6 Kasım 2023 Pazartesi



Mahcubiyet ve Haysiyet

Dag Solstad 

Çeviri: Banu Gürsaler Syvertsen

Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz. “


1982’de yayınlanan, “Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasî Uyanışa Dair Anlatısı” ve 1996 ‘da yayınlanan “Profesör Andersen’in Gecesi” adlı kitaplarıyla tanıştığımız… Kuzey Avrupa edebiyatının önemli öykü ve roman yazarı, Dag Solstad, Norveç’in bir diğer ünlü romancısı Per Petterson tarafından şöyle tanımlanır: “Sorgusuz sualsiz Dag Solstad Norveç’in en cesur, en zeki romancısıdır.”. Norveçli eleştirmenlere göre; bir edebi kışkırtıcı ve ulusal ikon olan deneysel yazar Dag Solstad’ın uluslararası yükselişi… kendi ülkesindeki pozisyonuyla tuhaf bir z


1982’de yayınlanan, Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasî Uyanışa Dair Anlatısı,  komünist bir ülkede, komünist süreçte yapılanlara değil de kapitalist bir ülkenin kaçırılan fırsatına hayıflanma gibidir. Komünist parti fikri ihtiyatla düşünülmesi gereken bir şeydir. Diğer bir deyişle, olayların gerçekçi ve radikal bir şekilde farklı olabileceğine inanma olasılığının kaybıyla başa çıkmanın yollarını aramasını karakterize eden bir süreç olarak da tanımlanabilir. II. Dünya Savaşı sonrasında, 60’lı yıllarda eğitim görmüş olan Norveçliler ’in umudu, sosyal demokrat bir sistemdir. Oluşturdukları, gettolarda yaşamakta, hayata ilişkin temel sorunlarla ilgilenmektedirler. Ancak gelecek konusunda bir seçenekleri yoktur. Nitekim romanın kahramanı Pedersen’in güvenli ve ayrıcalıklı bir iş bulma, bir yere kök salma hayali de ancak 1968’de Larvik’te lise öğretmenliğine atanmasıyla gerçeğe dönüşecektir. Öyle dünyayı şaşırtmak gibi özel hedeflerle gelmemiş, bir liseye öğretmen olarak atandığı için mutlu ve kendi evini açmak için sabırsızdır. Derslere başladığında en çok savunduğu konu, farklı dallara ait derslerin birbirleriyle örtüşmesidir. Örneğin; Norveç Tarihi bilinmeden, hatta Luther’in görüşleri bilinmeden Norveç Edebiyatı anlaşılabilir miydi? Varoluşun soyut kategorilerinin hâlâ eğitimin en önemli tezi olması yerine, varoluşu çeşitli bağlamlar içinde ele almak ana tema olsaydı okul çok daha heyecan verici bir yer olmaz mıydı?

 

Ne var ki, bir gün öğrencilerinden birisi “ Bize tarih dersi verme biçiminiz üzerine bir tartışma açmamız gerekiyor. Tarih kimin içindir? İktidarı elinde bulunduranlar için midir, yoksa emekçi kitleler için midir?  Bu dersin son derecede otoriter bir yapısı var ve karşılıklı söyleşiyi olanaksız kılıyor…” diyerek; “Tarih dersinin hedef kitlenin ilgisini çekmemesi halinde hatanın hedef kitlede değil derste olduğunu, söylemesiyle…” Pedersen sosyalizmle ilk defa yüzleşir.

***

Dag Solstad’ın 1996 ‘da yayınlanan “Profesör Andersen’in Gecesi”’ kitabında ise Henrik İbsen uzmanı bir edebiyat profesörü olan anlatıcı karakter, Profesör Pal Andersen;  Noel gecesi karşı karşıya kaldığı bir cinayetle, varoluşun temelleri olan etik ve doğruluk boyutunda kendini sorgulamak zorunda hissetmektedir. Bu süreçte yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini, inançlarını, sistemi sorgulamaya ve gerektiğinde bahaneler uydurmaya, giderek de başkaldırmaya başlaması ana temadır. Güçlü ve etkin bağlarla bağlı olduğu arkadaşları arasında tıp öğrencisi, Bernt Halvorsen ile tam kafa dengidir. “NATO’ya ve nükleer silahlanmaya evet, avangart sanata hayır!” diyenlere karşıdır. Aşırı sola kaymamış, Marksist-Leninistlere, efsanevi Maoist İKP(m-l)’ lere bulaşmamıştır.


Kazanımları istem dışıdır. Kişisel sapmaları hoş görülmelidir. Düzenin parçası olmasa da törpülenmiş dili, cici gereçleri ile göstermelik tüketim eğilimleri, uyumlu yaşamının ana etmenleridir. Bedenin sınırları zorlanmalı, hazlar en üst düzeye çıkarılmalıdır. Bu bağlamda Andersen’in düzenin ortak paydasında yer bulamayan düşünceleri ile yaşantısı çatışma halindedir. Yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini, inançlarını ve sistemi sorgulamaya, gerektiğinde bahaneler uydurmaya başlar, hatta giderek başkaldırır hâle gelir.

 

Profesör Andersen, bir edebiyat profesörü olarak da edebiyatın geleceğinden korkmaya başlar, edebiyatın çok uzun ömürlü olmayacağını düşünür. Henrik İbsen uzmanı olarak; günümüzde sahneye koyulan İbsen eserlerinin, artık İbsen’in eserlerine benzemediğini, İbsen’in şöhretinin sahneye satılık mal gibi konulduğunu söyleyerek tartışmayı derinleştirir.


Kültürel ve toplumsal alanda giderek yalnızlaşır. Bu, onun, bir insan olarak kendisine yabancılaşmasıdır. Bu, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Böylece kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline geldiğini fark eder ve bu sarmala kapılır gider.

***


Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet adlı romanının tanıtımını yapmadan önce diğer romanlarından söz etmemizin nedenlerini ele alırsak; Birincisi, kitapları Solstad’ın hayatından derin izler taşır.  Örneğin Lise Öğretmeni Pedersen, Dag Solstad’ın Marksizm ve Leninizm’e sempatisinin derin izlerini taşır. İkincisi, bu üç roman, birbirinin devamı gibidir. Lise Öğretmeni Pedersen, 68 kuşağının gündemini kapsar, öncüdür. Profesör Andersen ise, bu kuşağın toplumsal gündemi terk ederek kendisine yabancılaşması sürecidir, artçıdır. Her iki kitabın kurguları birbirine yakındır. Karakterler ve çevrelerindeki karakterler, meslekleri ve mekânları neredeyse tıpa tıp benzerlikler taşır. Bu bağlamda, bana göre 1994 yılında yayınlanan Mahcubiyet ve Haysiyet kitabı, yukarıdaki iki kitabın arasında kültürel alanda Norveç’teki 68 kuşağının içinden doğan, yazarlar ve aydınlar aracılığıyla örgütlenen sosyalist öncülerin, “terk döneminin” sarsıntısını yaşamakta ve izlerini taşımaktadırlar. Anlatalım…

***

Metnin geçmişinden… Kitabın Mahcubiyet’inden başlarsak; romanın kahramanı, Elias Rukla, ellisini geçmiş bir lise öğretmenidir. Konuşabileceği, düşüncelerini paylaşabileceği kimsesi yoktur. Dışarıdan bakıldığında renksiz bir hayat sürer.  Niçin zengin bir avukat olmadım diye yakınacak hâli de yoktur. Seçimini edebiyat öğretmenliğinin kendisine içsel bir tatmin sağlayacağını düşünerek yapmıştır. Bu doyumun iç dünyasında yayacağı aydınlık, soluk renksiz dış görünümünü önemsiz kılacaktır. Bu duyguları Norveç toplumuna ve toplumun temeline duyduğu güvenden kaynaklanmaktadır.


Buna karşılık her sabah birlikte kahvaltı ettiği ve derin bir aidiyet hissettiği karısına karşı hissettiği derin duygudan ise geriye bölük pörçük bir şeyler kalmıştır. Kendi halinde bir lise edebiyat öğretmeni olan Elias Rukla, hayatın hiçbir alanında ön plana çıkmamıştır. Herhangi bir şekilde üstünlük göstermek gibi bir düşünceye hiçbir zaman sahip olmadığından bundan rahatsızlık da duymamaktadır. Gazetelerin çok özel haberleri bile onda yankı bulmaz. Haberlere karşı kayıtsız ve yabancıdır;  onları aptalca bulur. Hatta onları “iğrenç derecede aptalca” bulur. Karşısındaki bireylerde ve toplumun genelinde kültür izlerine rastlanmamasını çok tuhaf bulur.


1920 kuşağı yazarlarının savaş sonu yaşadıklarını kendi ruhunda da hisseder. Bunlar arasında Thomas Mann’e özel bir hayranlığı vardır ve hayatının Thomas Mann tarafından roman olarak kaleme alınmasını arzular. Hatta Thomas Mann’la düşsel diyaloglara bile girer.

***


Elias Rukla, kendisi gibi olmak ile topluma, sisteme, uymak arasında savrulmaktadır. Reddetme gücü olmadığından kaygılı,  çekingen ve siliktir. Varlığını sunabilmenin anlamı, başkalarına odaklı bir yaşam anlamı ile özdeştir. Varlığının genel kabulü, bir başkasının varlığında ve onayında gizlidir. Nitekim üniversitede zorunlu yan dal olarak seçtiği felsefe bölümünde Johan Coprneliussen ile yolları kesişince Elias, hayatını dolu, dolu yaşadığını hisseder. Çünkü arkadaşlıkları, Elias’ın Johan’ın varlığında kendisini var etme biçimidir.


Johan, ilgi gösterdiği alanlar arasında buz hokeyinden Kant’a, reklam posterlerinden Frankfurt Felsefe Okulu’na, klasik müzikten rock’n roll’a, operetlerden, Norveçli çağdaş bestecilere kolayca geçiş yapabilen birisidir. Hayata böylesine doyamayan bir adam nasıl olur da kendisini felsefe okumaya verir, Elias bunu daima sorgular. Johan’ın doktora tezi Kant üzerinedir.  Ama peşinde koştuğu Kant değil, Kant’a dair çalışmalar yapmış düşünce adamlarıdır. Nitekim Marx ve Kant arasındaki bağlantıya ilişkin teziyle doktora derecesini alan Johan’ın tezinde bir belirsizlik sezen Elias, “Tezin ana teması Kant’a dair yazılanlar yani Marx’ın Kant’a yaklaşımı mı, yoksa özgürleştirici bir ideoloji olarak Marksizm’in kendisi miydi?” bunu hiçbir şekilde anlayamaz. Zaten arkadaşlıkları için bu önemli de değildir.

***

Roman, yukarıda profilini çizdiğimiz Elias Rukla’nın, uykulu bir pazartesi sabahı Norveç Dili ve Edebiyatı dersi vereceği Fagerborg Lisesi’ndeki dersliğe girmesiyle başlar. Öğrenciler Henrik İbsen’in Yaban Ördeği isimli dramını açmış onu beklemektedir. Dördüncü perdenin ortasını okurlarken, Elias, birden bir heyecana kapılır. 


Oyunda o ana kadar alaycı yorumlarıyla var olan Dr. Relling’in diğer karakter Bayan Sorby’ye karşı beslediği ebedi ve ümitsiz aşkın tutsağı olarak, oyuna girdiği o kısacık anda sahnede kaderi dondurulur. Yirmi beş yıl boyunca bu satırları okumuş,  oyundaki Dr. Relling adlı karakterin konumu ona hep sorunlu gelmiş ve şimdi farkına varmıştır ki, bu karakter İbsen’in sözcüsü gibi değil de adeta oyunun düşmandır. Tek işlevi vardır, dramı tahrip etmek. Ve repliklerinden bir tanesi Norveç Edebiyatının en ölümsüz cümlelerinden birisi olarak kayda geçer. “ Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz. “


Yirmi beş yıldır masrafları kamu tarafından karşılanan bu sınıftaki, çok iyi eğitim almış öğrencililerin sıkılıp sıkılmadıklarını dikkate almaksızın göstermek zorunda olduğu ‘performans’ ortak kültür mirasına ait edebi eserlerin bir bölümünün müfredata uygun olarak işlenmesidir. Buna karşılık müfredata karşı çıkan ve onu öğretmen olarak görmek istemeyen öğrencilerin kendilerini haklı görmeleri nedeniyle depresyona girmekte; kendini tedavülden kalkmış, demode, külüstür, son kullanım tarihi geçmiş bir öğretmen gibi hissetmektedir. Öğrenciler haklıydı. Hâlbuki İbsen’in kullandığı geriye dönük oyun kurgusu öğretmen tarafından bir çıkış noktası olarak ele alınsa… Onlara İbsen’in nasıl bir polisiye kadar heyecan verici olabileceğini gösterebilseydi, öğrencilere bir şeyler verebilir, karakterlerle özdeşleşmelerini sağlayabilirdi. Nitekim öğrencilerin iç çekme seslerinden verdiği eğitime tepki gösterdiklerinin farkındaydı. Verdiği eğitim yetersizdi çünkü inşa edildiği temeller, öğrenciler açısından geçersizdi, şu anki uygulamaların tamamen gereksiz sayılacağı günlerin gelmesi an meselesiydi ve bundan korkuyordu.  Kendini yorgun ve hayal kırıklığına uğramış hissediyordu. Yenilgi ve geri çekilme hissinin üzerinde yarattığı ruhsal tahribat yüksekti.


Yağmurlu bir havada, kafası bu sorularla dolu olarak Fagerborg Lisesinin bahçesine teneffüse çıktığında, ıslanmamak için şemsiyesini açmaya çalışmakta şemsiye ise direnmektedir. Şemsiyeyi küfür ve öfkeyle taşa vurmaya başlar. Üzerinde tepinip, topuğu ile ezer. Sağa sola vurmaya devam eder, kırılmış teller ellerine batmaya, kesmeye başlar. Çevresini saran öğrenciler, irileşen gözleriyle ses çıkarmadan onu izlemektedir. Haysiyet’i incinmiş, hayatı bambaşka bir yöne evrilmiştir. İdealleri, toplum ve yaşadığı çağ tarafından törpülenerek yok edilmiş, mutluluğunu da mesleğini de yitirmiştir. Hiç bitmeyecek bir kişisel mağlubiyet süreci başlamıştı ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacağı gibi eşi Eva Linde’ye ne söyleyecektir?


Çok güzel bir kadın olarak anılan Eva Linde,  en iyi dostu Johan Corneliussen’in eski karısıdır. Elias, Johan ile dostluğu devam ettiği süre içinde Eva’ya duyduğu imkânsız aşkı gizlemiştir. Eva ile evliliklerinin yedinci yılında, havaalanından Elias’a telefon eden Johan, “ Yeteneğinin işe yaramasını ancak kapitalizmin hizmetine girerek sağlayabileceğini… Marksizm’in ders verici, eğitici ahlakçı tarafının yeteneğini uygulamaya koymasını engellediğini… New York’ta hayallerinin işini bulduğunu” söyleyerek… New York’a gitmek ve orada bir hayat kurmak üzere Eva ile kızı Camilla’yı Elias’a emanet etmiştir.


Bunun üzerine Elias ile Eva ve kızı Camilla yeni bir eve beraber taşınmışlar, Eva hiçbir zaman Elias’a “seni seviyorum” dememiş, ama iki yıl sonra evlenme teklifine evet demişti. Artık Elias’ın aklından geçen hemen her şey Eva’ya ilişkindir ve attığı adımı bunlar belirler ama Eva’nın sürekli mutsuzluk yaşadığını kendisinden neden sakladığını anlamaz. Aynı evde ayrı yaşarlar, birbirlerinin yörüngelerine girmezler. Elias, Eva’nın eski zarafetini bulmakta da güçlük çeker. Zaten Eva da güzelliğini hiç anlayamamış, onu rastlantısal fiziksel olarak kabul etmiş, bu yüzden erkeklerin gözlerinin onda odaklanmasından hep rahatsız olmuştur. Romanın gizemli karakterlerinden kaderine razı olmuş, edilgen bir kişi olan Eva’yı, Eva’nın gözünden değerlendirip, yorumlamak mümkün değildir. Bence bu, romanın eksik yanlarından birisidir ve Eva’nın içsesinin eksikliği hissedilmektedir. Camilla’ya gelince Elias, Camilla’yı devamlı kollar. Çünkü çoğu kez Eva’nın Camilla’nın annesi ve eğitimcisi olma rolünü, annesi ve sahibi olmakla karıştırdığını düşünür.


Elias, evinde, kültürel ve toplumsal alanda tamamen yalnızdır. Kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancıdır. Artık sistemin işleyen çarkı bile olmadığından çarkı, içkiyle çalıştırmaya gayret etmektedir.

***

Özetle, kitap tez yazılabilecek metniyle, Elias Rukla’nın Mahcubiyet ile Haysiyet arasında sınandığı ve sıkıştığı Dag Soltad’ın öz eleştirisiyle kendi kişisel hesabını dürdüğü, okurunu da hesaplaşmaya iten bir roman… Siz okuyun keyfinizi asla bozmadan… Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla.




Mehmet Enver Altın 22.05.2023 141 / CCXIX

eflatunharmaniyeli.blogspot.com.tr

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Nisan 2022 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder