzerinden verdiğini söyleyen,
bunu babasının başardıkları üzerinden doğrulayan Emre…
…ve Hulki’nin kahramanı: Duvar dibini mesken tutan, kafa tutan, yer
tutan, sır tutan ama asla ayar tutmayan ayaklı saat… Emre’den olma, Betül’den
doğma, hem yeri, hem göğü sırtlayacak Atlas Balaban! Hangi takvimle hareket
eder, hangi senenin peşinde koşar, neleri beklemek için günlerce durur, sonra
ağır, tok, etrafı dolduran sesiyle hangi gizli ve mühim vakayı birdenbire ilan
eder, bilinmeyen Atlas, yaşlı kadını sarsar, annesinin nerede olduğunu
sorarken, Dilsiz Fatima ilk defa konuşur. Ölüleri
ayna tutmadan göremezsin! … dediğinde… Sorar Atlas, “Ey insanlar! Vicdanınız nerede?” “Vicdanları bende Atlas! Çünkü
acıları bende.” dedi adı Efi, olan… Hulki’nin dilinden…
***
Matruşka’nın içinde, Arnavutluk’tan gelme iki güzelden, Linda’dan doğma, Hasan’dan olma, muhacir çocuğu, tevellüdü 1853, Hulki’nin… Altı yaşında yetim kalan, on yedisinde Beyoğlu’nu ateşe veren, Pera’nın naçar evladı, “ Aynanın Arkasındaki Hulki” ‘nin öyküsü, ne yazık ki, ayakkabı dikişlerinin arasına sığdırılmış, sadece altı yaprak, on iki sayfası ile mahzun, biz okurlara bakıyor. Yazarın derdi çok, hepsini birden söyleyip bizimle paylaşmış, kurgu yazarken düzenlenmiş, arada bir şeyler alınıp, aralara sokulup, yola devam edilmiş. Olsun, yazan yazmış, yazar yazmış. Aylar süren aramalar, derlemeler, sorgular sonrası yazmış. Emeğine sağlık! İyi de etmiş. Bize de gevezelik düşmüş!
***
Yazımın başında da söylediğim gibi kelimelerle oynamayı çok iyi beceren, dil kullanmakta ustalaşmış, Arlin
Çiçekçi, yazın dünyasına hoş gelmiş! Kitabı bir çiçek demetinin çeşitliliğinde…
bunu izleyen kitabı, derlenmiş, bir birine denk gelen, izleyene renk veren
çiçeklerden oluşacak besbelli…
Kitabı
okuyacaksanız, sadece düşünmenizi değil, düşüncelerinizi eleştirel bir biçimde
kurmanız için, 15. sayfadaki ilk mektuptan sonra, 210. sayfadaki son mektubu
okuyarak, kitaba devam etmenizi öneririm.
Ölüleri
ayna tutmadan göremezsiniz!
Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…
20.12.2022 mehmetealtin, 60 / CCXIII
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
Holden Kitap, Kasım 2021,
[1] Theodor W. Adorno, aklın nesnel olmadığını, insanın da bu anlamda kendi özneli olamadığını savunur ve bugüne kadarki felsefenin foyasını ortaya çıkarmaya çalışır. Aklın nesnel olamamasının sebebi de insanın kendi hayatının öznesi olamamasıdır. Toplum üzerine teorileri genel bir karamsarlığı yansıtır. Ona göre bürokrasi, idare ve teknokrasinin kuşattığı toplumda bireyin kendisi bizzat geçmişte kalmıştır. Yoğunlaşmış sermaye, planlama ve kitle kültürü bireysel özgürlükleri büyük oranda tahrip etmiş ve eleştirel düşünme yeteneği yerini tümüyle şeyleşmiş bir toplum bilincine bırakmıştır.
"Düşünen insan saldırgan olamaz" şeklinde
kışkırtıcı tarzıyla ideolojilerin etkisini kırmayı, aforizmalar biçiminde
yazılmış metinleriyle kapalı düşünce sistemlerinin temellerini yıkmayı düşünür.
Bu geleneksel olmayan tavrı toplumun eleştirel olmayan bir olumlamasını
engellemeye çalışır. Böylece okurun sadece düşünmesini değil, düşüncelerini
eleştirel bir biçimde yeniden kurmasını hedefler. Bkz. Wikipedi