16 Nisan 2020 Perşembe


İspanya, Yaşasın Ölüm, Nikos Kazancakis,

1212-43 /CLXXXIV

Çeviri: Ahmet Angın

“İberler, Keltler, Fenikeliler, Yunanlar, Kartacalılar, Romalılar, Vandallar, Vizigotlar, Araplar, İbraniler.
Kanın içinde birleştiler.
Ateşli çiçeklerini açtılar ki, onlar, savaşçılar, bilgeler, ozanlar, krallar.” S.18

Kurtuba’daki cami, görkemli Burgos katedrali, saçları yaseminli kadınlar, Valencia’daki portakal bahçeleri, El Greco’nun ince alevleri ve Goya’nın acımasız manzaraları, Madrid’teki dolunay, Alicante’nin hurma ağaçları altındaki sıcak yağmurlar… Boynuzların arasında saplanmış kılıçla, tanrı ile birleşmek için öldüren insan… parlak gövdeli boğa… Viva la Muerte! Yaşasın Ölüm. İşte İspanya! S.145
-0-
Nikos Kazancakis, 1492'de Müslümanların son kalesi Granada Krallığını yıkan… aynı yıl Kristof Kolomb’un Amerika'yı keşfetmesini izleyen süreçte tarihin en büyük soykırımı ile anılan toprakları fethederek en büyük sömürge imparatorluklarından birisini kuran… 1588 yılında armadasının İngiliz donanmasına yenilmesini izleyen taht ve din kavgaları sonunda çökmeye başlayan… 1640'ta Portekiz'i, 1714'te ise Avrupa'daki bazı toprakları ve Cebelitarık'ı, 1898’de donanmasının Küba’da yok olmasıyla Amerika'daki bütün sömürgelerini kaybeden İspanya’yı… İber yarımadasında yaptığı bin dört yüz kilometrelik yolculukta yukarıdaki gibi özetliyor.
Hristiyanlaştırarak dünyayı kurtarmak ve bu yolla cebini doldurmak peşindeki İspanya… 1588’den itibaren başlayan çöküşün getirdiği sarsıntı ile tıpkı Don Quijote gibi büyük bir idealin peşinde fakir, yorgun ve hayalle dolu İspanya’ya dönüşürken… siyasal görüşleri iniş çıkışlarla dolu yazarın, İspanyol İç Savaşı arifesinde ve sırasında yaşadıklarından ve gördüklerinden derlediği bu anı kitabı İspanya ve İspanyol halkına bir güzelleme gibi adeta…
Kazancakis, İspanyollar birbiriyle mücadele eden onlarca ruhun karışımıdır. Hayatı tutkuyla severken bir anda bir yere sığmaz ölüme özlem duyarlar.  İç savaş da böyle açıklanabilir. Ekonomik nedenler önemlidir ama bunlar İspanyollar için bahanedir. Bunlar içindeki şiddetin kilidini açan anahtarlardır. İhtiras hükmeder ona. Ve ihtirasının acı bir kökü vardır. Umutsuzluk! derken...
İspanya’yı ve İspanyol halkını, yalnız ve hayatının bir rüya… İspanyol ruhunun dengesiz, çetin, kargaşa ve patlamalardan ibaret olduğunu… mantık ve yasaları bir kenara ittiğini, ihtirasını hayat ve sanatın biricik ölümsüz kaynağı haline sokarak, Yeni Dünya’da yaptıklarını da yalnız İsa’nın dini, egemen olsun diye değil, aynı zamanda bu ruhun doğası gereğidir, diyerek savunuyor, kalemini “acımasız” bir doğallıkla kullanıyor.
Yazar güzellemesinde o kadar ileri gitmektedir ki; “İspanyol kadınlarının yüreğini açacak olursanız ne erotik ne de sahneler ne de aşk oyunları bulursunuz. Hepsinin yüreğinde bir beşik ve beşiğinde de bebek bulursunuz. İspanyol kadınından ne metres, ne dost, ne köle, ne de oyuncak zevce olmaz.  O sadece bir anadır. Evliliği aşka, aşkı da oyuna dönüştürememiş, sağlam ilkel bir ırka mensuptur.”s.78 Böyle bir yazıya yakışmaz ama hoşgörünüze sığınarak “Vay anasına sayın seyirciler!” demek geldi içimden…
-0-
Öte yandan 20. Yüzyılın, önemli şair ve filozoflarından bir olduğu şüphe götürmeyen Nikos Kazancakis’ın entelektüel donanımının verdiği güçle,   aşağıdaki satırlarını not ederken, eğer İspanya’ya seyahat edecekseniz her şeye rağmen bu kitabı yanınızdan eksik etmeyin derim.
“Kastilya ve Extarmadura’nın çölleşmiş platoları. Endülüs ve Valencia’nın narenciye dolu ovaları. Uzun ve kuru erkekler. Yasemin kokulu saçlarında kule gibi yükselen saç taraklarının üstünde dalgalanan şallarıyla kadınlar. Yükselen uğultu. Kurtuba ve Sevilla’nın kahve kokulu gölgelerinden yükselen Arap müziği. Camiler ve kiliseler. Murillo’nun kara gözlü çocukları, Valâlasquez’in cüceleri, Goya’nın serserileri, El Greco’nun meşale gibi yanan vücutları…
Bir yanda, kölelerin arasında doğan ve yeraltı mezarlarında tarla fareleri gibi gizlenen köleler güçlendikçe, güçlenen katedrallerde taht kuran Tanrı… bir yanda, Tanrı’nın gücünü değil insanın gücünü, inancını, kibrini gösteren katedraller…
öte yanda, aynı coğrafyada yaşayan ‘Armağan ümidine ve ceza korkusuna dayanan ahlak insana da Tanrı’ya da layık değildir. Ahlaksızlıktır!’ diyen İbn Rüşd…
 Arap mistiklerinin esintileri altında Allah’ın mekânını ışık, hava ve renkle doldurup, maddenin ağır yerinden oynatılamayan içini boşaltarak, geriye yalnız zihinsel derinliği bırakan Arap mimar ve müzisyenler…
Güneş batar sular şarap gibi kızarır, gemiler mavi ve pembe gölgelerle yelken açarken… geometri ile metafizik arasındaki derin ilişki, temellerde başlayan hazzı yuvarlak kubbelere doğru tamamlarken, Tanrı’ya yaklaşmakta olduğumu  anladım. İspanya’da tanrısal güç, sadece İsa olmadığı gibi Allah’tı da… ya da hiç biriydi, kendi içimdeki tanrıydı.”  diyen, Kazancakis’in kitabı eşliğinde…
Madrid’in arka sokaklarında kafesli pencereleri, sırtı meyve yüklü küçük sevimli eşekleri, iri çıbanlı kocakarıları, güleç kara gözlü kızları görmeyi… bağdaş kurmuş bir körün kavalının vahşi ve derinden gelen havasında uzun saçaklı bir Endülüs şalı örtünmeyi ya da bir sambrero giymeyi unutmayınız.   
1968 yılında Habora Kitapevi tarafından ilk baskısının çevirisini yapan kitabın yazarı gibi Girit doğumlu Ahmet Angın’ı (1919-1977) kusursuz çevirisinde şükran ve saygıyla anarak… Kalın evinizde kitapla, dilerim size tasasız ve sağlıklı günler, umarım hemen yanı başınızda…
16.04.2020 mehmetealtin
------------------------------------------------
Can Yayınları, 1. Baskı, Temmuz 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder