24 Mayıs 2017 Çarşamba


Körburun, Hikmet Hükümenoğlu, 274 / CXLI
------------------------------------------------------------------------------------

Roman, yazarı tarafından, 1960’dan 1990’a kadar Türkiye’de yaşananların sahnelendiği, bir platform olarak kurgulanan, Prens Adalarında onuncu bir adada, Körburun’da geçerken, 590 sayfalık romanın ana ekseninde ise Türkiye'nin bu dönemindeki sosyo-ekonomik değişimlerden etkilenen bir aile var.

“Hiç medeni insanla medeni olmayan bir mi? Kendilerini bizden üstün görmeye başladılar, biliyorlar ki arkalarında hükümet var…” “ Osman Bey,… istikrar istiyordu. Başvekil sayesinde başlayan inşaat furyasının hiç bitmemesini istiyordu.” S.87 “ Tamam Osman Bey, tamam… Menderes Vatan Cephesi diye bir acayiplik çıkardı… ‘Nedir bu şimdi? Dedi Meral Hanım’” S.89

Ancak romanın ana kahramanı yok. Onar yıllık dilimler içinde ayrıntılı profilleri verilmiş kahramanlar belirli dilimlerde ortaya çıkarken diğer dilimde kahramanlar değişiyor ya da konum değiştiriyor.

Körburun, her ne kadar aksini söyleyebilecekler olabilse de bana göre politik bir roman… hatta politik olması gereken bir roman. Ama yazar ne yazık ki, bilinçli ve bilinçsiz bu fırsatı kaçırıyor. Romanına kaynak olan, bazı bölgeleri hâlâ feodalizmin kucağında sürünen, sermayenin ilk birikim sürecini tamamlayamamış, tamamlamak için yeterli üretim araçları ve üretimi olmayan, anılan dönem Türkiye’sinde… üstüne üstlük üretmeden tüketmeyi çok seven bir toplumda sermaye birikimin en çirkin yüzüne, en acımasız ve vandal şekline yalan, dolan ve talanla sermayenin çalınarak el değiştirmesindeki gerçeklere sırtını dönüyor.  Mahcup bir ifadeyle etrafından dolanıyor.

Yolunda böğürtlen çalıları mı var? Etrafından dolan… bunlar niçin var diye sormaya kalkarsan akıllı kişileri güldürürsün kendine.” S.69,

Yukarıdaki alıntıya uyarak, bu yalan, dolan ve talanda kendine yer arayan, talanda arta kalanları gagalayanlara fazla ilişmeden, kendi çapında iyi niyetli ve okunası düzeyde romanını aşk, politika, aşk,  çemberi içinde çeviriyor. Kısacası, gereğinden fazla kaçak güreşiyor. Toplumsal yüzleşmeden öteye gidemiyor, gözleri ötekileştirmeden ötesini görmüyor. 

Öte yandan romanda ele alınan toplumsal olayların temeli ele alınan süreçle uyumlu da değil. Aslında olayların temelinde 6-7 Eylül 1955’da yaşanan utanç dolu günler var. Osmanlı dönemi dâhil, cumhuriyet sonrası Türkiye’nin o dillerden düşmeyen mozaiğinin çatlayıp, kırıldığı, evrile dolana, bugünlerde de ufalanarak yok olma sürecinin başladığı günler…

“ ‘Bir takım insanlar, bizim milletçe aptallık derecesine varan müsamahamızın ve merhametimizin bir sonucu olarak böyle küstah bir hayat sürdürmektedir… (Bin yıl evvel Rumlar yaşarmış bu adada, ne diyor bu damında baykuşlar ötesice?) “ s. 179 “ Senin hakkını yemişler kardeş… Sanırsın ki hepsi kıçını oynatmadan tam köşeyi dönecekken, kâfirin bir önlerini kesmiş.” S.206 “Hatırlamak istemesek de herkesin içinde bir dirhem nefret vardır. Hesapta oturup kadeh tokuştururuz… ama nefreti tartsak, acaba ne kadardır? Ağırlığı Körburun’u batırır, sulara gömer. ‘Birileri’ her sabah ben bunun gözünü nasıl oyarım diye bakmıyor ama saklamış bir yerlere, tepesi atmadıkça çıkmıyor. Sonra gazeteler kaşımaya başlıyor… kaşıdıkça hoşunuza gider, tatlı tatlı kaşınır ya! Ama sonunda bir bakmışsın kaşıya kaşıya cılk yara olmuş. O zaman elini sürmek istemezsin, halbuki tedavi etmen lazım kaşıyan da sensin, iyileştirecek olan da… bırakırsan mikrop kapar, kangren olur.” S.404

Her ne kadar süreç 1964 sürgünleri, türlü çeşitli yıldırma, aynı uykuda aynı rüyayı görüyormuş gibi hoş görünüp arkadan vurmalarla bir türlü sürse ve etkileri görülse de 1980 ve 1990 Türkiye’sinin, romanda vandallıkla anılan olaylarla pek bir ilgisi yok. Belli ki, 1971 doğumlu yazar, romanına kaynak belgeleri ya kurgusu gereği kasıtlı olarak veya kendine göre zamanı kaydırarak yorumlamış. Ancak, o günleri yaşayan ben, kitabı okurken zaman zaman bu zamana uymakta zorlandım. Bu bir roman kurgusu böyle derseniz o zaman romanı onar dilimlik katmanlara ayırmamalısınız. Romanda güzel olan ise kurgunun dayandığı analitik düzlemin sağlam, soluksuz okunur ve yüksek bir hayal gücüne dayanır olması.

Olanların içinde olmayan bir adada yaşananların, yaşanılmamış gibi yaşanıldığı

“Körburun’daki herkesin acayip dünyaları gerçeklerden uzakta, orada boşlukta asılı duruyordu. Merceğin önünde paketlenmiş hazır görüntüler, gerçeği andıran ama gerçekte olanların binde birini bile göstermeyen kartpostallar vardı. Merceğin arkasında ise insanı yutan karanlık bir boşluk. S.514 Burada tutsak olduğumuzu itiraf etmek zor olduğu için biz de buradan daha şahane yer yok deyip der dururuz. S.539

üzerinde çok ciddi emek verilmiş ve soluksuz okunan metaforlarla dolu, bir adalı olarak da yıllardır yaşadığım gibi, gürültülü şeyler hakkında susulan, günlük seslerin ise uğultuya dönüştüğü metaforuna dayalı, bu romanı okumanızı öneririm.

24.05.2017 mehmetealtin
-------------------------------------- 
Can Sanat Yayınları, 1. Baskı, Ağustos 2016

ROMANDA SORGULADIKLARIM:

Not 1. “Bursa’da trenden indiklerinde” s.136.
Bilindiği gibi Bursa’da tren yok. En yakın tren garı Mudanya’da ve Bursa’ya 30 km. uzaklıkta ve günümüz yol ve araç şartları içinde bile bu uzaklık 40 dakikada aşılıyor.


Not 2. “Agop’un babası Stefo Usta” 397. Agop, Ermeni adıdır. Romanda Agop’un babası Stefo Usta ise Rum’dur. Romanda titizlikle tarif edilen her karaktere karşın Agop’un annesinin Ermeni olma olasılığı da romanda açık olmadığından Stefo Usta’nın oğluna konulan bu adda bir hata vardır, derim. Yanlışım varsa lütfen düzeltin.     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder