Mahcubiyet ve Haysiyet
Dag Solstad
Çeviri:
Banu Gürsaler Syvertsen
“ Bir insanın elinden
hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da
bitirirsiniz. “
1982’de yayınlanan, “Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasî Uyanışa Dair Anlatısı” ve 1996 ‘da yayınlanan “Profesör Andersen’in Gecesi” adlı kitaplarıyla tanıştığımız… Kuzey Avrupa edebiyatının önemli öykü ve roman yazarı, Dag Solstad, Norveç’in bir diğer ünlü romancısı Per Petterson tarafından şöyle tanımlanır: “Sorgusuz sualsiz Dag Solstad Norveç’in en cesur, en zeki romancısıdır.”. Norveçli eleştirmenlere göre; bir edebi kışkırtıcı ve ulusal ikon olan deneysel yazar Dag Solstad’ın uluslararası yükselişi… kendi ülkesindeki pozisyonuyla tuhaf bir z
1982’de yayınlanan, Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat
Olan Büyük Siyasî Uyanışa Dair Anlatısı, komünist bir ülkede, komünist
süreçte yapılanlara değil de kapitalist bir ülkenin kaçırılan fırsatına
hayıflanma gibidir. Komünist parti fikri ihtiyatla düşünülmesi gereken bir
şeydir. Diğer bir deyişle, olayların gerçekçi ve radikal bir şekilde farklı
olabileceğine inanma olasılığının kaybıyla başa çıkmanın yollarını aramasını
karakterize eden bir süreç olarak da tanımlanabilir. II. Dünya Savaşı
sonrasında, 60’lı yıllarda eğitim görmüş olan Norveçliler ’in umudu, sosyal
demokrat bir sistemdir. Oluşturdukları, gettolarda yaşamakta, hayata ilişkin
temel sorunlarla ilgilenmektedirler. Ancak gelecek konusunda bir seçenekleri
yoktur. Nitekim romanın kahramanı Pedersen’in güvenli ve ayrıcalıklı bir iş
bulma, bir yere kök salma hayali de ancak 1968’de Larvik’te lise öğretmenliğine
atanmasıyla gerçeğe dönüşecektir. Öyle dünyayı şaşırtmak gibi özel hedeflerle
gelmemiş, bir liseye öğretmen olarak atandığı için mutlu ve kendi evini açmak
için sabırsızdır. Derslere başladığında en çok savunduğu konu, farklı dallara ait derslerin
birbirleriyle örtüşmesidir. Örneğin; Norveç Tarihi bilinmeden, hatta Luther’in
görüşleri bilinmeden Norveç Edebiyatı anlaşılabilir miydi? Varoluşun soyut
kategorilerinin hâlâ eğitimin en önemli tezi olması yerine, varoluşu çeşitli
bağlamlar içinde ele almak ana tema olsaydı okul çok daha heyecan verici bir
yer olmaz mıydı?
Ne var ki, bir gün öğrencilerinden birisi “ Bize tarih dersi verme biçiminiz üzerine bir tartışma açmamız
gerekiyor. Tarih kimin içindir? İktidarı elinde bulunduranlar için midir, yoksa
emekçi kitleler için midir? Bu dersin
son derecede otoriter bir yapısı var ve karşılıklı söyleşiyi olanaksız
kılıyor…” diyerek; “Tarih dersinin
hedef kitlenin ilgisini çekmemesi halinde hatanın hedef kitlede değil derste
olduğunu, söylemesiyle…” Pedersen sosyalizmle ilk defa yüzleşir.
***
Dag Solstad’ın 1996 ‘da yayınlanan “Profesör Andersen’in Gecesi”’ kitabında
ise Henrik İbsen uzmanı bir edebiyat profesörü olan
anlatıcı karakter, Profesör Pal Andersen;
Noel gecesi karşı karşıya kaldığı bir cinayetle, varoluşun temelleri
olan etik ve doğruluk boyutunda kendini sorgulamak zorunda hissetmektedir. Bu
süreçte yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini, inançlarını, sistemi
sorgulamaya ve gerektiğinde bahaneler uydurmaya, giderek de başkaldırmaya başlaması
ana temadır. Güçlü ve etkin bağlarla bağlı olduğu arkadaşları arasında tıp
öğrencisi, Bernt Halvorsen ile tam kafa dengidir. “NATO’ya ve nükleer silahlanmaya evet, avangart sanata hayır!”
diyenlere karşıdır. Aşırı sola kaymamış, Marksist-Leninistlere, efsanevi Maoist
İKP(m-l)’ lere bulaşmamıştır.
Kazanımları istem dışıdır. Kişisel
sapmaları hoş görülmelidir. Düzenin parçası olmasa da törpülenmiş dili, cici
gereçleri ile göstermelik tüketim eğilimleri, uyumlu yaşamının ana etmenleridir.
Bedenin sınırları zorlanmalı, hazlar en üst düzeye çıkarılmalıdır. Bu bağlamda
Andersen’in düzenin ortak paydasında yer bulamayan düşünceleri ile yaşantısı
çatışma halindedir. Yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini, inançlarını ve
sistemi sorgulamaya, gerektiğinde bahaneler uydurmaya başlar, hatta giderek
başkaldırır hâle gelir.
Profesör Andersen, bir
edebiyat profesörü olarak da edebiyatın geleceğinden korkmaya başlar, edebiyatın
çok uzun ömürlü olmayacağını düşünür. Henrik İbsen uzmanı olarak; günümüzde
sahneye koyulan İbsen eserlerinin, artık İbsen’in eserlerine benzemediğini,
İbsen’in şöhretinin sahneye satılık mal gibi konulduğunu söyleyerek tartışmayı
derinleştirir.
Kültürel ve toplumsal alanda giderek yalnızlaşır. Bu, onun, bir insan
olarak kendisine yabancılaşmasıdır. Bu, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist
toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Böylece kendine, kendi emeğine,
ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru
olarak işleyen çarklardan biri haline geldiğini fark eder ve bu sarmala kapılır
gider.
***
Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet
adlı romanının tanıtımını yapmadan önce diğer romanlarından söz etmemizin nedenlerini
ele alırsak; Birincisi, kitapları Solstad’ın hayatından derin izler taşır. Örneğin Lise Öğretmeni Pedersen, Dag
Solstad’ın Marksizm ve Leninizm’e sempatisinin
derin izlerini taşır. İkincisi, bu üç roman, birbirinin devamı gibidir.
Lise Öğretmeni Pedersen, 68 kuşağının gündemini kapsar, öncüdür. Profesör
Andersen ise, bu kuşağın toplumsal gündemi terk ederek kendisine yabancılaşması
sürecidir, artçıdır. Her iki kitabın kurguları birbirine yakındır. Karakterler
ve çevrelerindeki karakterler, meslekleri ve mekânları neredeyse tıpa tıp
benzerlikler taşır. Bu bağlamda, bana göre 1994 yılında yayınlanan Mahcubiyet ve Haysiyet
kitabı, yukarıdaki iki kitabın arasında kültürel alanda Norveç’teki 68
kuşağının içinden doğan, yazarlar ve aydınlar aracılığıyla örgütlenen sosyalist
öncülerin, “terk döneminin” sarsıntısını yaşamakta ve izlerini taşımaktadırlar.
Anlatalım…
***
Metnin geçmişinden… Kitabın Mahcubiyet’inden başlarsak;
romanın kahramanı, Elias Rukla, ellisini
geçmiş bir lise öğretmenidir. Konuşabileceği,
düşüncelerini paylaşabileceği kimsesi yoktur. Dışarıdan bakıldığında
renksiz bir hayat sürer. Niçin zengin
bir avukat olmadım diye yakınacak hâli de yoktur. Seçimini edebiyat
öğretmenliğinin kendisine içsel bir tatmin sağlayacağını düşünerek yapmıştır.
Bu doyumun iç dünyasında yayacağı aydınlık, soluk renksiz dış görünümünü
önemsiz kılacaktır. Bu duyguları Norveç toplumuna ve toplumun temeline duyduğu
güvenden kaynaklanmaktadır.
Buna
karşılık her sabah birlikte kahvaltı ettiği ve derin bir aidiyet hissettiği
karısına karşı hissettiği derin duygudan ise geriye bölük pörçük bir şeyler
kalmıştır. Kendi halinde bir lise edebiyat öğretmeni olan Elias Rukla, hayatın
hiçbir alanında ön plana çıkmamıştır. Herhangi bir şekilde üstünlük göstermek
gibi bir düşünceye hiçbir zaman sahip olmadığından bundan rahatsızlık da duymamaktadır.
Gazetelerin çok özel haberleri bile onda yankı bulmaz. Haberlere karşı kayıtsız
ve yabancıdır; onları aptalca bulur. Hatta
onları “iğrenç derecede aptalca” bulur. Karşısındaki
bireylerde ve toplumun genelinde kültür izlerine rastlanmamasını çok tuhaf
bulur.
1920 kuşağı yazarlarının savaş sonu yaşadıklarını kendi
ruhunda da hisseder. Bunlar arasında Thomas Mann’e özel bir hayranlığı vardır
ve hayatının Thomas Mann tarafından roman olarak kaleme alınmasını arzular. Hatta
Thomas Mann’la düşsel diyaloglara bile girer.
***
Elias
Rukla, kendisi gibi olmak ile topluma, sisteme, uymak arasında savrulmaktadır. Reddetme
gücü olmadığından kaygılı, çekingen ve
siliktir. Varlığını sunabilmenin anlamı, başkalarına odaklı bir yaşam anlamı
ile özdeştir. Varlığının genel kabulü, bir başkasının varlığında ve onayında
gizlidir. Nitekim üniversitede zorunlu yan dal olarak seçtiği felsefe bölümünde
Johan Coprneliussen ile yolları kesişince Elias, hayatını dolu, dolu yaşadığını
hisseder. Çünkü arkadaşlıkları, Elias’ın Johan’ın varlığında kendisini var etme
biçimidir.
Johan,
ilgi gösterdiği alanlar arasında buz hokeyinden Kant’a, reklam posterlerinden
Frankfurt Felsefe Okulu’na, klasik müzikten rock’n roll’a, operetlerden,
Norveçli çağdaş bestecilere kolayca geçiş yapabilen birisidir. Hayata böylesine
doyamayan bir adam nasıl olur da kendisini felsefe okumaya verir, Elias bunu
daima sorgular. Johan’ın doktora tezi Kant üzerinedir. Ama peşinde koştuğu Kant değil, Kant’a dair
çalışmalar yapmış düşünce adamlarıdır. Nitekim Marx ve Kant arasındaki
bağlantıya ilişkin teziyle doktora derecesini alan Johan’ın tezinde bir
belirsizlik sezen Elias, “Tezin ana teması Kant’a dair yazılanlar yani Marx’ın
Kant’a yaklaşımı mı, yoksa özgürleştirici bir ideoloji olarak Marksizm’in
kendisi miydi?” bunu hiçbir şekilde anlayamaz. Zaten arkadaşlıkları için bu
önemli de değildir.
***
Roman,
yukarıda profilini çizdiğimiz Elias Rukla’nın, uykulu bir pazartesi sabahı
Norveç Dili ve Edebiyatı dersi vereceği Fagerborg Lisesi’ndeki dersliğe
girmesiyle başlar. Öğrenciler Henrik İbsen’in Yaban Ördeği isimli dramını açmış
onu beklemektedir. Dördüncü perdenin ortasını okurlarken, Elias, birden bir
heyecana kapılır.
Oyunda
o ana kadar alaycı yorumlarıyla var olan Dr. Relling’in diğer karakter Bayan
Sorby’ye karşı beslediği ebedi ve ümitsiz aşkın tutsağı olarak, oyuna girdiği o
kısacık anda sahnede kaderi dondurulur. Yirmi beş yıl boyunca bu satırları
okumuş, oyundaki Dr. Relling adlı
karakterin konumu ona hep sorunlu gelmiş ve şimdi farkına varmıştır ki, bu
karakter İbsen’in sözcüsü gibi değil de adeta oyunun düşmandır. Tek işlevi vardır,
dramı tahrip etmek. Ve repliklerinden bir tanesi Norveç Edebiyatının en ölümsüz
cümlelerinden birisi olarak kayda geçer. “
Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda
mutluluğunu da bitirirsiniz. “
Yirmi
beş yıldır masrafları kamu tarafından karşılanan bu sınıftaki, çok iyi eğitim
almış öğrencililerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın göstermek
zorunda olduğu ‘performans’ ortak kültür mirasına ait edebi eserlerin bir
bölümünün müfredata uygun olarak işlenmesidir. Buna karşılık müfredata karşı
çıkan ve onu öğretmen olarak görmek istemeyen öğrencilerin kendilerini haklı
görmeleri nedeniyle depresyona girmekte; kendini tedavülden kalkmış, demode,
külüstür, son kullanım tarihi geçmiş bir öğretmen gibi hissetmektedir. Öğrenciler
haklıydı. Hâlbuki İbsen’in kullandığı geriye dönük oyun kurgusu öğretmen
tarafından bir çıkış noktası olarak ele alınsa… Onlara İbsen’in nasıl bir
polisiye kadar heyecan verici olabileceğini gösterebilseydi, öğrencilere bir
şeyler verebilir, karakterlerle özdeşleşmelerini sağlayabilirdi. Nitekim
öğrencilerin iç çekme seslerinden verdiği eğitime tepki gösterdiklerinin
farkındaydı. Verdiği eğitim yetersizdi çünkü inşa edildiği temeller, öğrenciler
açısından geçersizdi, şu anki uygulamaların tamamen gereksiz sayılacağı
günlerin gelmesi an meselesiydi ve bundan korkuyordu. Kendini yorgun ve hayal kırıklığına uğramış
hissediyordu. Yenilgi ve geri çekilme hissinin üzerinde yarattığı ruhsal
tahribat yüksekti.
Yağmurlu
bir havada, kafası bu sorularla dolu olarak Fagerborg Lisesinin bahçesine teneffüse
çıktığında, ıslanmamak için şemsiyesini açmaya çalışmakta şemsiye ise direnmektedir.
Şemsiyeyi küfür ve öfkeyle taşa vurmaya başlar. Üzerinde tepinip, topuğu ile ezer.
Sağa sola vurmaya devam eder, kırılmış teller ellerine batmaya, kesmeye başlar.
Çevresini saran öğrenciler, irileşen gözleriyle ses çıkarmadan onu izlemektedir.
Haysiyet’i incinmiş, hayatı bambaşka bir yöne evrilmiştir. İdealleri, toplum ve
yaşadığı çağ tarafından törpülenerek yok edilmiş, mutluluğunu da mesleğini de yitirmiştir.
Hiç bitmeyecek bir kişisel mağlubiyet süreci başlamıştı ve artık hiçbir şey
eskisi gibi olmayacağı gibi eşi Eva Linde’ye ne söyleyecektir?
Çok
güzel bir kadın olarak anılan Eva Linde,
en iyi dostu Johan Corneliussen’in eski karısıdır. Elias, Johan ile
dostluğu devam ettiği süre içinde Eva’ya duyduğu imkânsız aşkı gizlemiştir. Eva
ile evliliklerinin yedinci yılında, havaalanından Elias’a telefon eden Johan, “ Yeteneğinin işe yaramasını ancak
kapitalizmin hizmetine girerek sağlayabileceğini… Marksizm’in ders verici,
eğitici ahlakçı tarafının yeteneğini uygulamaya koymasını engellediğini… New York’ta
hayallerinin işini bulduğunu” söyleyerek… New York’a gitmek ve orada bir
hayat kurmak üzere Eva ile kızı Camilla’yı Elias’a emanet etmiştir.
Bunun
üzerine Elias ile Eva ve kızı Camilla yeni bir eve beraber taşınmışlar, Eva
hiçbir zaman Elias’a “seni seviyorum” dememiş, ama iki yıl sonra evlenme teklifine
evet demişti. Artık Elias’ın aklından geçen hemen her şey Eva’ya ilişkindir ve
attığı adımı bunlar belirler ama Eva’nın sürekli mutsuzluk yaşadığını
kendisinden neden sakladığını anlamaz. Aynı evde ayrı yaşarlar, birbirlerinin
yörüngelerine girmezler. Elias, Eva’nın eski zarafetini bulmakta da güçlük çeker.
Zaten Eva da güzelliğini hiç anlayamamış, onu rastlantısal fiziksel olarak
kabul etmiş, bu yüzden erkeklerin gözlerinin onda odaklanmasından hep rahatsız
olmuştur. Romanın gizemli karakterlerinden kaderine razı olmuş, edilgen bir
kişi olan Eva’yı, Eva’nın gözünden değerlendirip, yorumlamak mümkün değildir.
Bence bu, romanın eksik yanlarından birisidir ve Eva’nın içsesinin eksikliği
hissedilmektedir. Camilla’ya gelince Elias, Camilla’yı devamlı kollar. Çünkü
çoğu kez Eva’nın Camilla’nın annesi ve eğitimcisi olma rolünü, annesi ve sahibi
olmakla karıştırdığını düşünür.
Elias,
evinde, kültürel
ve toplumsal alanda tamamen yalnızdır. Kendine, kendi emeğine, ilişkilerine,
dünyaya ve yaşama yabancıdır. Artık sistemin işleyen çarkı bile olmadığından
çarkı, içkiyle çalıştırmaya gayret etmektedir.
***
Özetle, kitap tez yazılabilecek metniyle, Elias Rukla’nın Mahcubiyet
ile Haysiyet arasında sınandığı ve sıkıştığı Dag Soltad’ın öz eleştirisiyle kendi
kişisel hesabını dürdüğü, okurunu da hesaplaşmaya iten bir roman… Siz okuyun
keyfinizi asla bozmadan… Kalın sağlıkla, her zamanki gibi
kitapla.
Mehmet Enver Altın
22.05.2023 141 / CCXIX
eflatunharmaniyeli.blogspot.com.tr
-----------------------------------------------------------
Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Nisan 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder