2 Nisan 2020 Perşembe




At Çalmaya Gidiyoruz, Per Petterson, 611/CLXXXIII


Çeviri: Deniz Canefe

“Her şeyden elini eteğini çekmiş bir makine gibi sürekli çalışan mutsuz bir insan. Neden çalıştığını bilmez, hayatta amaçlarını kaybetmiştir.
Kendisine yabancılaşan insan çevresine karşıda yabancılaşması söz konusudur. Bu insanların çalıştığı yerler üzerlerine gelir, evleri onlar için kafa dinleyebilecekleri tatil yeridir.
Sosyal, dış hayatla bağlarını koparıp yalnızca evlerinde kafa dinlenmek isterler. İşte bunu insanlara yükleyen kapitalist düzenin acımasız çarkıdır.”

Zamanında, Türkiye’de yaşayan Hollandalı bir arkadaşıma, Hollanda’ya tatile gidip döndüğünde orada neler yaptığını sorduğumda; “Her şey düzenli. Beklenmedik bir olay yok. Heyecan ve gerilim yok. Dolayısıyla anlatacak bir şey de yok. Orada çok sıkıldım. Burayı çok özledim.”  diyerek yanıt vermişti.
Tıpkı, yukarıda anlattığım örnekteki gibi, kuzey ülkelerinin tek düze ve heyecansız yaşamının doğal sonucu olarak konu kıtlığı çeken ve çeşitli nedenlerle şehri bırakıp doğada yaşamaya karar veren insanların hikâyelerinin çok anlatıldığı, güncel Norveç edebiyatında[1]… Per Petterson'un bu romanı, nakış gibi işlenmiş betimlemeleri, sürükleyici ve sade dili ile Norveç Edebiyatında kalıcı bir iz bırakacak kadar güçlü. Diğer yandan bir Kuzey Avrupalıdan beklenmeyecek kadar Akdenizlilere dönük duygusal anlatım derinliği olan zengin bir roman. Petterson kalemini, bir büyücünün asası gibi kullanıp, biz, gölgelerin ışığa, ışığın gölgelere karışan ormanına, ormanın kalemi ile büyülenen sessizliğine doğru çekiyor.
Per Petterson’un ilk kez 2008 yılında yayımlanan, 2019’da filmi de çekilen, “ut og Stjæle Hester” [2]At Çalmaya Gidiyoruz adlı romanın kurgusu, kahramanı ‘Trond’un karısını kaybettikten üç yıl sonra 1999 yılında, 67 yaşında şehri terk edip Norveç’in doğusunda göl kenarında bir ormanda küçük bir eve taşınıp yaşaması ile başlıyor. Ancak geçmişten kopabilmek için inzivaya çekilen Trond’un seçtiği coğrafya bile kasıtlı seçilmişçesine ona çocukluğunu hatırlatırken, ormanın derinliklerinden gelen yakın uzak komşusu dağarcığındaki ortak anılarıyla kapısına dikilmiştir bile… Böylece kurgu şimdiki zaman kipi ile geçmiş zaman kipi arasında ilmek, ilmek örülmeye başlıyor. Trond aynasının bir önüne bir arkasına gidiyor, aynanın arkasındaki sırın sırlarını deşip duruyor.
Trond’un İkinci Dünya Savaşı sonrasında yazı geçirmek üzere babası ile gittiği Norveç – İsveç sınırındaki köyde, romanda adı anılmayan babasının geçmişinde Alman işgaline direnenlerin posta adını verdikleri yeraltı yolunun son noktasında… Birbirini bilen, bildiklerini bilmeyen direnişçilerin şimdiki zamanı ve geçmişleri üzerinden babanın hayatı didiklenirken baba-oğul ilişkisi derinleşiyor, bir kişi üzerinden de çelişiyor.
“Jon’un annesi açık çayırda, evinde olduğundan çok farklıydı… babamın da aynı şeyi fark etmiş olduğu belliydi… ikimiz de başlarımızı çevirip bakıştık ve onda, ikimizin de karşısındakinin gördüğü şeyin ne olduğunu anlamıştık. Yüzüm kızarmış, utanmıştım.” s.77-78
Romanın kırılma noktası: Trond’un köyde edindiği arkadaşı, Jon ile at çalmaya gittiklerinde, bir ağaç tepesinde yaşadığı olayda; Trond’un Jon’a “Bu kadar minik bir şeyin, çalıkuşu yumurtasının, canlanacağını, uçup gideceğini düşünmek tuhaf bir şey…” s.33 demesiyle… Jon’un gergin ve bembeyaz bir yüzle yumurtayı yere atmasında ve giderken Trond’un asla unutamayacağı kısılmış gözlerinin ve kulaklara fısıldanan, “Geliyor musun? At çalmaya gidiyoruz.” sözlerinin arkasında gizlidir.
Jon'un ezdiği kuş yuvasının ardında Trond'un babasıyla, Jon'un annesinin arasındaki coğrafi ve/veya cismani ve/veya vatani bir ilişki mi yatmaktadır? Trond’un canı ne zaman acıyacak, acısını belli edip etmemeye ne zaman karar verecektir?
Yeni komşusunun anlatıları, Trond’u, arkasında bırakmak istediği bir geçmişe bağlarken 1948 yılı yazının sonunda, istasyonda babası ile vedalaştıktan sonra onu bir daha hiç görememesinin yarattığı ve üzerinden atamadığı sarsıntı yanında, babasının kaybolma nedenleri de ortaya çıkmaya başlar.  Toz toza, kül küle karışır. Trond’un ergenlik başlangıcından o günlere kadar yaşadığı yılları babasıyla kim ve kimler paylaşmıştır? Trond, anlatılanlar üzerinden her hareketin nasıl kendinden sonra gelenden renkler aldığını, ondan ayrılamaz olduğunu görür ve anılarını çıkınında teker, teker tekrar toplarken, atları eyerler… Babası ile tekrar yola çıkarken,  hatırlar…
“Bir gün, babası ile ısırgan otlarını biçerlerken birden bire duraksar. Babası niçin durakladığını sorunca Trond ısırgan otlarının ellerini acıttığını söyler. Bunun üzerine babası ‘Ne zaman acıtacağına sen kendin karar verirsin,’ deyip ısırganları biçmeye devam eder.” S.31
Romanda son derecede güçlü kadınlar olduğunu anladığımız annelerin bu anlatıda pek bir yeri yoktur. Çünkü anlatı, onların anlatısı değildir. Trond’un annesini bir tek 1948 yılı yaz dönüşü İsveç’te Karlstad’da yeni takım elbiseleri içinde annesinin kolunda yürüyüp bir yandan da avuçlarına batırdığı tırnaklarının acısını umursamazken fark ederken o da artık babasız bir yaşam süreceğini iyice idrak etmiştir. Romanın bu çarpıcı final cümlesi, dersi bir kere daha tekrar etmektedir.Canımızın ne zaman acıyacağına kendimiz karar veririz.” Der ve kitabın başına tekrar döneriz.
Kitabın ince dilinden anlaşılıyor ki, Çevirmen Deniz Canefe’nin yaptığı katkı kusursuz. Kitabı başına bir daha döner miyim? Evet, bir daha dönerim. Ama bir şartla. Birbirine kayan zamanların içindeki olayları şimdiki zaman ile geçmiş zaman biçiminde iki sütuna iliştirip izlemek şartıyla.
Kalın evinizde kitapla, dilerim size tasasız ve sağlıklı günler, umarım hemen yanı başınızda…
02.04.2020 mehmetealtin,


---------------------------------------------------------------------------------------
Turkuaz Yayıncılık, 3. Baskı, Ocak 2020


[1] Bkz. Erlend Loe’nin Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Doppler, Kadının Fendi okumaları, Arto Paasılınna’nın Tavşan Yılı
[2] Bkz. Alttaki Filim Afişi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder