24 Eylül 2021 Cuma

 

Sumerli Ludingirra, Muazzez İlmiye Çığ, 1349-17 / CXCIX

 

 

“Bilgeliğin koruyucusu yüce Enki ‘ sanatların içinde en zor olanı yazıdır.’ demiş. Atalarımıza göre de ‘ yazı; sanatın babası konuşmanın ve bilginin annesi’ imiş.

-o-

 

İstanbul Arkeoloji Müzesinde çalışan Sumerologların üzerinde çalıştıkları tabletler arasında, MÖ 7. yüzyılda yaşamış Asur Kralı Asurbanipal’in sarayındaki kitaplığında bulunan binlercesinden çözebildikleri Akad çivi yazısı dışında, aynı yazı ile yazılmış ama dili başka bir tablet daha vardı. Akad tabletlerinden Mezopotamya'nın güneyinde bir Sumer[1] ülkesi olduğunu öğrenmişlerdi. Önceki bilgilerine dayanarak, buldukları bazı ipuçlarına göre bu tablet anılarını yazmış bir Sumerliye ait gibiydi. Nitekim uzun yıllar sonra ilk bulunan Tablet 20’nin sonundaki satırlarda, Sumerli Ludingirra’nın, - adının Türkçeye çevirisiyle Tanrının Adamı’nın- Yaşam Öyküsü alt yazısı okundu. Peki diğer tabletler neredeydi? Onlar da Amerika, Avrupa ve İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunarak toplam 23 tablete ulaşıldı. Daha da ilginci Ludingirra’nın annesine yazdığı bir şiirin kopyalarının 500 yıl sonra Suriye’de yaşayan Ugaritler ile Anadolu’da yaşayan Hititler’in kütüphanelerinde bulunmasıydı! Bu da gösteriyor ki, daha o çağlarda iyi eserlerin değeri bilinmiş, yüzlerce yıl saklanmış ve çevirileri yapılıp kitaplıklarda korunmuştu ve varlığını İsa’nın doğumuna kadar sürdüren Sumer dilinin büyük bir uygarlığın ürünü ve kanıtı olduğundan hiçbir zaman kuşku duyulmadı.  

 

Geçen yüzyıldan beri Sumer dilini çözmeye çalışan bilim insanlarının son kuşağında bulunan, 1930 yılından öldüğü 1990 yılına kadar Sumer dili üzerinde çalışan S.N. Kramer’in en önemli çalışma yeri İstanbul Arkeoloji Müzesindeki Çivi Yazılı Belgeler Arşiviydi.  74.000 çivi yazılı belge, onun, Hatice Kızılyay ve Muazzez İlmiye Çığ emekleriyle birer, birer gün ışığına çıktı.

 

M.İ. Çığ da bu belgelerin arasında bulunun Ludingirra’nın “Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımız da uygarlığımız da unutulacak.”  çağların ötesinden, gelen deyişine kulak vererek, yaşam öyküsünü geçmişe dönük bilimkurgu türünde yazarak bize bin mum yakarken… öğrendiğim çivi yazısıyla okuduklarımın bir özetini çıkarayım dedim. Aldım tabletimi önüme, okudum, yazdım tabletime Sumer, (=eme-gir), diliyle!

 

-0-

“ 4000 yıl önce Sumer’in tanrılar ve elitler, diğer deyişle kültür başkenti Nippur’da doğdum. Nippur’da krallar yaşayamaz. Yasaktır. Krallar, yüce Tanrımız Enil ile eşi Ninlil’in yaşadığı Nippur’a, ancak Ekur Tapınağında kutsanıp tanrısal bildiriler, yani melerin toplandığı bir taht… uzun süre başlarında kalacak bir taç… halkı denetleyecek bir asa… şan ve şerefli bir ad… mutlu bir yaşamın panoraması; taşkın nehirlere, verimli topraklara sahip olacak döl ve hediyelerini almak üzere gelirler. Kutsanırlar ve ardından şehri terk ederler. İşte bizim Nippur’umuz yüce Tanrımız Enil’in yeri, bilim ve eğitim odağı olması nedeniyle Sumer’in kutsal kenti ve gözbebeği, herkesin buraya koşup yaşamak istediği yer budur.

 

Nippur’da doğduğum evin bahçe kapısından, evimizin bulunduğu büyük alana girdiğinizde, karşı tarafta kölelerin odalarını, şarap, bira, bal gibi küple saklanan ambarları, sağda ahırları, kümes ve bir eşeğin koşulduğu iki tekerlekli bir arabayı görürsünüz. Solda, iki katlı evimize girerken, delikli taşta ayaklarınız yıkamalısınız. İki odamız vardır ki onlar kutsaldır. Birisi ‘Ailemizin Tanrısının’ odası, diğeri ölülerimizi gömdüğümüz odadır. Yukarı katta odalar ve odaların önünde etrafı parmaklıkla çevrili sundurma bulunur. Helâ yukarıya çıkan merdivenin altında tuğla döşeli bir deliktir. Atıklar künklerle bir yerde toplanır, sonra imha edilir. Kullandığımız gereçlerden kazma, bizim için, uygarlığı simgeleyen alettir.

 

Çocukluğumda anımsadığım en güzel bayramlardan birisi kış aylarını yeraltında geçirdikten sonra bize göre her yeni yaz başlangıcında, bolluk ve bereket getirsin diye yeryüzüne çıkıp karısı Tanrıça İnana ile birleşen Çoban Tanrı Dumuzi’yi temsilen… her kentte bir arp eşliğinde bir rahip ve rahibenin birleşmelerini izleyen, evlerde bolluk ve bereket getirsin diye daha çok yumurta ve yumurtalı yemeklerle beraber yapılan şenliklerdi. Mahallemizde ve her mahallede anadan kıza geçerek, kadınların yönettiği, yasal olarak yüksek düzeyde rahibelere yasak olan birahane de anımsadığım başka güzelliklerden birisidir.

 

Avare dolaştığımız, oyunları gözümüze dilimize doladığımız çocukluktan, ergenliğe geçtiğimizde, gece gündüz asıl gözümüze dilimize dolanan kuşkusuz kızlardı … benden büyük, nişanlı olan ilk aşkımı kaybettiğimde ise eve büyük bir üzüntüyle geldim, onun için yazdığım güzel şiirlerimi kırıp toz haline getirdim ve tozlarını da toprağa savurdum çiçekler açsın diye…

 

Gerçek aşkım, ailemizin ve çevremizin gözbebeği karım Navirtum ise onu çocukluğundan beri tanımama rağmen 15 yaşlarındayken şiirlerimin içine düşüp zarafeti ve güzelli asırlar boyu tabletlerde kaldı. Onu kaybettiğimde derin bir acı içinde Ölüm Tanrısı Nergal’e büyük bir kırgınlık duyarken… Karım Navirtum ile şehrimizin başkanı önünde, kız tarafı iki kadın bir erkek biz ise üç erkek tanıkla… sıra, tanıklar, tarih ve mühürleri yazılı ve basılı olarak yazılıp üzeri yumuşak kille tekrar kaplanan ve üstü zarar görse de içi sağlam kalsın diye tekrar yazılan, evlilik sözleşmesini, mutlulukları tıpkı bize benzesin diye yeni evlilerin evlilik sözleşmelerine katmak üzere toz haline getirdim.

 

Benim yaşadığım acılar kadar ulusumuzun yaşadığı acılar da vardır ki, anlatılanlara göre bunlardan açıklamaya en muhtaç olanı, ‘Tanrılarımızın insanları bir tufanla yok etmeye karar vermeleridir. Neyse ki, bu duruma çok üzülen Bilgelik Tanrısı Enki, zamanın kralı Ziusudra’ya, bu durumu fısıldayarak verdiği ölçülere bir gemi yapıp içine alabildiği kadar insanı ve hayvanı almasını önermiş. Kral denilenleri yapıp geminin kapısını kapadığı anda patlayan tufan 7 gün 7 gece sürmüş. Neyse ki, yedinci gün Güneş Tanrımız Utu ışıklar saçarak ortaya çıkıp bu durumu sonlandırmış da yağmur dinmiş, sular çekilmiş, yer ısınmış.’

 

En acısı ise bayındır ve uygar ülkemize her taraftan dikilen gözlerin yaptıklarımızı yıkmasıdır. Yine anlatılanlara göre; ‘ Fakir bir kadının oğlu, babası belli olmayan… annesinin onu Fırat nehri kıyısında bir şehirde gizlice doğurduktan sonra, ziftle kaplı kamış bir sepete koyup nehrin sularına bıraktığı… Akki adlı bir bahçıvanın onu bularak büyüttüğü…’ rahibelerin Tanrı’nın çocuğu olduğundan çocuk yapmamaları gereği annesinin bir rahibe olduğu sanılan… Akadlı Sargon’un  zamanında sarayda içki dağıtıcısı olarak çalışırken, Sumer Devletinin işleyiş sistemini öğrenip etrafında topladığı beraberindeki Akadlılar ile Devletimizi ele geçirip kendine Dört Bucağın Sumer ve Akad’ın Kralı unvanını vermesidir.  Sargon’un ardılları Yüce Tanrı Enil’in tapınağı Ekur’u yıkacak kadar saygısızlık etmişler.

 

Yabancılar aramızda özgürce yaşadıkları halde nedense rahat batıyor kendilerine. Ülkede karışıklıklar hep onlardan çıkıyor. Kendi insanlarımızın da birbirinden üstün olma tutkusu düşmanların eline iyi bir fırsat veriyor.

 

O zamandan beri ülkede devlet dili Akadca olmuş. Şimdi ülkemizde iki dil birden konuşuluyor. Akadca bizi yönetenlerin dili, Sumerliler ise Sumerce yazışıp konuşuyorlar. Zaten ben de ulusumuzun dili, gelenekleri, sosyo ekonomik yaşantısı, sanatımız unutulmasın diye yazdım, bütün bunları. Prenslere özgü ‘emegir’, kadınlara özgü ‘emesal’ lehçelerimiz bilinsin… biz erkeklerin bir kadın veya tanrıçanın ağzından söylenecekleri kadın lehçesinde yazdığımız bilinsin… Hadımların kadın dilinde konuşup, yazdığı bilinsin diye…”

-0-



Evinizde Türkçe düşünüp, Türkçe konuşup, dilekçelerinizi yabancı bir dilde yazmadan önce, alın biranızı güzel sözlü bir kadının elinden, başlayın Çığ’ın tablet, tablet öykülemek yerine, zamandizinsel yazsaydı daha iyi olurdu, diyebileceğim,  kitabını okumaya… Kalın, tasasız, sağlıkla ve kitapla!


 

23.09.2021 mehmetealtin,

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Kaynak Yayınları, 28. Baskı, Ocak 2021



[1] Muazzez İlmiye Çığ kitabında Sümer kelimesini değil Sumer kelimesini kullanarak bize bir uyarıda bulunuyor. Sümer değil SUMER.