At
Çalmaya Gidiyoruz, Per Petterson, 611/CLXXXIII
Çeviri:
Deniz Canefe
“Her şeyden elini eteğini çekmiş bir makine gibi
sürekli çalışan mutsuz bir insan. Neden çalıştığını bilmez, hayatta amaçlarını
kaybetmiştir.
Kendisine yabancılaşan insan çevresine karşıda
yabancılaşması söz konusudur. Bu insanların çalıştığı yerler üzerlerine gelir,
evleri onlar için kafa dinleyebilecekleri tatil yeridir.
Sosyal, dış hayatla bağlarını koparıp yalnızca
evlerinde kafa dinlenmek isterler. İşte bunu insanlara yükleyen kapitalist
düzenin acımasız çarkıdır.”
Zamanında,
Türkiye’de yaşayan Hollandalı bir arkadaşıma, Hollanda’ya tatile gidip döndüğünde
orada neler yaptığını sorduğumda; “Her
şey düzenli. Beklenmedik bir olay yok. Heyecan ve gerilim yok. Dolayısıyla
anlatacak bir şey de yok. Orada çok sıkıldım. Burayı çok özledim.” diyerek yanıt vermişti.
Tıpkı,
yukarıda anlattığım örnekteki gibi, kuzey ülkelerinin tek düze ve heyecansız
yaşamının doğal sonucu olarak konu kıtlığı çeken ve çeşitli nedenlerle şehri
bırakıp doğada yaşamaya karar veren insanların hikâyelerinin çok anlatıldığı, güncel
Norveç edebiyatında[1]… Per Petterson'un bu romanı,
nakış gibi işlenmiş betimlemeleri, sürükleyici ve sade dili ile Norveç
Edebiyatında kalıcı bir iz bırakacak kadar güçlü. Diğer yandan bir Kuzey
Avrupalıdan beklenmeyecek kadar Akdenizlilere dönük duygusal anlatım derinliği olan
zengin bir roman. Petterson kalemini, bir büyücünün asası gibi kullanıp, biz, gölgelerin
ışığa, ışığın gölgelere karışan ormanına, ormanın kalemi ile büyülenen sessizliğine
doğru çekiyor.
Per
Petterson’un ilk kez 2008 yılında yayımlanan, 2019’da filmi de çekilen, “ut og Stjæle Hester” [2]At Çalmaya
Gidiyoruz adlı romanın kurgusu, kahramanı ‘Trond’un karısını kaybettikten üç
yıl sonra 1999 yılında, 67 yaşında şehri terk edip Norveç’in doğusunda göl
kenarında bir ormanda küçük bir eve taşınıp yaşaması ile başlıyor. Ancak geçmişten
kopabilmek için inzivaya çekilen Trond’un seçtiği coğrafya bile kasıtlı
seçilmişçesine ona çocukluğunu hatırlatırken, ormanın derinliklerinden gelen
yakın uzak komşusu dağarcığındaki ortak anılarıyla kapısına dikilmiştir bile… Böylece
kurgu şimdiki zaman kipi ile geçmiş zaman kipi arasında ilmek, ilmek örülmeye
başlıyor. Trond aynasının bir önüne bir arkasına gidiyor, aynanın arkasındaki
sırın sırlarını deşip duruyor.
Trond’un
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yazı geçirmek üzere babası ile gittiği Norveç –
İsveç sınırındaki köyde, romanda adı anılmayan babasının geçmişinde Alman
işgaline direnenlerin posta adını verdikleri yeraltı yolunun son noktasında… Birbirini
bilen, bildiklerini bilmeyen direnişçilerin şimdiki zamanı ve geçmişleri üzerinden
babanın hayatı didiklenirken baba-oğul ilişkisi derinleşiyor, bir kişi
üzerinden de çelişiyor.
“Jon’un annesi açık çayırda, evinde
olduğundan çok farklıydı… babamın da aynı şeyi fark etmiş olduğu belliydi…
ikimiz de başlarımızı çevirip bakıştık ve onda, ikimizin de karşısındakinin
gördüğü şeyin ne olduğunu anlamıştık. Yüzüm kızarmış, utanmıştım.” s.77-78
Romanın
kırılma noktası: Trond’un köyde edindiği arkadaşı, Jon ile at çalmaya gittiklerinde,
bir ağaç tepesinde yaşadığı olayda; Trond’un Jon’a “Bu kadar minik bir şeyin, çalıkuşu yumurtasının, canlanacağını, uçup
gideceğini düşünmek tuhaf bir şey…” s.33 demesiyle… Jon’un gergin ve bembeyaz bir yüzle yumurtayı
yere atmasında ve giderken Trond’un asla unutamayacağı kısılmış gözlerinin ve
kulaklara fısıldanan, “Geliyor musun? At
çalmaya gidiyoruz.” sözlerinin arkasında gizlidir.
Jon'un
ezdiği kuş yuvasının ardında Trond'un babasıyla, Jon'un annesinin arasındaki coğrafi
ve/veya cismani ve/veya vatani bir ilişki mi yatmaktadır? Trond’un canı ne zaman acıyacak, acısını belli edip
etmemeye ne zaman karar verecektir?
Yeni
komşusunun anlatıları, Trond’u, arkasında bırakmak istediği bir geçmişe bağlarken
1948 yılı yazının sonunda, istasyonda babası ile vedalaştıktan sonra onu bir
daha hiç görememesinin yarattığı ve üzerinden atamadığı sarsıntı yanında, babasının
kaybolma nedenleri de ortaya çıkmaya başlar. Toz toza, kül küle karışır. Trond’un ergenlik
başlangıcından o günlere kadar yaşadığı yılları babasıyla kim ve kimler paylaşmıştır?
Trond, anlatılanlar üzerinden her hareketin nasıl kendinden sonra gelenden
renkler aldığını, ondan ayrılamaz olduğunu görür ve anılarını çıkınında teker,
teker tekrar toplarken, atları eyerler… Babası ile tekrar yola çıkarken, hatırlar…
“Bir gün, babası ile ısırgan otlarını
biçerlerken birden bire duraksar. Babası niçin durakladığını sorunca Trond
ısırgan otlarının ellerini acıttığını söyler. Bunun üzerine babası ‘Ne zaman acıtacağına sen kendin karar
verirsin,’ deyip ısırganları biçmeye devam eder.” S.31
Romanda
son derecede güçlü kadınlar olduğunu anladığımız annelerin bu anlatıda pek bir
yeri yoktur. Çünkü anlatı, onların anlatısı değildir. Trond’un annesini bir tek
1948 yılı yaz dönüşü İsveç’te Karlstad’da yeni takım elbiseleri içinde
annesinin kolunda yürüyüp bir yandan da avuçlarına batırdığı tırnaklarının
acısını umursamazken fark ederken o da artık babasız bir yaşam süreceğini iyice
idrak etmiştir. Romanın bu çarpıcı final cümlesi, dersi bir kere daha tekrar
etmektedir. “Canımızın
ne zaman acıyacağına kendimiz karar veririz.” Der ve kitabın başına tekrar döneriz.
Kitabın
ince dilinden anlaşılıyor ki, Çevirmen Deniz Canefe’nin yaptığı katkı kusursuz.
Kitabı başına bir daha döner miyim? Evet, bir daha dönerim. Ama bir şartla.
Birbirine kayan zamanların içindeki olayları şimdiki zaman ile geçmiş zaman
biçiminde iki sütuna iliştirip izlemek şartıyla.
Kalın
evinizde kitapla, dilerim size tasasız ve sağlıklı günler, umarım hemen yanı başınızda…
02.04.2020 mehmetealtin,
---------------------------------------------------------------------------------------
Turkuaz Yayıncılık, 3. Baskı, Ocak 2020
[1]
Bkz.
Erlend Loe’nin Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Doppler, Kadının Fendi okumaları, Arto
Paasılınna’nın Tavşan Yılı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder