Uygarlıkların
Batışı, Amin Maalouf, 1233 - 5 / CXCVI,
“ Nasıl ki gelecek olgunlaşır geçmişte,
Geçmiş de çürür geleceğin içinde… “
Anna Ahmetova
-o-
Bu kitabı alıp, okumam ve fikrimi söylemem
istendiği aynı gün, kitabı alıp kapağına baktığımda kendime sorduğum ilk soru
şu oldu. “ Amin Maalouf, bu kitaba, acaba neden bu adı verdi? ”
Bilindiği gibi kelimenin kökeninde uygarlık; yerleşik
toplumlarda sömürücü ve seçkin bir sınıfın ortaya çıkmasıyla ilişkilendirilen,
bu sınıfın elinde bulundurduğu güçle diğer insanların denetimini eline
geçirdiğinde… sürecin sürdürülmesi adına kullandığı araç, gereç, dil, din,
yasalar, bunları tanımlayan ve tamamlayan simgeler, güvenlik güçleri, ordu ve
devlet kuruluşları ile yaşamın niteliksel ve niceliksel gücünü, eğitim ve
kültür düzeyini gösteren bir dizinler bütünü, bu bütünü kavrayan bir olgudur.
Bu yazdıklarım kelimenin bilimsel ve şiirsel (!)
tanımıdır. Aslında her uygarlığın aynasının arkasındaki sırın sırrında, kan
vardır… gözyaşı vardır… barbarlık ve ölüm vardır. Uygarlığın simgeleri olarak anılan
yapıtların harcı Asyalı kölelerin, Afrikalı kölelerin, Amerikalı yerlilerin,
Avrupalı serflerin, kan ve gözyaşlarıyla yoğrulduğu gibi… birbirlerinin yeraltı
ve yerüstü kaynaklarına, zenginliğine göz diken uygarlıkların güçlerini
kullanarak, diğer uygarlıklara saldırılarını da “akrep, akrebe yapmaz uygarlıkların birbirine yaptığını”… diyerek; bu sefer de şunu soralım “ Amin Maalouf’un
anlattığı ve batmalarından endişe duyduğu uygarlıklar acaba hangi uygarlıklardır?
”
Bize öğretilenlere göre; Uygarlıklar diyalektik süreçte ya başka bir uygarlığın çekim
gücüne girerek ya da aşağıda kara bir delik tarafından yutulurlar. Kara delik,
artan nüfusa uyum gösteremeyen ve devamlı düşen kişi başına ortalama üretim ve
tüketim… düşen vergi gelirlerine karşılık artan devlet harcamaları... Bu
durumun sonu kıtlık, giderek salgın hastalıklar, demografik ve toplumsal
çöküştür. Kültürel seçkin sınıf asalak bir sınıfa dönüşmüş, üretim dışına
itilmiş proletarya lümpenleşmiştir.
Yeşil alan talanı, toprak erozyonu gibi çevresel
zararlar… deprem ve bunun gibi doğadan gelen yıkıcı değişimler… iklim
değişikliği… kaynakların temininin rasyonel olmaktan çıkması… savaş… demokratik ve laik değerlerden tamamen
uzaklaşılması… iç ve dış şiddetin yükselmesi ve daha eklenebilecek sosyal
olaylar batışa neden olan ikincil etmenler olarak süreci tetikleyebilir.
Buna karşılık, bilgimizin, dilimizin ve haddimizin
ışığında yukarıda yazdıklarımız temel alındığında Amin Maalouf kitabında… “Neler yazmış? Neler demiş? Neler denemiş?”
Bir bakalım dedik, okuduk ve verdiği mesajlar üzerinden şu kanıya vardık.
Bir defa uygarlık deyince Amin Maalouf’un aklına sadece
kapitalizmin hüküm sürdüğü coğrafyalar geliyor, sosyalist sistemi ise dışlıyor!
Kişisel inanç ve görüşlerini denemesine ödünsüz katıksız yansıtınca da bir
çözüme varamıyor, kuyuya attığı taşı ne kendisi, ne de başkası çıkaramıyor.
Aşağıda sıralanan tümcelerde kendi deyişi ile “komünist ütopyayı” okyanusa gömerken, kapitalizmdeki
eşitsizliklerin bir sınırının olmamasının mahcubiyetinden bahsediyor…
İhtiyacımız olan şeyin, proleter enternasyonalizminin yol açtığı canavarlıklara
karşı davranışlarını göz ardı ederek, dünün o görkemli yaratıcılarından birisi
olan, bir numaralı gücün, “herhalde
ABD’den bahisle” olgun demokrasi örneği vermesini ve her nerede kuracaksa kursun,
babacan bir otorite kurmasını diliyor.
Kitabının başında, geçmişe duyduğu özlemle, geçmişi,
aslında geçmişini, çiçekler ve kuşlarla süsleyip yeniden hayata geçirmek
istediğini düşünerek kendisini Polyanna’nın yerine koymuştum ama sayfaları
çevirdikçe karşıma La Fontaine’nin kargasından öte kuzgunu çıkıyor.
Deneme yazan, tez yürüten bir yazardan
beklenmeyecek derecede taraf olarak Marksist-Leninist rejimlerin
canavarlıklarından şüphe duymayarak, Şili, Arjantin ve Brezilya’daki
diktatörlüklerin Marksistlere karşı uygulamalarını üzücü ama kaçınılmaz ve
haklı bir davanın peşinden gidilirken meydana gelmiş yan etkiler, ufak tefek
kazalar olarak değerlendiriyor. Çin ve SSCB komünist partilerinden sonra en
büyük üçüncü komünist parti, üç milyon üyeli Endonezya Komünist Partisinin 1965-66
yıllarında beş yüz bin üyesinin katledilerek eritilmesindeki ABD’nin rolüne
değiniyor… ama bu türden ağır hareketlerin, tedbirlerin, toplumsal ve siyasal
modernleşmeye engel olduğundan şikâyet ederek, sadece namussuzluğun da bir
namusu vardır demeye getiriyor. Hiç değilse çaktırmadan yapın diyor.
Devrim kavramının içini boşaltarak kapitalizmin
taktik adımlarını “Muhafazakâr Devrim” olarak ilan ediyor. Bunun miladı olarak
da 1979 yılını gösteriyor.
11 Şubat 1979 İran İslam devrimi ile 04 Mayıs 1979’da
Margaret Thatcer’in iktidara gelmesiyle muhafazakârları devrimci ilan ederken…
ilericilik ve solculuk taraftarlarının geçmişteki kazanımlarını muhafaza
etmekten başka çarelerinin olmadığını, sağın o güne kadar sosyal sorunlar
hakkındaki siyasal ve entelektüel tartışmalarda duyduğu utanca son verebileceğini
söylüyor.
Mao'nun tersine, önceliği ideoloji yerine ekonomiye
veren, ülkeye daha fazla yabancı yatırımcı çekmek ve Çin ekonomisini
geliştirmek için kapıları açan, 21 Aralık 1978’de Çin Komünist partisinin
başına geçen Deng Xiaoping’in kendi muhafazakâr devrimini başlattığını söyleyip… Deng’i
Jimmy
Carter, Richard Nixon, Roland Reagan, Kraliçe II.
Elizabeth, Margaret Teacher gibi isimlerle beraber dinamik, rasyonel
verimli ve rekabetçi bir ekonomi potasında birleştiriyor.
Bu güne kadar bir sorunla karşılaştığında hükümetin
bunu çözmesi gerektiğini düşünen devletin yardımlarıyla çalışmadan konfor ve
lüks içinde yaşayan hayali kişilere, bundan böyle başlarının çaresine
bakmalarını söyleyenleri vaftiz ediyor.
Devletin sorunun çözümü değil, sorunun devlet
olduğunu söyleyen Adam Smith’in klasik iktisat teorisi, “bireyler fayda, üreticiler kâr maksimizasyonu pesinde koştukları sürece
ekonomide devlete gerek kalmaz.” biçiminde
tarif edebileceğimiz görünmez el teorisinin
bugün daha etkili bir güce sahip olmasından büyük memnuniyet duyup objektivist
yazar, Ayn Rand’ın devlet karşıtı karalı
liberal bir tezine konu olan Atlas
Silkindi adlı kitabındaki satırların hayata geçmesini kutlayıp… aynı
ırmakta onlarca kez yıkanıp, değişimin ve hareketliliğin sürekliliği, zıtların
birliği gibi kavramlardan habersiz, ya da öyle istediği için Dağılan Dünya’dan
bahisle; Birden bire hayretler içinde
kalıyor!
·
Görünmez eli hiçe
sayan kabilelerin, etnik kökenli toplulukların, ulusların kutsal egoizmlerine
dayanan ideolojileri onu şaşırtıyor uluslararası kuruluşları yardıma çağırıyor.
·
Günümüz insanının
en ayırt edici özelliğinin, çok geniş kümeler içinde bir araya gelme eğiliminin
aksine, şiddet ve hırçınlık içinde parçalanmaya yönelik olduğunu söyleyerek; insanlık
düzeyinde parçalayıcı etkenlerin arttığını, birleştirici etkenlerin azaldığını,
din gibi aidiyet duygusu yüksek etmenlerin sahte çimentolarla dolu olmasının bu
eğilimi daha da tehlikeli kıldığından endişe ediyor.
·
Alkışladığı
muhafazakâr devrimin eşitsizlikleri meşrulaştırdığını söylerken, “Devlet
sorunun kendisi haline gelse de yokluğu daha ağır bir sorun olmaz mı?” diye sorarak, bizi eşekten düşmüşe
döndürüyor.
·
Daha ileri ve uzun
yaşadığımızı ama sürekli gözetim altında özgürlüklerimizi yitirdiğimizi, mükemmel
ve zenginlik duygusu veren cihazlara sahip olduğumuzu, güzel bir deyişle bunların
elektronik kelepçelere benzediğini söylüyor ama bunların kimler tarafından
kontrol edildiğini bilemiyor! Giderek yapay zekâ, mekatronik ve nanoteknoloji alanlarındaki
mucizevi ilerlemelerin yanında milyarlarca insanın atıl kapasite olarak kalıp
kalmayacağını merak edip muhafazakâr devrim muhafızlarından mahcup bir şekilde hesap
soruyor.
Sonuç olarak; 25 Şubat 1949 Beyrut, Lübnan doğumlu,
Amin Maalouf, kökleri Adana’da, Mısır’da maddî ve manevî kazanımlar edinmiş,
Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna’nın 12 Şubat 1949 da
öldürülmesinden sonra Mısır’dan Lübnan’a göç eden ailesinin ve kendisinin
yitirdiği zengin dünyasından kaynaklanan özlem ve hüznünün nedenlerinin köküne
inmiyor, inemiyor, araştırmıyor. Kendi sarmalında kendini sarmaladığı kitapta,
bizi ilgilendirmeyen hüzün ve karamsarlığını, dünyanın her tarafına bir virüs
gibi sınır tanımadan yayıyor.
Amin Maalouf yıkarken ortalığı, eylerken viran, varayım sahibine haber
vereyim dedim ama kitabını okuyunca sahibinin de anlayacağını sanmam.
12.03.2020 mehmetealtin,
-----------------------------------------------------------
Yapı Kredi Yayınları, 1.
Baskı, Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder