Sumerli
Ludingirra, Muazzez İlmiye Çığ, 1349-17 / CXCIX
“Bilgeliğin
koruyucusu yüce Enki ‘ sanatların içinde en zor olanı yazıdır.’ demiş.
Atalarımıza göre de ‘ yazı; sanatın babası konuşmanın ve bilginin annesi’ imiş.
-o-
İstanbul Arkeoloji Müzesinde çalışan Sumerologların üzerinde
çalıştıkları tabletler arasında, MÖ 7. yüzyılda yaşamış Asur Kralı
Asurbanipal’in sarayındaki kitaplığında bulunan binlercesinden çözebildikleri Akad
çivi yazısı dışında, aynı yazı ile yazılmış ama dili başka bir tablet daha vardı.
Akad tabletlerinden Mezopotamya'nın güneyinde bir Sumer[1] ülkesi olduğunu öğrenmişlerdi. Önceki bilgilerine dayanarak, buldukları
bazı ipuçlarına göre bu tablet anılarını yazmış bir Sumerliye ait gibiydi. Nitekim
uzun yıllar sonra ilk bulunan Tablet 20’nin sonundaki satırlarda, Sumerli Ludingirra’nın,
- adının Türkçeye çevirisiyle Tanrının Adamı’nın- Yaşam Öyküsü alt yazısı
okundu. Peki diğer tabletler neredeydi? Onlar da Amerika, Avrupa ve İstanbul
Arkeoloji Müzesinde bulunarak toplam 23 tablete ulaşıldı. Daha da ilginci
Ludingirra’nın annesine yazdığı bir şiirin kopyalarının 500 yıl sonra Suriye’de
yaşayan Ugaritler ile Anadolu’da yaşayan Hititler’in kütüphanelerinde
bulunmasıydı! Bu da gösteriyor ki, daha o çağlarda iyi eserlerin değeri
bilinmiş, yüzlerce yıl saklanmış ve çevirileri yapılıp kitaplıklarda korunmuştu
ve varlığını İsa’nın doğumuna kadar sürdüren Sumer dilinin büyük bir uygarlığın
ürünü ve kanıtı olduğundan hiçbir zaman kuşku duyulmadı.
Geçen yüzyıldan beri Sumer dilini çözmeye çalışan bilim
insanlarının son kuşağında bulunan, 1930 yılından öldüğü 1990 yılına kadar
Sumer dili üzerinde çalışan S.N. Kramer’in en önemli çalışma yeri İstanbul
Arkeoloji Müzesindeki Çivi Yazılı Belgeler Arşiviydi. 74.000 çivi yazılı belge, onun, Hatice Kızılyay
ve Muazzez İlmiye Çığ emekleriyle birer, birer gün ışığına çıktı.
M.İ. Çığ da bu belgelerin arasında bulunun Ludingirra’nın “Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımız da
uygarlığımız da unutulacak.” çağların
ötesinden, gelen deyişine kulak vererek, yaşam öyküsünü geçmişe dönük
bilimkurgu türünde yazarak bize bin mum yakarken… öğrendiğim çivi yazısıyla okuduklarımın
bir özetini çıkarayım dedim. Aldım tabletimi önüme, okudum, yazdım tabletime Sumer,
(=eme-gir), diliyle!
-0-
“ 4000 yıl önce Sumer’in tanrılar ve
elitler, diğer deyişle kültür başkenti Nippur’da doğdum. Nippur’da krallar
yaşayamaz. Yasaktır. Krallar, yüce Tanrımız Enil ile eşi Ninlil’in yaşadığı
Nippur’a, ancak Ekur Tapınağında kutsanıp tanrısal bildiriler, yani melerin
toplandığı bir taht… uzun süre başlarında kalacak bir taç… halkı denetleyecek
bir asa… şan ve şerefli bir ad… mutlu bir yaşamın panoraması; taşkın nehirlere,
verimli topraklara sahip olacak döl ve hediyelerini almak üzere gelirler.
Kutsanırlar ve ardından şehri terk ederler. İşte bizim Nippur’umuz yüce
Tanrımız Enil’in yeri, bilim ve eğitim odağı olması nedeniyle Sumer’in kutsal
kenti ve gözbebeği, herkesin buraya koşup yaşamak istediği yer budur.
Nippur’da doğduğum evin bahçe
kapısından, evimizin bulunduğu büyük alana girdiğinizde, karşı tarafta
kölelerin odalarını, şarap, bira, bal gibi küple saklanan ambarları, sağda
ahırları, kümes ve bir eşeğin koşulduğu iki tekerlekli bir arabayı görürsünüz.
Solda, iki katlı evimize girerken, delikli taşta ayaklarınız yıkamalısınız. İki
odamız vardır ki onlar kutsaldır. Birisi ‘Ailemizin Tanrısının’ odası, diğeri
ölülerimizi gömdüğümüz odadır. Yukarı katta odalar ve odaların önünde etrafı
parmaklıkla çevrili sundurma bulunur. Helâ yukarıya çıkan merdivenin altında
tuğla döşeli bir deliktir. Atıklar künklerle bir yerde toplanır, sonra imha
edilir. Kullandığımız gereçlerden kazma, bizim için, uygarlığı simgeleyen
alettir.
Çocukluğumda anımsadığım en güzel
bayramlardan birisi kış aylarını yeraltında geçirdikten sonra bize göre her yeni
yaz başlangıcında, bolluk ve bereket getirsin diye yeryüzüne çıkıp karısı
Tanrıça İnana ile birleşen Çoban Tanrı Dumuzi’yi temsilen… her kentte bir arp
eşliğinde bir rahip ve rahibenin birleşmelerini izleyen, evlerde bolluk ve
bereket getirsin diye daha çok yumurta ve yumurtalı yemeklerle beraber yapılan şenliklerdi.
Mahallemizde ve her mahallede anadan kıza geçerek, kadınların yönettiği, yasal
olarak yüksek düzeyde rahibelere yasak olan birahane de anımsadığım başka
güzelliklerden birisidir.
Avare dolaştığımız, oyunları gözümüze
dilimize doladığımız çocukluktan, ergenliğe geçtiğimizde, gece gündüz asıl gözümüze
dilimize dolanan kuşkusuz kızlardı … benden büyük, nişanlı olan ilk aşkımı
kaybettiğimde ise eve büyük bir üzüntüyle geldim, onun için yazdığım güzel
şiirlerimi kırıp toz haline getirdim ve tozlarını da toprağa savurdum çiçekler
açsın diye…
Gerçek aşkım, ailemizin ve çevremizin
gözbebeği karım Navirtum ise onu çocukluğundan beri tanımama rağmen 15
yaşlarındayken şiirlerimin içine düşüp zarafeti ve güzelli asırlar boyu
tabletlerde kaldı. Onu kaybettiğimde derin bir acı içinde Ölüm Tanrısı Nergal’e
büyük bir kırgınlık duyarken… Karım Navirtum ile şehrimizin başkanı önünde, kız
tarafı iki kadın bir erkek biz ise üç erkek tanıkla… sıra, tanıklar, tarih ve
mühürleri yazılı ve basılı olarak yazılıp üzeri yumuşak kille tekrar kaplanan ve
üstü zarar görse de içi sağlam kalsın diye tekrar yazılan, evlilik sözleşmesini,
mutlulukları tıpkı bize benzesin diye yeni evlilerin evlilik sözleşmelerine katmak
üzere toz haline getirdim.
Benim yaşadığım acılar kadar
ulusumuzun yaşadığı acılar da vardır ki, anlatılanlara göre bunlardan açıklamaya
en muhtaç olanı, ‘Tanrılarımızın insanları bir tufanla yok etmeye karar
vermeleridir. Neyse ki, bu duruma çok üzülen Bilgelik Tanrısı Enki, zamanın
kralı Ziusudra’ya, bu durumu fısıldayarak verdiği ölçülere bir gemi yapıp içine
alabildiği kadar insanı ve hayvanı almasını önermiş. Kral denilenleri yapıp
geminin kapısını kapadığı anda patlayan tufan 7 gün 7 gece sürmüş. Neyse ki, yedinci
gün Güneş Tanrımız Utu ışıklar saçarak ortaya çıkıp bu durumu sonlandırmış da
yağmur dinmiş, sular çekilmiş, yer ısınmış.’
En acısı ise bayındır ve uygar
ülkemize her taraftan dikilen gözlerin yaptıklarımızı yıkmasıdır. Yine
anlatılanlara göre; ‘ Fakir bir kadının oğlu, babası belli olmayan… annesinin onu
Fırat nehri kıyısında bir şehirde gizlice doğurduktan sonra, ziftle kaplı kamış
bir sepete koyup nehrin sularına bıraktığı… Akki adlı bir bahçıvanın onu bularak
büyüttüğü…’ rahibelerin Tanrı’nın çocuğu olduğundan çocuk yapmamaları gereği annesinin
bir rahibe olduğu sanılan… Akadlı Sargon’un
zamanında sarayda içki dağıtıcısı olarak çalışırken, Sumer Devletinin
işleyiş sistemini öğrenip etrafında topladığı beraberindeki Akadlılar ile Devletimizi
ele geçirip kendine Dört Bucağın Sumer ve Akad’ın Kralı unvanını vermesidir. Sargon’un ardılları Yüce Tanrı Enil’in
tapınağı Ekur’u yıkacak kadar saygısızlık etmişler.
Yabancılar aramızda özgürce
yaşadıkları halde nedense rahat batıyor kendilerine. Ülkede karışıklıklar hep
onlardan çıkıyor. Kendi insanlarımızın da birbirinden üstün olma tutkusu
düşmanların eline iyi bir fırsat veriyor.
O zamandan beri ülkede devlet dili
Akadca olmuş. Şimdi ülkemizde iki dil birden konuşuluyor. Akadca bizi yönetenlerin
dili, Sumerliler ise Sumerce yazışıp konuşuyorlar. Zaten ben de ulusumuzun
dili, gelenekleri, sosyo ekonomik yaşantısı, sanatımız unutulmasın diye yazdım,
bütün bunları. Prenslere özgü ‘emegir’, kadınlara özgü ‘emesal’ lehçelerimiz
bilinsin… biz erkeklerin bir kadın veya tanrıçanın ağzından söylenecekleri
kadın lehçesinde yazdığımız bilinsin… Hadımların kadın dilinde konuşup, yazdığı
bilinsin diye…”
-0-
Evinizde Türkçe düşünüp, Türkçe konuşup,
dilekçelerinizi yabancı bir dilde yazmadan önce, alın biranızı güzel sözlü bir
kadının elinden, başlayın Çığ’ın tablet, tablet öykülemek yerine, zamandizinsel
yazsaydı daha iyi olurdu, diyebileceğim, kitabını okumaya… Kalın, tasasız, sağlıkla ve
kitapla!
23.09.2021 mehmetealtin,
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
Kaynak Yayınları, 28. Baskı, Ocak 2021
[1] Muazzez İlmiye Çığ kitabında Sümer kelimesini değil Sumer kelimesini kullanarak bize bir uyarıda bulunuyor. Sümer değil SUMER.