25 Mart 2014 Salı


Bir Hıristiyan Masalı, Tarihin En Büyük Sahtekârlığı, Mine G. Kırıkkanat, 
1021/6 – L  
--------------------------------------------------------------------------
*      Papa’nın İstanbul’un kurucusu Konstantin’in sahte vasiyeti üstüne oturduğunu ve hiçbir meşruiyeti olmadığını biliyor musunuz?
*      Bizans diye bir imparatorluk olmadığını biliyor musunuz?
Bilseniz de bilmeseniz de bu kitabı okuyun. Özetle:

Birleşik Roma İmparatorluğunda doğan ve yayılan Hıristiyanlığın önder makamı,
381’deki Konstantinopolis Ekumenik Konsül’ne göre temsil ettiği kent onursal önceliğe sahip Nova Roma olduğu için, Roma Patriği’nden sonra gelmesine rağmen, … s.40
Fener Ekümenik ‘Küresel’ Patrikliği olup bu yetkiyiHıristiyanlığı devlet dini ve 330 yılında Nova Roma ‘Yeni Roma’ adıyla kuruluşu kutlanan İstanbul’u Hıristiyanlığın başkenti ilân eden ilk Hıristiyan Roma İmparatoru Büyük Konstantin’den alıyordu.” S.11
Buna karşılık;
“800 yılından sonra Hıristiyan aleminin önderliğini Papa’ya veren ve tarihe ‘Konstantin’in Bağışı=Danatio Konstantini’ adıyla geçen yazılı belge Roma Katolik Kilisesi’nin kurucu yasasıdır… ve Vatikan Devleti’nin meşruiyeti bir tek bu  belgeye dayanmaktadır. S.11
Bu belge, Batı Roma Kilisesi’ne ;
1.      Doğu Roma Kiliselerinin üstünde hüküm ve temsil yetkisi,
2.      Büyük Konstantin’in inşa ettirdiği, Vatikan’daki San Pietro ve San Paolo kiliselerinin mülkiyeti,
3.      Roma İmparatorluğu eski vilayetlerinde bazı gayrimenkuller,
4.      Vatikan ile Roma arasında sınırı oluşturan Laterano Sarayı,
5.      İmparatorluk ve Senato armalarını taşıma izni,
6.      Roma, İtalya ve Batı Avrupa egemenliğini miras bırakıyordu.  “ s.13
-0-
Zurnanın zırt dediği yer: Sahte vasiyetin ortaya çıkışı
  • 8.yüzyılın sonunda, İkona Kırıcı, ‘Boklu Konstantin de denen, V. Konstantin’den Doğu ve Batı Roma’daki bütün ruhban sınıfı nefret ediyordu.
  • 753 yılında Batı Roma’nın başkenti Germen soyundan Lombardların eline geçti. Kadim Roma savunmasız kaldı.
  • Roma Patriği Boklu Konstantin’den yardım istediyse de Konstantin Lombardlarla anlaşma yapılmasını önerdi.
  • Batı Roma savunmasız kalmıştı ve Doğu oturan Roma İmparatorları tanrının doğrudan temsilcisi ‘ Pontifex Maximus olarak, Roma Patriğini de atadığına göre, şimdi onun yerine Batı’da bir otorite oluşturmak için zemin hazırlanmalıydı.
-0-
Balyoz belgeleri ile balyoza(!) zemin hazırlandı.
    • Adı, Nova Roma’dan 337 yılında ölen Konstantin’den sonra Konstantinopolis’e dönen, s.145
    • ve Konstantinopolis Patrikliğinin ancak 381 yılında kurulmasına rağmen… s145
    • Büyük Konstantin’in düzenlediği iki din kurultayına, 314 Arles Konsili ile 325 İznik Konsiline bile katılmamış, üstelik 31 Aralık 335’de ölen, s.51
    • eski Roma Patriği Silvestro’ya atfen birinci bölümü 315 yılında ikinci bölümü 317 yılında düzenlenmiş içinde her nasılsa o zamanlar olmaması gereken, Konstantinopolis adı ile Konstantinopolis Patrikliği tanımları geçen,
    • Roma İmparatorluğu idari hiyerarşisinde Satrap, (Pers İmparatorluk Valisi) olmamasına rağmen, onlara da hitap eden veya valileri Satrap olarak tanımlayan, s.145
  • Sahte vasiyete göre; Batı Roma İmparatorluğu’nun mülkiyeti Roma Patrikliği’ne bırakılmış, Roma Kilisesi dört başlıca kilise, Antakya, İskenderiye, Konstantinopolis ve Kudüs kiliselerinin öncüsü ilan edilmişti.
  • Sahte vasiyet, Frank Kralı, Kısa Pepin’e götürüldü. Dört ay süren görüşmelerden sonra Kısa Pepin ile Roma Patriği Stefano arasında yapılan 14 Nisan 754 Quierz Anlaşması ile s.47-55
    • Pepin İtalya’da fethedeceği topraklardan Roma Kilisesi lehine feragat edip,
    • Roma İmparatorluğunun Batı’daki mülklerinin de Roma Kilisesine bağlanmasını kabul ederken,
    • 27 Temmuz 754’de Kutsal Roma Kilisesi kurucu resulleri Aziz Petrus ve Pavlus adına Kısa Pepin’e, soyunu Karolanj Hanedanı olarak sürdürmesi meşruiyeti(!) içinde sözde Batı Roma İmparatorluk tacı giydirildi.
  • Aynı anda, Batı Roma Kilisesi, Vatikan’ın arması, Doğu Roma’dan gasp edilen illeri simgeleyen anahtarlarla süslendi. s.55
  • Giderek, 809 yılında Aachen’de toplanan Konsül, İznik Konsül’ünde belirlenen Kredo=İnaç Birliği dogmasını bozarak İrade Aynılığı=Filioque kavramını kabul etti ve Doğu ve Batı Hıristiyanları teolojik olarak da farklılaştı. s.71 Batı Hıristiyanlığında Katolik(*) sınıfı ise ancak ikinci mezhep ayrışmalarından sonra 16. yüzyılda ortaya çıktı. S.128
-------------------
(*) Hıristiyan inancı ve öğretisini temsil eden kilise’nin tanımının, Yunanca fetvasında ‘tek, aziz, evrensel ve havarilere ait…’ cümlesindeki evrensel sözcüğünün Yunancası katholike’dir. Papalık makamı Roma bunu Latinceye çevirirken karşılığı olan universalis yerine, Yunanca aslını Latin alfabesiyle yazarak bir başka çarpıtma daha yapmıştır. s.88
-0-
Neden Bizans adı UYDURULDU?
  • Çünkü Doğu’daki uygarlığın Roma uygarlığının devamı değil de Ortaçağ Yunan uygarlığı olduğunun savına kılıf uydurmak için, s.165
  • Çünkü Osmanlı’nın Doğu Roma başkentini ele geçirmesinin yarattığı algıyı değiştirmek için, s.167
“1557 yılında Hieronymus Wolf, Doğu Roma İmparatorluğu üzerinde yaptığı çalışmaları ‘Corpus Historie Byzantinae’ isimli kitapla yayınladı.

Kırmızı Kedi Yayınları, Şubat 2014

15 Mart 2014 Cumartesi



Utanç, Salman Rushdie, 539 – XXXXIX 
-------------------------------------------------------------
Salman Rushdie, bu üçüncü romanında, Pakistan’a benzeyen ama Pakistan olmayan parşömen bir ülkedeki yakın tarihi farklı bir bakış açısıyla yorumlamakla kalmıyor, değiştirerek de yazıyor. Bunu da;
“Bana gelince: Ben de bütün göçmenler gibi hayalciyim. Hayali ülkeler inşa edip onları var olanların üzerine yamamaya çalışıyorum… … Bazen kendimi bir ağaç gibi görüyorum, … İskandinav mitolojisindeki efsanevi dünya ağacı, dişbudak Yggdrasil gibi. … üç kökü vardır. Birisi Valhalla’dan, Odin’in su içmeye geldiği yerden bilgi gölüne girer. İkincisi Ateş Devi Surt’un âlemi Muspelheim’in sönmez ateşiyle için için yanar. Üçüncüsü Nidhogg adındaki korkunç bir hayvan tarafından ağır ağır kemirilir. Ateşle canavar üç kökten ikisini imha ettiğinde dişbudak devrilecek, karanlık çökecektir. Tanrıların alaca karanlığı; bir ağacın ölüm rüyası… … Benim hikâyemin parşömen-ülkesinin, tekrar ediyorum bir ismi yok.” s. 110-111
Yazar, yakın tarihte aynada görünen Pakistanlı politikacıların aynanın sırında değil sırrında saklanan kişiliklerini, ailelerini, sosyal, finansal ve siyasal ilişkilerini bütün çıplaklığı ile yazarken, bu boyutlara odaklandığımızda insan, romancının aslında çok da yabancı olmadığımız sahnelerden bahsettiğini görüyor. Pek öyle uzaklara, Hindistan yarımadasına gitmeye gerek yok. Bugünlerde istesek de istemesek de izlemek, yaşamak zorunda olduğumuz olgular, olaylar ve kişilere çok benzer kişiler bunlar. Neden bahsedildiğini “anlamamak” imkânsız değil mi? Konuyu biraz açarsak; iktidara ulaşmak için yap(a)mayacağı olmayan politikacılardan, kendilerini toplumun çok üstünde gören ve anlamsız bir şekilde onların vasiliğine soyunan ordu mensuplarından, tüm bunları görse de sadece izlemekle yetinen bir halk topluluğundan bahsediyor Rushdie romanda. Bunların “getirisi” de delik deşik edilmiş bir “ileri demokrasi” oluyor haliyle. Fazlasıyla tanıdık olunca, günümüz Türkiye’sinden de böyle bir roman çıkar mı, diye kendine sormadan edemiyor insan.  

Yazar romanda anlatacaklarını garip şekilde başlayan ve ilerleyen bir aşk çevresinde genişletiyor. Bu aşk ekseninde ise ayıp, rezalet, skandal gibi kavramların zenginleşen “utanç” kelimesinin içi dolduruluyor. Bu doğrultuda da romanın geçtiği “tam manasıyla Pakistan olmayan” ülkenin tarihini, bu duygunun labirentlerinde öğreniyorsunuz.
Romanı kahramanları üzerinden biçimlendirirsek:
“’Bu kadın vücudu’ demişti, yetişkin bir kadın olduğu gün babasına, ‘ insana bebekten, sancıdan ve utançtan başka bir şey getirmiyor.’ “ s. 135
Kısaca utanması olanların anlayabileceği, “Utanc”a dair bir roman bu. Utanması olmayanlar mı? Okusalar ne olur, okumasalar ne… onlar olmaya, Salman Rushdie gibiler de onları yazmaya devam edecek, devam da ediyor hâlâ. Anlayana !
-------------------------------------
Can Yayınları’nda I.Basım, Temmuz 2013


4 Mart 2014 Salı



Dört Ev Hep Hasret, Eşkol Nevo, 158 -XXXXVIII
--------------------------------------------------------------------------------
Türkiye’de yayınlanan, Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara, Aşk ve Karanlık, Bir Kadını Tanımak Fima ve Kara Kutu adlı kitaplarıyla tanınan Amos Oz’dan sonra Eşkol Nevo, ilk defa tanıştığım başka bir İsrailli yazar … Romanını ise okuyalı neredeyse altı ay olmuş.

Yazar,  kendisini, bir söyleşisinde Holocaust’a sonra Tanrı’ya inanmayan, sorgulayan ve yaşayan yeni bir Yahudi neslinin bir bireyi olarak tanımlarken ki;  romanında Amir’i, bakın nasıl tanımlıyor;

“Dün İnayama’nın tepesindeki güzellikler yüzünden hayatımda ilk defa Bir Tanrı’nın var olabileceğini düşündüm. Dur, hemen telefona koşup aileme oğullarının tamamen aklını yitirdiğini söyleme… bekle biraz. Hold your horses… … Seni karşımda görürü gibiyim, o ufak dairende oturmuş, üzerinde radyolu üzgün adamaın resmi asılı bir halde ( yoksa Neo onu artık asmaman gerektiği konusunda ikna etmeyi başardı mı?...) elinde buharı tüten bir fincan çayla , … bu mektubun satırlarını okuyan benim tanıdığım arkadaşıma ne olmuş? … futbol hastası o insan nerede? … sakin ol, Tanrı’nın var olduğunu söylemedim.  Sadece dün üç günlük zorlu bir yürüyüş sonrasında, dünyanın çatısında teneke kutu gibi bir kulübede uyandığımı söyledim” s.73

Nitekim yazar, romanın kahramanı öğrenci Amir ile İsrail’de yaşayan her yaştan, mesela şehit Gidi’nin kardeşi Yotam,  her dinden, mesela sıkı muhafazakâr komşusu Moşhe, her türden kişi mesela, Moşhe’nin karısı ama bir o kadar sıkı liberal Sima, mesela, kendisinin düzenli, titizliğine karşı karakteri de zıt, delicesine aşık olduğu Noa ile empati kurabildiği gibi romanda Filistinli inşaat işçisi Sadık’la da dert ortağı olabiliyor. Daha doğrusu roman, kahramanın ekseninde dönse bile, Amir’in dış sesi, günün sözüyle “paralel” Amir diyebileceğim, Modo dâhil, tüm karakterler ana eksene, eşit derecede oturmuş. Kişiler açısından romanda demokratik bir paylaşım var.

Barış yanlısı İzak Rabin’in öldürüldüğü günleri yansıtan romanın geçtiği coğrafya da romanın dengeli çeşitliliğine benzercesine iki tepede: birincisi Aşkenaz olanı ve haberci anlamına gelen ve adının da ima ettiği üzere iyimser, bakımlı “Mevasseret” tepesinde… ikincisi ise Kürt topraklarından göçenler Sefaradlar için uğrak yeri olmuş “Maos Zion diye anılan tepesinde geçiyor ki, yazarın söylediğine göre yazarın çocukluğu birincisinde öğrenciliği ise ikincisinde geçiyor.

Yukarıda değindiğim yeni Yahudi neslinin bireyi olan yazarın bu kitabında bizim de ıska geçtiğimiz, İsrail’in başka bir bahçesinde geçenler, dile gelirken beni bu kanaate iten satırları da şöyle özetleyeyim:

“Arap’ı tutup kapı dışarı itmeye çalıştığım anda ve Dynia da … elinde tavayla geldiğinde… ikimiz birden ‘saldır’ diye bağırdığımızda … Avram ayağa kalkıyor… bize ve ona bakıyor ve bize dönüp ‘Uskutu! Sessizlik!’ diye bağırıp Arap’ın yanına yaklaşıyor… ona dalgın gözlerle bakıyor ve konuşmaya başlıyor. ‘ Nissan, ya ibni, hoş gelmişsin. Arap’a sarılıyor…” s.228 “… Sadık işine geridönmüştü. Keskisiyle çalışırken onu izledim… “ s.244 “ onların evi, şimdi bizim olan evimizde, ‘ Bu benim kurmacam.M.A’ … Taşların arasında… bir boşluk vardı… Elimi içeri soktum…” s.245 “ Elim keseden ince bir altın zincir çıkardı… Bu Şadiye Nine’nin kolyesiydi. Kolye anneden en büyük kıza geçerdi…” s.246

Sonuç olarak her yaştan, her dilden, her dinden herkese hitap eden çok katmanlı bu güzel romanı sizlere tavsiye ederken, bir nohut oda bir bakla sofada, ailesinden ayrı yaşayan romanın kahramanın da öğrenci olmasından ve türdeş davranışlar göstermesinden hareketle, yılbaşı tatilinde Türkiye’ye gelen küçük oğlum Berk’e de bu mükemmel romanı okuması için bir tane alıp hediye ederek, romanı bir kere de ben ödüllendirdim.
-------------------------

Can Yayınları, 1.Basım, Ekim 2013


Hırsızlar Sokağı, Mathıas Énard, 368 -XXXXVII
-----------------------------------------------------------------------------
Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara romanıyla ilk defa tanıştığım yazarın bu romanını okuyalı neredeyse altı ay olmuş.

Yıllarca Ortadoğu’da yaşamış, Arapça ve Farsça da bildiği için o coğrafyanın insanını ve kültürünü de iyi tanıyan yazar, bu olanaklarını da kullanarak Yasemin Devrimi, Arap Baharı v.b.g yörede dönen BOP kaldıraçlarının nirengi noktalarını çok iyi bildiği gibi bunları okuyucuya son derecede sade bir dille anlatabiliyor. 

 “ Körfez’den Okyanus’a kadar her İslam ülkesi geceleri bunun rüyasını örüyordu. Şeyh Nureddin’in bana anlattığına göre plan, serbest ve demokratik seçimlerle mümkün olduğu kadar çok oy kazanıp iktidarı ele geçirmek ve daha sonra içeriden y a s a m a n ı n, dışarıdan sokağın birleşen güçleriyle k u r u m l a r ı ve y a s a l a r ı İ s l a m’a  u y g u n  h a l e        g e t i r m e k t i.” S.33 
“…ekimdeki seçimler beklenildiği gibi iktidarı İslamcı En Nahda Partisi’nin ellerine teslim etmişti.” S.137
“İslamcılar bize ait olması gereken dinimizi bizden çalan yaşlı muhafazakârlar. Bize sundukları tek şey yasaklamalar ve baskı. Arap solu greve takılıp kalmış eski sendikacılardan ibaret. Peki beni kim temsil edecek ha?” s.143
Bununla beraber, kitabın konusu Arap Baharı değil, yazarın deyişiyle,  “Daha iyi bir gelecek hayali kuran gençlerle, artık hayal bile kurmayanlarla, İslamcılarla, Müslümanlarla, dilencilerle, fahişelerle, hırsızlarla ve çokça kitapla, son tahlilde, ateşle birlikte, karanlıklarla savaşmanın tek yolu olmayı sürdüren kitaplarla yolunuzun kesişeceği bir roman bu.”  

Yazar hem Arap Baharı’na mekân teşkil eden Kuzey Afrika’ya hem de krizlerle boğuşan Avrupa’ya da son derecede objektif yaklaşıp objektifinden tadına doyum olmaz kareler çekiyor. Nerede olursa olsun insanoğlunun mücadelesi sırasında karşısına çıkan toplumun değer yargılarını, bu yargılardan kişinin içselleştirdiklerini, aşkı, yoksulluğu, hastalık ve şiddeti renk ahenk yansıtıyor.

“ Judit… gözlerini benden kaçırıyordu…Şimdi benimle daha çok politikadan konuşuyordu; Avrupa’daki krizden, sıkıntılardan, işsizlikten, …, ırkçılıktan, gerilimlerden, hazırlanan ayaklanmadan…” s.209
“ve ben, … karanlığa sığınmayı tercih ediyordum. Judit kendini yaşadığı bölgede daha güvende hissediyordu. Bazen Arapça dersinden sonra beni o antik… restoranlardan birine götürmek için ısrar ediyordu.. Fenike restoranın sahibi… Suriye’de yaşanmakta olan iç savaşta, Türkiye’nin, Suudi Arabistan ve Katar’ın oynadığı bulanık rolden bahsetti.” S.223
“…madem El-Kaide kafirlerin gebertilmesine cevaz veriyor, ben de onları soymanın neden yasak olduğunu anlamıyorum… bu yaratıkların… bizim sokaklarımıza Allah tarafından gönderildiği hissine kapılıyor… elini sakin sakin sırt çantalarına daldırıyordu.” S.231
“ Barselona… tarihi belli olan ve sadece 24 saat için öngörülen genel gerev de bir garipti… eğer çalışmayı reddetmenin bir ağırlığı olacaksa, süresi ve eylemin devam edeceği tehdidi önemlidir… İspanya’da sendikalar iktidara karşı… sayılarla mücadele ediyorlar. Sendika yöneticileri grevi... istediklerini koparmalarına göre değil de, …katılım yüzdesine göre başarı… olarak görüyorlardı. Bu durumda grev hem sendikalar için – katılım %80 – hem de hükümet için – politikasından bir milim bile sapmayarak – başarılı olmuştu.” S.241
Roman üç mekânda geçiyor. Tanca, Algericas ve Barcelona. Kitabın ana karakteri,  17 yaşında, amcakızına vurgun Faslı bir delikanlı. Lakhdar, kitap okumayı, özellikle de polisiyeleri, seven bir genç. Yaşamındaki birçok badireyi de bu özelliği ile atlatmayı başarıyor. Tanca’ya turistik ziyaret için gelen, üniversitede Arapça öğrenimi almakta olan Judit ile hikâyeleri aslında bambaşka şekilde başlasa da Judit’in yaşamı bir belirsizlik dönemecinden geçerken Lakhdar’ın o zamana kadar hırsla ve inançla tutunduğu umutlarını belki de kendisini yok sayarak, çok daha fazla sayıda insanın yaşamını kurtarmak adına bırakması çok da tesadüf değil aslında…
Yazarın anlatımdaki dilin akıcılığı ve olaylara farklı bir açıdan bakışı ile birleştiğinde, okunmaya ve üzerinde düşünmeye layık bir kitap çıktığını rahatlıkla söyleyebilirim.


Can Yayınları, 1.Basım, Nisan 2013


Yüzbaşının Oğlu, Nedim Gürsel, 440-XXXXVI
---------------------------------------------
Nedim Gürsel’in Galatasaray Lisesindeki sınıf arkadaşlarına adadığı, adını ve ana temasını, komutanı yüzbaşının kızı ile bir Rus subayı arasındaki duygusal ilişkileri konu alan romanı Puşkin'in Yüzbaşı’nın Kızı, (Bendeki Varlık Yayınları, 3.Baskı, Şubat 1973) romanından almadıysa eğer, her halde bir tesadüftür.
Ama Nedim Gürsel’in kitabındaki kahramanın da arkadaşının annesi ile duygusal ötesi ilişkilerini ana tema alan, estetikten uzak, namussuzluğun da namusu var kuralından ırak, yeni yetme ağzı, bir ihtiyarın hezeyanları tadında yazılmış, roman değil, ergen okul günlüğü sıfatını ancak verebileceğim, Yüzbaşı’nın Oğlu değil Yüzbaşının Kızı’nın yanına yaklaşmak, kitaplığımda yer almaya, 4.kümeden bile uzaktır.
Oysa Boğazkesen, ki bana göre yazarın en iyi romanıdır, Resimli Dünya, içi içe öyküler anlattığı, Allahın Kızları ve sonra da bir hesaplaşmanın romanı Şeytan, Melek ve Komünist’ten sonra ya üslup farkı deneyeceğim diye ya da izini şu satırlarda bulduğum,
Demek ki yalnızca anılar değil, eski fotoğraflar da naftalin kokan sandıktan çıkarılmak için bazı yaşları bekliyor.”s.15
Herhalde Kafayı Yemiş Yaşlı Erkekler Dayanışması’na yardım dürtüsüyle üslubunu aşağıdaki satırlarda bulan,
“ don sözcüğünü telaffuz etmemi de kaba bulabilirsiniz, külot desem ne değişecek…”s.60
diye yazdığı,  bu kitabın bende bıraktığı hiçbir edebi iz de yok.
-0-
 “Allah annenin kalan ömrünü sana bağışlasın yavrum dediğini… O gün bu gündür annemin hayatını gasp ettiğim duygusuna kapıldığımı… itiraf etmeliyim.” s.22
Satırlarında anlam bulan, orta birden lise son sınıfa kadar, benim gibi yatılı okuyan ama bana kıyasla bir de annesi olmayan roman kahramanın yatılı okul hayatının tiplerini, günlük yaşantısını, sosyal ilişkilerini, karşılaştığı sorunları çok iyi anlamak hatta birebir yaşamakla birlikte cinselliği ve hele yatakhane gecelerindeki sistematik cinselliği abartı ötesi buldum…
“Geceleri yatakhanede çadır… bir şarkı vardı ki hala anımsarım: Sabahları erken…”s.76
“Nöbetçilerle anlaşıp köpekleri kandırarak kışlaya sokuyorlar. Köpekler de bu işten pek hoşlanmış olmalılar ki,”s.94
“Karatahtada ‘İbne De Gaulle’ yazılıydı… Çevirmen ‘Yaşasın De Gaulle’ diye tercüme etti.
Benim notum sanki heyette Türkçe bilen bir Fransız yoktu da…
General konuşmasını ‘İbne Galatasaray’ deyip bitirdi.”s.116
Aynı Milli Eğitim Bakanlığı yönetiminde, aynı dönemde okuduğumuza göre, okul yönetim ve yörelere göre anlayış biraz farklı olsa bile anlatılanların dozu ne yatakhanedekilerin ne de idarenin izin vermeyeceği ölçüde olduğu gibi sürekli tekrarındaki edebi inceliği, derinliği varsa ironiyi de kavrayamadım. Bu da benim cehaletim her halde… Yansız, ticari kaygısı olmayan eleştirmenler bana bir açıklasınlar hele.
Bu arada kendisinin Türk Edebiyatında yeri olan bazı yazarlara dil uzatmasının romanına ve kendisine yaptığı katkıyı da kavrayamadım.
“Cahit Sıtkı’nın –ona Sıktı da derdik aramızda- Baudelaire taklidi şiirleriyle gerçekten de sıkardı.”s.135
“Bizim bir başka milli yazara ihtiyacımız yok, Nobel Ödüllü yazarımız yetip de artıyor.”s.148
“Halit Ziya’nın dili gerçekten de azap, hatta azaptan da öte bir işkenceydi.”s.176
Öte yandan,
“Ama Atatürk’ün ….. Yunan’ı kovalarken İzmir Belkahve’de durduğu, kahveci Etem’in ….. bir sade kahve emri beklerken incecik, kadınsı bir sesin ‘Yap bir şekerli kahve’ demesiyle tüm dünyasının ve hayallerinin yıkıldığı… “s.43
Satırları ise incecik, erkeksi bir ergen günlüğünün müstesna bir şahikası. Kısacası bu kitabında, “Don yoluna gitti Nedimî.

Doğan Kitap, 1. Baskı, Ocak 2014


---------------------------------------------
‘Polisiye sosyolojik tespitçidir! Ama çaktırmaz!’ diyen, yazar Celil Oker’in kadrolu kahramanı, Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendine saygısı olan hiçbir ‘frequent flyer’ın adını bile duymadığı, sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, MS Flight Simulator’ın Chessna’sına aylardır elini sürmekten uzak, yeniden damat adayı, ex-kaptan, nevzuhur” özel dedektif Remzi Ünal, fosur fosur sigara içiyor... kahvesiz kafayı toparlayamıyor ‘Mayk Hammer de toparlayamazdı’... Kebap, ciğer ve rakıyla besleniyor. Sigara paketini avucunda sıkıp buruşturup fırlatıp, dilinin ucuna gelen küfrü kolay döndürmeyen bir adam. Kafasına göre takılan, gerekirse basıp giden... Alaycı, boş vermiş, bezgin görünen  ‘Mayk Hammer da öyleydi….’ çok da bilmiş ve görmüş geçirmiş...yaratıcısı Celil Oker’in deyişiyle “ “Ateş Etme İstanbul”da yeni bir düğümü çözüyor.

Romanda kayıp bir sevgilinin izini sürerken, bir cinayetin zanlısı olmasına ramak kalıyor, doktorların, hemşirelerin dünyasına dâhil oluyor, “bu arada, yerseniz’, sinirleri tepelerinde ama lütfen deyince işi gücü bırakmış, mert İstanbul Taksicileri ile baskınlara gidiyor,  vücudu hamlamış da olsa saldırganları aikido’daki ustalığı ile saf dışı bırakıyor !” ve bir sağlık skandalını ortaya çıkarıyor. Hadi canım sende!

Otelde, uzun yolculuklarda, vakit geçirmeye çare… Aklımdaki gerçek zeka ürünü tek polisiye, Sis ve Gece, başkası olmuyor bir türlü işte.

Altın Kitaplar, 1. Baskı, Haziran 2013

-0-


Düğümlere Üfleyen Kadınlar, Ece Temelkuran, 129-XXXXIV
------------------------------------------------------------------------------------------------------
“İnsanların yüzlerindeki izlerle ilgili soru sormazsanız nezaket gösterdiğinizi değil, yüzlerini görmediğinizi düşünürler.” s.339
Ece Temelkuran, bu romanında kendi deyişiyle, “birbirini yoklayarak ilerleyen, içine sığındıkları bu hikâyeden başka gidecek yerleri olmayan” dört kadının;
1.       Feleğin çemberinden geçmiş, deneyimli, iş bitirici ve her türlü zorluğa direnerek ayakta kalmayı başaran Madam Lilla.
2.       Arap Baharı’nı başlatan Tunus’taki başkaldırıya, Yasemin Devrimine katılan, sıra dışılığından ötürü toplum, aile ve sevgilisi tarafından  örselenmiş buruk devrimci ve dansöz Amira.
3.       Kahire’deki Tahrir meydanının isyan ile eşanlamlı duruma gelmesini sağlayan eylemcilerden, yaşadığı yıldırım aşkının ürünü olan bebeğini başka bir ülkede bir bakıcıya veren akademisyen Maryam.
4.       Çeşitli İslam ülkelerinde yetişmiş bireysel bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini önemseyen, toplumsal olaylara etkin katılan eleştirel tavırlı anlatıcı-yazarın,
yolculuğunu anlatmaktadır.
Yazar, bu yapıtında bir yandan Arap Baharı’nın romanın geçtiği coğrafyada yarattığı sosyo-ekonomik devinimleri anlatırken, bir yandan da yörenin insanlarını, kentlerini, doğasını, içten ve eleştirel sevgiyle betimlemekte, çölün gizemi, insan kişiliğine yansıması,  “mavi yüzlü” Tuaregler ve Amazin kadınları gibi fon ve aktörlerle de romanına sinema tadında lezzetler kazandırmaktadır.
Romanda boyun eğdirilmiş, sevgiye ve her şeye muhtaç duruma getirilmiş, sevilmeyen, sevilmedikleri için kendilerini sevmeyi öğrenemeyen kadın imgesi, her sayfada hissedilmektedir. Kadınların gönlünü kıran, toplumsal yaşama katılımını ve bireyleşmesini zorlaştıranlarsa erkeklerdir; erkeklerin yarattığı ve süreklileştirdiği erkek egemen yapı, yaşam tarzı ve zihniyettir.

·          “Bazen hayatınıza geri kabul edilebilmek için yapabileceğiniz hiçbir şey kalmaz… Küçücük bir hata bütün hayatınızı silip atar. … size gülerler. … sizden bahsedilir ve gülünür. Başlarını çevirirler. … Artık sizi sevmek yasaklanmış gibidir.Bir kaç dost sırf üstlerine düşen görevi icra etmenin sıkıntısıyla ‘ Bizim için çok önemliydiniz’ der, …Gözden düşenler,  yelkenliler gibidir, bahtları da bir rüzgara bağlıdır… esmedi mi esmez yıllarca. ”s.73-74

Buna karşı pes etmemek gerektiği bilincinde başta Madam Lilla ve çetesi :-) “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” “büyücü” kadınları, temel malzeme olarak da kadınların tükenmez ve büyüleyici gücünü ise şöyle tasvir etmekte aşağıdaki satırlara yansıyan;
·          “Bir tanrıça, kendini asla başkalarının terazisinde tartmaz!” s.363
·          “Tanrıça dünyaya ne yapmak için geldiyse onu yapar. Tanrıça, kaderine teslim olmaz, kaderini seçer.” S.387
·          “O zamana kadar bir tanrıçanın altı temel özelliğini aklınızda tutmalısınız. Bir: Asla yapmadığınız bir şey için özür dilemeyin. İki: Kendinizi gereğinden fazla açıklamaya çalışmayın. Üç: Asla başarılarınızı hafife almayın. Dört: Hiçbir zaman lafa ‘ Yanlış düşünüyor olabilirim ama…’ diye başlamayın. Beş: İstemediğiniz sorulara asla cevap vermeyin. Altı: Hayır demekten kaçınmayın. Yedinci kural ise… bu kuralı kendiniz koyacaksınız. Bu her tanrıçanın hakkıdır.” s.350-351
ve yazarın deyişiyle, “roman kahramanı olmayı en çok hak eden insan olan”, romanın kişilikli, bilinçli figürü Madam Lilla, der ki;
·          “Hayat bizim nefesimizdedir.” s.124
·          “Kadınlar “içine aşklarını ve büyülerini üfledikleri bir âlemde” yaşarlar. Erkeklerse sürekli o dünyayı “hırpalar, yıkar.” Kadınlarsa, erkeklerin yıktığını yeniden kurarlar; “erkekleri de üfleyerek var ederler. Bir erkek, bir kadının nefesi kadardır.”s.126

“Düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sakının!” Düğümlere üfleyen kadınlar, büyücü kadınlardır; olmazı olur kılma yeteneği taşıyan kadınlardır. Dolayısıyla bu yeteneklerinden dolayı onlardan sakınmak gerekir.

·          hepinizin bir parça dünyalarından atılmış olması gerek… O kadar sığışmaya çalıştığınız, korktuğunuz… ülkenizin… sizden korktuğunu kabul etmeniz için… üçünüzün de bunu değiştiremeyeceğinizi anlamanız için yıllar geçecek… durdu. Besmele getirdi ve bir dua okudu. “ Felak suresi… Neffâsâti fi’l-u’gad… Sure ‘ Düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sakının’ diye buyurur… Nefesimle kurduğum dünyayı yıkan adamı bulmaya giderken yanımda duracaksınız.” s.134
Yazar, romanını köklü bir erkek eleştirisi olarak kurgulamakta erkeklerin düzelebileceklerini söylerken bile adeta ‘  ama unutmayın ki’ demeyi unutmamaktadır.
·          “Gözyaşınızı içmeyin hanımlar, acıyı öfkeye dönüştürmeyi bilmiyorsunuz.”…”Durmak yerleşmek, bir kale inşa etmek demek.”…”Hayatı ciddiye alıyorsunuz, ama nasıl ciddiye almanız gerektiğini de bilmiyorsunuz.”…” Şimdi sınırı geçtiğimize göre kendinizi ölmüş sayabilir, artık böylece yaşayabilirsiniz.” S.169-170
·           “Sendeki sende kalacak. Kimse ile ilgili değildi, kimse ile ilgili olmayacak. Aşk onunla ilgili değildi, olmayacak. Yerine başkası gelecek, aşk hep sende olacak. Gelecek olana yer aç.” s.203
·          “Annemden tiksindim, güçsüzlüğünden. Getirdiğim parayı görünce parlayan gözlerinden… Babamdan tiksindim… ben şarkı söylerken, adamların yüzlerinde kazanacağımız parayı hesaplamasından. Yüzlerce gelin gördüm hepsi esir düşmüş tilkiler gibiydi. Kendilerini bir adam için öyle süsleyip püsleyen, manda gibi oturan…” s.244-245
Sonuç olarak derim ki ben; “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” satırlarından taşan söz ve sözcüklerle insanı sarıp sarmalıyor ve bir düş dünyasının içine atıyor. Büyücü yazarın, büyülü romanını siz kadınlar, “kendi dininizde değil” çünkü üç kitap da getiremez kötüleri insafa / o peygamberler sabır dilemeye gönderildi iyi insanlara.” s.238. ama kendi dünyanızda okuyun. Siz, erkekler siz de kendi dünyanızda okuyun “Düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sakının!”
“Artık onların adları, eflatun vakti kuşları”. s.452    

Everest Yayınları, 7. Basım, Ağustos 2013

-0-


---------------------------------------------
Son günlerde adları ve kimlikleri Türkiye’nin hemen her yerinde tartışılan ve adları sıkça anılan iki tarihi şahsiyeti konu alan Amin Maalouf’un “Afrikalı Leo’dan sonra ikinci romanı olan “Semerkant”ı tekrar okuyup size tanıtmaya karar verdim.
Amin Maalouf’un İran’ı, İran’ın Selçuklularla ilişkilerini anlattığı bu kitabı,  Ömer Hayyam’ın 1072’de Semerkant’ta yazdığı “Rubaiyat”ın, el yazması aslının peşinden koşan, Benjamin O. Lesage’ın (Bu arada Benjamin’in O. olarak kısaltılan göbek adının Hayyam’dan esinlenerek Omar olduğunu belirteyim) odağında olduğu iç içe iki öyküden oluşuyor.  Ömer Hayyam’ın rubaileri yüzünden uğradığı haksızlıklara, yobazların zındık olduğuna yönelik karalamalarına verdiği “yobazların işgüzarlığından uzak durdum hep ama Bir’in iki olduğunu da asla söylemedim” cevabı, Bir’e inandığını söyleyenlerin Ömer Hayyam’ı sevmeleri için yeterli olmalıdır. Ancak bu kara çalma hali günümüzde de, bir rubaisini kendisinden bin yıl sonra sosyal medyada tekrarlayan Fazıl Say’ın “İleri Demokrasi” uygulamaları çerçevesinde mahkûm edilmesiyle durmaksızın sürdürülmektedir.
Bu haliyle bile Ömer Hayyam’a tahammül edemeyenlerin ve on bir yıldır sürdürdükleri ortaklıkta anlaşamayıp bugünlerdeki kavgalarında muarızlarını “Haşhaşi” diye karalayanların:
  • Alamut Kalesi hâkimi Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam’ın dost olduklarını,
  •  muarızlarının küçük düşürmek için Hasan Sabbah ve acımasız takipçilerine uyuşturucu kullandıklarını ima ederek “haşhaşiyun” demelerinin aslında Marco Polo gibi seyyahların yanlış anlamasıyla batı dillerine Assasini (katiller) olarak aktarıldığını,
  • Hasan Sabbah’ın dinin esaslarına yöneldikleri için kendilerine “Esasiyun” denmesinden hoşlandığını  
bilip bilmedikleri ise merak konusudur.
Bin yıl önceki dini hiziplere atıfla, bugün birbirini karalayanların ortaklıkları bozulduğunda ve fırsat bulurlarsa karşıtlarını ortadan kaldıranların elinde, sürüklenmek istediğimiz dini gericilikle donatılmış toplumsal yapının ne kadar tehlikeli olduğu görülmelidir.
  • Ömer Hayyam’ın Cihan ile yaşadığı aşk,
  • Selçuklu Sultanı Melikşah’ın, “kadınlar yönetir, erkekler savaşır” diyen karısı Terken Hatun’un saray entrikaları,
  • Melikşah’ın Veziri Nizamülmülk ile Ömer Hayyam arasındaki hep Hayyam’ın galip geldiği akıl oyunları,
  • Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam’ın tanışmaları ve dini hizipler üzerine yaptıkları tartışmalar,
  • Adını, her gün çiğnensin diye ayakkabı köselelerinin altına yazacak kadar nefret eden Şiilerin hâkimiyetindeki İran’da herkesin güven ve sevgisini kazanan Ömer Hayyam’ın dönemine ve İslam öğretisine göre her birisinde ayrı bir hikmet olan, kimi rubaileri kitapta yer alan kayda değer hususlardan bazılarıdır.

Cahit Mülazım’ın Notu:
------------------------------
Hayyam'ın söylediği "TEK" e inanmak sadece tek Tanrıya inanmak demek değildir. Konu bu kadar basit değildir. Neyi kastettiğini izin verin açıklamaya çalışayım…
İkilik ve Teklik sorunu Müslümanlığın ve diğer dinlerin temel sorunlarından biridir. Sıradan dindarlar ile yobazlara göre Tanrı ve kulları vardır. Bu ikiliktir.
Ömer Hayyam, Hacı Bektaş, Yunus Emre gibiler için ise bu ikiliği reddetmek, Bir ile bir olmak gerekir. Bunlar kulluğu reddederler, Tüm veliler ve arifler de öyle. İçlerinde Tanrının bir parçasını taşıdıklarına,  öldüklerinde   BU PARÇANIN TANRI İLE BÜTÜNLEŞECEĞİNE İNANIRLAR. Bu parçayı taşıyan ama Kamil olamayanlar ise tekrar dünyaya geleceklerdir. Tanrının bir parçası olduklarına gerçekten inananlar son tahlilde Müslümanlığı da diğer dinleri de reddederler. Cennet ve cehenneme de inanmazlar. Kimilerinin derilerinin yüzülmesi işte bu yüzdendir. Mevlana'da" düne ait ne varsa eskidi cancağzım, artık yeni şeyler söylemek lazım" derken gerçekte bunu söylemekte, eskimiş dini reddetmektedir.
Bana göre iki tez de doğrudur. Tanrı ve kulları olduğu gibi, Tanrı ile bütünleşen insanların olduğu da doğrudur.
İlk tez doğrudur çünkü insan evrimleşen bir hayvandır. Ve Tanrı evrimleşen ve kan dökücü olan bu hayvanları eğitmek için, Onlara bir ADAM gönderir. Ruhundan ruh üflediği bir Âdem. Yani ilk insan… Âdem bunları kan dökücülükten uzaklaştırmak için Tanrı ile onları eğitecektir. Onlardan kullar ve halifeler yaratacaktır.
İkinci tez de doğrudur. Çünkü Tanrı dünyayı yaratmadan, Kün emrini vermeden önce, ruhundan yaklaşık 450.000 parça ayırır ve bunları bir yıldıza(Orion) koyar. Peygamber Mustafa ben Âdem’den önce vardım derken bunu kasteder. Aynı şeyi Yunus Emre'de  şiirlerinde kendisi için söyler. Mevlana  öteki âlemde yalnızca Ermişler ve Ariflere yer vardır derken bunu anlatır. Bu ruhlar meclisinden kimileri zaman zaman belli görevleri yerine getirmeleri için yeryüzüne gönderilirler ki, M.Kemal de bunlardan biridir.
Kimi yobazların ben sadece Allah'a hesap veririm sözü tamamen bir palavradır. Çünkü onlar/kullar toprak olacaklar ve bir daha asla diriltilmeyeceklerdir. Zaten bunu onlar da kavradıklarından her türlü rezilliğe fütursuzca imza atarlar. Evrimden gelen ancak kâmilleşen insanlara ise ölüm yoktur. Onlar da Tanrı ile beraber yürüyeceklerdir. Son söz; Halife Ali, " Ben görmediğim Tanrı'ya ibadet etmem." demiştir. Ama Onu semada/gökyüzünde arayan hiç kimse  göremez ve de ikiliği gideremez ve dahi tek olamaz...
-----------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 10. Basım – Ocak 1998


Radetzky Marşı, Joseph Roth, 308-XXXXII
----------------------------------------------------
Yorum için sıra bekleyen sekiz adet kitabın yanında bu dokuzuncu kitap uzun önce okuduğum… kızmayın, bu mazlumun klavye dışında da bir hayatı olduğun unutmayın, “netekim” sırayla sunuyoruz işte, siz, arkadaşlara… neyse dönelim esas konumuza.

  • Moses Joseph Roth’un Türkçe basılan bir diğer kitabı, Die Legende wom Heiligen Trinker, Aziz Ayyaşın Efsanesi, Dost Kitabevi tarafından basıldığını,
  • Johann Josef Wenzel Anton Franz Karl Graf Radetzky von Radetz’in, doğumu 2 Kasım 1766, ölümü 5 Ocak 1858, Çek asilzade ve Avusturyalı general, çok önemli askeri başarılarına rağmen, adının,  Johann Strauss I'ın Radetzky Marşı sayesinde ölümsüzleştiğini ön bilgi olarak verelim ve

Bu kitabı, özetle yazarın içinde doğup büyüdüğü Habsburg monarşisine değişen hayat şartları, kaybolan insanlar, unutulan alışkanlıklar, ihmal edilen adetler, yorgun yüzler, kaçışlara bir ağıt gibi yazıldığını söyleyeyim.
Roman, günümüz Türkiye’sine bakarak açıkçası beni biraz da ürpertti. Çünkü
bir kaybediş romanı… Kaybeden, ruhun kendisi… Kaybedilen ise gündelik hayat ve gelecek duygusu ve gün be gün ayağının altından kayan vatan… Hepimizin hayatı türlü duygusal destekler üzerine kurulu. Aile, arkadaş, sevgili, ilgi, tutku, vazife, iş, maaş, almayı umduğumuz ve vermekle yükümlü olduğumuz bir sürü şey... Bunlar,  birer birer altımızdan çekilirse ne hale düşeriz? Nasıl devam ederiz?

Geleceği parlak sevimli Baron Carl Joseph’in hayatı içinde ilerledikçe  “Radetzky Marşı” bütün bunları bana uzun uzun düşündürdü…
  • Daha çok sevgisizlik,
  • beklentileri karşılayacak kişisel becerilerden ve iradeden yoksunluk,
  • etrafın artan ilgisizliği,
  • sertleşen hoşgörüsüzlüğü,
  • hızla azalan saygı ve özsaygı,
  • sertleşen dış dünya,
  • parçalanmaya aday bir vatan,
  • yaklaşan savaş,
  • yersizleşen, hedefini kaybeden sadakat, s
  • açmalığa dönüşen eski usuller arasında ne yapacağını bilemeyiş,
  • sevmeyi öğrenememiş ve öğretmeyi de öğrenememiş olmanın sefaleti ve
  • bütün bir yaşamın, hatta birkaç kuşağın yaşamının ironik biçimde o yaşama tadını da veren siyasal, sosyal hareketlerden uzak katı disiplin içine hapsedilip yok oluşa terk edilmiş olması, diğer deyişle entelektüel sermayenin acımasızca harcanması...

“Radetzky Marşı” fiziksel hacmiyle de orantılı olarak, çok çeşitli şekillerde okunabilir, oldukça zengin bir kitap. Bir yandan, dillendirdiği hikâyesiyle kafanızda soru işaretleri uyandıran, meraklandıran, heyecanlandıran ve sizi de içine katan bir edebi eser, diğer yandan da çeşitli kaynaklarla harmanlayarak okuyabileceğiniz ve döneme, imparatorluk rejimlerine dair bilginizi derinleştirebileceğiniz adeta “birinci elden” bir kaynak.

--------------------------------------------------
Can Yayınları, 1.Baskı, Mart 2013, Çevirmen Ahmet Arpad

Not: Geçen hafta, Tünel’de bu kitabın, Etem Levent Bakaç tarafından çevrilen, 2013 Haziran ayında, Aylak Adam Yayınları tarafından başka bir ilk baskısını da gördüm!