20 Temmuz 2025 Pazar

 


Peygamberin Şarkısı, Paul Lynch 

Çeviri: Mert Doğruer

-----------------------------------------------------------------------

1)    Polis memurunun karısı arkadaşını bekliyor. Tarih 2 Haziran 1979 cumartesi. Her hafta olduğu gibi Armagh’da alışverişe çıkacaklar. Kadının beş çocuğu evde… Kocası David üniformasıyla karısının önünde duruyor. Arkadaşının arabasına eğilmiş sohbet ediyorlar.

Koyu renk bir araba geçiyor. Kadın şiddetli bir gümleme işitiyor, geçen arabanın bir yere çarptığını sanıyor ama David iki büklüm arkadaşının arabasının kapısına tutunuyor. Beyaz gömleğine kanlar saçılmış, yere düşüyor. Otuz altı yaşındaki Protestan David Alan Dunne ölüyor. Otuz bir yaşındaki, evli, üç çocuklu Protestan arkadaşı David Stinson da…

Eylemi İrlanda Kraliyet Ordusu üstleniyor.


 
2)    Michael Kearney Katolik ve IRA mensubu. Yirmi yaşında Belfast’ta oturuyor, 11 Temmuz 1979 çarşamba günü IRA üyeleri tarafından alınıyor. İşkence edilip, kafasından vuruluyor.

3)    Gabriel Wiggins, elli altı yaşında Katolik ve on dört çocuk babası Batı Belfast’ta evlerinin mutfağında bulaşıkları yıkıyor.

Tarih 12 Eylül 1979 Çarşamba, gece yarısını hemen geçe ön kapı çalınıyor. Wiggins koridor ışığını açıyor ama hemen kapatıyor. Kapıyı açmıyor. Ulster Gönüllü Gücü mensubu camdan ateş açıyor ve işsiz bahçıvan Wiggins’i öldürüyor.

 

Koloni. Audrey Magee, DeliDolu Yayınları, 3. Baskı, Şubat 2024

Fotoğraf: Mobil Devriyedeki Coldstream Muhafızları, Argyle Caddesi, Belfast

***

Öğrendiğime göre Paul Lynch'in beşinci romanı Prophet Song, Kasım 2023'te Booker Ödülü'nü kazanmadan önce bile, etrafında hatırı sayılır bir tartışma varmış. Bir dostum bu kitabı bana armağan edene kadar, pek güvenilir bulmadığım bu ödül altındaki hiçbir kitabı almadığım gibi bu kitabı da almayabilir, distopik olduğu söylenen ancak coğrafyamızdaki güncel gerçekleri gören ve öngören bu kitabı kaçırmış olabilirdim.

Bazı eleştirmenler, romanı "İrlanda'nın totalitarizmin pençesinde olduğu distopik bir vizyon" olarak adlandırsa veya Dublin'in distopik kurgusal bir versiyonunda geçen bir roman olarak tanımlasa da yazımın başındaki Koloni romanından alınan alıntılar İrlanda’nın ve dünyanın gerçeğidir. Dünyanın genelinde giderek çoğalan, aslında tarihten de yüzlerce alıntı yapabileceğimiz bu örnekler distopik değil, gerçektir. Distopya kelimesi belki bu romanı pazarlamak için seçilmiş olabilir ama bu İrlanda’nın yakın tarihinde karşı karşıya kaldığı iç savaş gerçeğini değiştirmez. Bana göre yazar, günümüz dünyasında yaşanan gerçekleri, kurgusu ve fonu İrlanda’da geçen bir öyküyle, “şarkıyla” bizlere anlatmakta, totaliter rejimlere karşı duyduğu öfkeyi duyarlılıkla bizlere yansıtmaktadır.

Romanı göçmenlerin acıları ve ruhlarında açılan yaralarla sınırlamak da çok yanlıştır. Ancak yazarın bir eksiği var ki, bir toplumun yavaş yavaş ve acı çektirilerek nasıl parçalandığını örneklerine uygun biçimde içgörü ve öngörülerle kapsamlı bir biçimde anlatırken, bunun altındaki toplumsal gerilimin neden kaynaklandığını ve/veya güdümleyenlerin politikalarını ve manifestosunu açıklamıyor. Kötüler kim? Neden bunu yapıyorlar? Rejimin ve destekleyicilerinin amaçları nedir, bilmiyoruz. Ancak dünyadaki gerçekler üzerinden varsayabiliyoruz.

Nitekim buradan iz sürerek, kitabın kurgusunda satırlarında var olmayan ama satır aralarında anılan yaşadığımız coğrafyanın çevresindeki ulus-devlet yapılarının sistemli olarak zayıflatıldığını… Neoliberalizmin ekonomiyi uluslararası sermayenin sınırsız kullanımına açarak, emperyalist şirketlerin kamusal alanı ele geçirmesini… Kimi merkez ülkelerden fonlanan STK’ler yolıuyla küresel kültür endüstrisinin etkilerini… Siyasi müdahalelerin basıncı altında çevre ülkelerin ekonomik siyasi dengelerinin nasıl bozulduğunu, toplumsal dokularının çözüldüğünü, etnik ve dinsel temelde bölünmeye doğru itildiğini an be an izliyoruz.

***

Romanı, Peygamber “ Oku “ dedi ve günümüze, gündemimize yansıyan yukarıdaki iz düşümlerin örneklerini okudukça kâbuslar gördüm. Ana karakter, Eilish Stack'ın kimliğine bürünüp duygusal anlar yaşadım, bazen çaresiz kaldım, bazen yumruklarımı sıktım, ona kızdım, ama “umut varsa umuttan, yoksa nasıl yaşar insan?” diyerek onun yanında oldum.    

Anlatıda, konuşmalar, anlamını yitirmeden, uzun cümlelere yerleştirilmiş, çizgi veya tırnak işaretleri ayrılmamış, paragraf kullanılmamış. Bu okuyucuyu başlangıçta ürkütse bile merak ve kaygı ile sayfalar, kamera gibi Elish’in peşinden sürüklenmekte, rejimin baskısı ve sopası altındaki satırlar ve satır aralarında, Peygamber kural ve kanun tanımadan şarkısını söylemektedir.

Zaten kitabın anlatısını belirleyen Peygamberin yazım kurallarını tanımayan, kanun ve kurallardan uzak bu anlatısı değil midir? Kitabın anlatıcısı Peygamber, ne diyor aşağıdaki şarkısında?  “Dünya kurulduğundan beri ne olduysa, yine o olacak, önce ne yapıldıysa, yine o yapılacaktır. Güneşin altında yeni bir şey yok. Değişen bir şey de yok.”

 

« Süleyman'ın Özdeyişleri 31 | Vaiz 1 »

Her Şey Bomboş

 

1 Bunlar Yeruşalim'de krallık yapan Davut oğlu Vaiz'in sözleridir:

2 “Her şey boş, bomboş, bomboş!” diyor Vaiz.

3 Ne kazancı var insanın

Güneşin altında harcadığı onca emekten?

4 Kuşaklar gelir, kuşaklar geçer,

Ama dünya sonsuza dek kalır.


5 Güneş doğar, güneş batar,

Hep doğduğu yere koşar.

6 Rüzgâr güneye gider, kuzeye döner,

Döne döne eserek

Hep aynı yolu izler.

7 Bütün ırmaklar denize akar,

Yine de deniz dolmaz.

Irmaklar hep çıktıkları yere döner.

8 Her şey yorucu,

Sözcüklerle anlatılamayacak kadar.

Göz görmekle doymuyor,

Kulak işitmekle dolmuyor.


9 “Önce ne olduysa, yine olacak.

Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak.

Güneşin altında yeni bir şey yok.”


10 Var mı kimsenin, “Bak bu yeni!” diyebileceği bir şey?

Her şey çoktan, bizden yıllar önce de vardı.


11 Geçmiş kuşaklar anımsanmıyor,

Gelecek kuşaklar da kendilerinden sonra gelenlerce anımsanmayacak.

Bilgelik Boştur


12 Ben Vaiz, Yeruşalim'de İsrail kralıyken
13 kendimi göklerin altında yapılan her şeyi bilgece araştırıp incelemeye adadım. Tanrı'nın uğraşsınlar diye insanlara verdiği çetin bir zahmettir bu.

14 Güneşin altında yapılan bütün işleri gördüm; hepsi boştur, rüzgârı kovalamaya kalkışmaktır!
15 Eğri olan doğrultulamaz, eksik olan sayılamaz.

--------
Kaynak: Kutsal Kitap
https://kutsalkitap.info.tr/?q=Vai.1

 

 

“Sevginin de şefkatin de, cezanın da, şiddetin de, fazlası onları yoldan çıkartır. En yakınlarını bile kolayca unuturlar. Öz çocuklarını bırakıp gider, sevdiklerinin gözyaşlarına bile bakmazlar. ‘İnsanlara dikkat et Zeus!’ “ dedi, Prometheus.

 

“Ben, yalnız Herakles’in değil bütün mahlûkatın babasıyım… Devasa sunaklarda, kendi etlerinizi sunacaksınız bana, … ama boşuna, asla bağışlanmayacaksınız. Hain, riyakâr ve yalancısınız. Bir tanrıdan veya tanrıçadan yüz bulamadığınızda derhal ötekine dönersiniz. Uğruna tapınaklar diktiklerinizi, kurbanlar verdiklerinizi unutur, yardımını umduğunuz öteki tanrı ve/veya tanrıçayı seçersiniz.

 

Baba olmayı beceremeyenler, tanrı olmayı da beceremezler. Dünyanın düzenini savunmak için kendi evladımın bile acı çekmesine rıza gösteriyorsam eğer; saflık gerekir bize… en masum, en vahşi ve en güçlü halimize dönmeliyiz.

 

Gereksiz merhamet ve şefkatten kurtulmalıyız. Ne acıyacak kadar kibirli, ne hataları affedecek kadar şahsiyetsiz, ne de acizlere yardım edecek kadar çaresiz olmaya hakkımız var.

 

Tembellerin, hayatı yavaşlatmalarına izin veremeyiz. Gerektiği kadar acımasız, kararlı ve inatçı olmalı ve çelikten pençelerimizle parçalayıp düşmanlarımızın göğüs kafesini, çekip çıkartmalıyız sefil yüreklerini… diyerek, yanıtladı Zeus.”

 

Yaşamı veren de alan da babadır/tanrıdır. Devlete ve babasından başka babaya sığınanlar, baba olacak çocukları ve çocuk olmuş babaları her canlı gibi yaşamı ve ölümü tatmayacak mıdır? Var eden de yok eden de “Baba=Tanrı” değil midir? “Sizi yok edecek olan, sizi yaratandır.” S.338

 

Bu romanda Pergamon’u özel kılan bir diğer unsur ise babalar ve çocuklar zincirlemesinde, yüksek karakterli, sağlıklı, zeki ve cesur Arî ırk adına, partilerinin kartalı altında, Federal Alman Cumhuriyeti’nin simgesi ile aynı kartalın kanatları altında yer alan… Gerçek, vahşi ve kanlı bir sunakta, Nürnberg'deki Nazi Partisi Miting Alanı'nda inşa edilmiş Zeppelin Tribünü toplanan Naziler’in ardılları… gönüllü unutkanlık altındaki Almanlar, Neo-Naziler ve devlet kurumlarıdır.

--------

Kayıp Tanrılar Ülkesi, Ahmet Ümit, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Haziran 2021

 

 

Kitabın şarkısının, ana kahramanı, biyoteknoloji alanında üst düzey yönetici Biyolog Dr. Elish Stack: Peygamberlerin ağzından kimlik bulan Tanrı’nın kılıcının inişi ile yanıp yıkılan, öğle vakti çarpan güneşle karanlığa savrulan dünyada… Tanrının uzaklara defedilecek kötülüğe kustuğu öfkesi, bazılarının başına gelse de bazılarının ayrı tutulduğunu gördüğünde, peygamberlerin ağızdan ağıza yayılan şarkıların çağlar boyunca aynı olduğunu, hatta Hz. İbrahim ile başlayan tek tanrılı dinler öncesinden beri söylenen şarkılar olduğunu anlar.

Nitekim romanın öndeyişinin içeriğine, geçmişine ve arkasındaki sırra bakarsanız Vaiz’in 9. ve 10. paragraflarının Zeus’un koyu yazılmış sözleriyle biçimlenen “dinlerce” yıl ötesinden gelen şarkılarla aynı olduğunu siz de anlarsınız.

-0-

Şarkı, yerel rejimin demokrasiden uzaklaşıp, parti, güvenlik ve adalet üçgenine dayanan faşizmin “ayakyoluna” girmesiyle başlar. Eilish şarkının başından sonuna kadar, İrlanda Öğretmenler Sendikası Genel Sekreter Yardımcısı kocası Larry,  Mark, Molly, Bailey ve Ben adlarındaki dört çocukları yaşadıkları orta sınıf yuvanın birliğini ve onların yaşamını korumaya çalışır. Kocası sendikal eylemde gözaltına alınıp kayıplara karışmasıyla onu geri getirmek uğruna verdiği mücadelenin türevinde ülkenin tamamını yıkıcı bir iç savaşın etkisi altına girer.

Karanlığa gömülen ülkede artık özenilecek bir tarafın kalmadığını, karanlığın bir parçasının da eve girdiğini hisseder. Ağaçların altında ölü yapraklarla kaplı çimlerin, ölmekte olan kahverenginin üstünde yüzleri sapsarı yaprakların altında mezarsız yattıklarını, gökyüzünde yeniden doğumun sunağı baharın zirvesinde, çevik kırlangıçlar, kapkara ebabiller, kuşların dönüşünde geçmiş yılları görür. Meyveleri tadına bakmadan ısırdığı, çekirdeklerini düşüncesizce fırlattığı, meyvelerin kıymetini bilmediği masum zamanları düşünür.

Şarkının fonu geniş, güftesi anlamlı ama karakterlerini derinden tanıma olanağımız yok. Örneğin Larry’nin ailesiyle ilgili bilgilerimiz sınırlı. Ne yapalım ki, Peygamber’in kalemini tutan yazarın, kaleminin kaçacak yeri yok. Çünkü Peygamber, şarkısını böyle söylemeye karar vermiş.

-0-

Elish’in karşısında kara bir delik açılmaktadır. Bundan kaçış sınırı geçilmiş ve rejim devrilse bile bu delik büyümeye devam edecek ve ülkeyi onlarca yıl yiyip bitirecektir. Güc, eveti hayır, hayırı evet yapacak, elma ağacından armut düşürerek gerçekleri değiştirmek algı yaratmak peşindedir. Ama yalanlar, öğrenildikten sonra söyleyenin dilini öldüren bir çeşit zehirli sarmaşık gibi ağızından sarkmaktadır. Ama her şeye rağmen Elish,  yanında bir şey getirmiş, vücudundan yayılarak, şiddeti sürekli azalan bir korku, kendisinden bir şeyler alsa da yerini dirençli bir sessizlikle doldurmaktadır. Kâbusunu çıkınına gizlice sarmış, er ya da geç başkalarının ayağının altına bırakmaya hazırlanmaktadır. Unutmayalım ki, tarih çekip gitmemiş, direnen insanların sessiz kaydıdır. Onların ayaklarınız toprağa kök saldığında, onları oradan koparmanız kolay değildir.

-0-

Yazımın başında da değindiğim gibi tam bir ay önce bu romanı her türlü tasayı ve kıvancı yarım asırdır beraberce yaşadığım Sevgili Kardeşim Orbay Hazar, bu şarkıyı yorumlamam için bana armağan edip kısa zamanda okuduğumda lirik bir manifesto ile karşı karşıya kaldım. Şarkıyı her zaman yaptığım gibi sadece edebî ve teknik açıdan yorumladım. Yazarın kaynaklarını ve duygularını etkileyen unsurları sizlere yansıtmaya çalıştım. Ancak şarkının gözlerimden yaşlar gelerek okuduğum beni en etkileyen kırılma noktası var ki onu buraya mıh gibi çakmadan bu yazıyı bitiremeyeceğim.

“…Elish’in içinde bükülmüş halde durulan şey kırılınca vücudundan korkunç bir haykırış kopuyor. Yüzü ellerine alıyor, bakarken sadece yaşayan çocuğunu görüyor… Önündeki yüz çürüklerle kaplı, dişler eksik, kırık, naaş torbasının fermuarını indiriyor… Oğlunun el ve ayaklarının kırık, dizinin matkapla delindiğini gövdesinde sigara söndürüldüğünü görüyor. Ellerini öpüyor, beden yıkanmış, derinin altında biriken ve yıkanması imkânsız kanlar dışında kanı kalmamış. Morg sorumlusu oğlunun takip numarasının 24, ölüm nedeninin kalp yetmezliği olduğunu söylüyor.”

Günümüz coğrafyamızdaki güncel gerçekleri gören ve öngören
Peygamberin Şarkısı’nı kesinlikle okumalısınız. Anlaşılır çevirisi nedeniyle Firuzan Gürbüz Gerhold’a teşekkür ederim. Kalın sağlıkla ve kitapla…

20 Temmuz 2025 mehmetealtin, 651/ CCXXIII

DeliDolu Yayınları, 2. Baskı 2024

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

 

 

 


8 Haziran 2025 Pazar

 


İmparator Mezarlığı, Joseph Roth 

Çeviri: Firuzan Gürbüz Gerhold

“ Metternich rejimi, kendisini çevreleyen saray, ordu ve bağlı bürokrasisi ile halkta anarşi yılgınlığı yaratarak Ulusal Muhafız ve Halk Komitelerini dağıttı. İzleyen bir kararname ile Anayasa ve Seçim yasası askıya alındı. Etrafına iyi eğitilmiş, yeniden örgütlenmiş Avusturya ordusu ile Radetzky gibi karşı devrimciler, başları üzerinde dam yanarken, teorik safsataları tartışan ilerici güçleri ezip geçtiler. Almanya’da Devrim Karşı Devrim, F. Engels, Birlik Yayınları, Şubat 1975 “§

 

Johann Strauss I' in Radetzky Marşı, Radetzky'nin Custoza Muharebesi'ndeki zaferlerini anmak için sipariş edilmiştir. Avusturyalı subayların önünde ilk çalındığında, subaylar alkışlamaya ve ayaklarını yere vurmaya başladılar.

***

İmparator Mezarlığı, Viyana’da Fransisken tarikatı bağımsız kolu Kapuçinlerin, Kapuçin Kilisesindeki Kapuçin Mezarlığıdır. Kitaba konu olan Avusturya Kralı I. Franz Joseph burada defnedilmiştir.

Bu kitap, yazarın Radetzky Marşı, adlı diğer romanının ardılıdır. Her iki romanın da yazarın içinde doğup büyüdüğü Habsburg monarşisinde değişen sosyo-ekonomik koşullar altında kaybolan insanlara, unutulan alışkanlıklara, savsaklanan törelere, yorgun yüzlere, kaçışlara birer ağıt gibi yazıldığını söylemeliyim.

Roman 24 Haziran 1859’da III. Napolyon komutasındaki müttefik Fransız ordusunun ile II. Victor Emmanuel komutasındaki Fransız-Sardunya ittifakının, İmparator I. Franz Joseph komutasındaki Avusturya ordusuna karşı zaferiyle sonuçlanan Solferino Muharebesi’nin Avusturya tarafındaki etkileriyle yazılan bir kaybediş romanıdır. Kaybedilen, ruhun kendisi, gündelik hayat ve gelecek duygusu ile gün be gün ayağının altından kayan vatandır. Hepimizin hayatı türlü duygusal destekler üzerine kurulu. Aile, arkadaş, sevgili, ilgi, tutku, vazife, iş, maaş, almayı umduğumuz ve vermekle yükümlü olduğumuz bir sürü şey... Bunlar,  birer birer altımızdan çekilirse ne hale düşeriz? Hayata nasıl devam ederiz? Bütün bunları sorgulayan roman günümüz Türkiye’sine baktığımda açıkçası beni oldukça ürpertti.

***

Romanının kurgusuna neden olan olaylar, yani Avusturya’nın yukarıda anılan günlere gelişi Almanya’da 1848 Devrimi ve Karşı Devrimle başlar. 1800’li yılların başında Avusturya’da Prens Metternich Hükümeti, egemenliği altındaki Lehler, Macarlar, İtalyanların, Fransız İhtilali ile etkinlikleri artan milliyetçilik, hürriyetçilik ve özellikle de cumhuriyetçilik akımlarına tamamen karşıydı ve mevcut durumun korunmasından yanaydı. Rejim, feodallerin ve kapitalistlerin desteğine güveniyordu. Karşı çıkarlarsa feodallerin üzerine serfleri salıyor, kapitalistleri de kamu fonlarıyla zincirliyordu.§ Çeşitli uluslardan oluşan ordu ve bürokrasinin rejime boyun eğimi mutlaktı. Köylü ve işçilere üzerlerine salınan vergilerle minimum yaşam koşulları sağlanıyor, verilenler yeterli bulunuyordu. Rejime bağlı Macar Krallığı dışında hiçbir yerde gazete yayınlanmıyordu. Avusturya karanlık bir ülkeydi.

Ne var ki; makine ve buhar gücünün Avusturya’ya girişi dengeleri değiştirdi. Demiryolları sanayi gelişimine ve bilgi birikimine de yol verdi. Muhalifler, özellikle Macarlar, Hırvat ve Slovenler, aydınlar hükümete karşı örgütlenmeye başladılar. Bu arada Polonya sınırı boyunca ve Çekya’da kentlerdeki Alman Yahudilerinin sanayi üretimini ellerine aldıklarını, Polonyalılara verilen siyasi birlik olma sözlerinin tutulmadığını da not olarak ekleyelim.§ Ve 13 Mart 1848’de küçük burjuvalar ve işçiler, kafaları ve yürekleriyle tek bir bayrak altında Metternich iktidarını yıktılar.§

Bu arada Bohemya ve Hırvatistan’da birbirinin dilinden anlamayan Slavlar, Panslavist bir akımın peşindeydiler. Buna karşılık birbirleriyle ancak Almanca konuşarak anlaşan bir kısım Slavlar da her koşulda Alman birliğini desteklerken “ Radetzky,[1] ‘ Şimdi benim kampım dışında bayrağı dalgalanan bir Avusturya kalmadı; biz, yani ben ve ordum Avusturya’yız; İtalyanları patakladıktan sonra, İmparator için İmparatorluğu yeniden zapt edeceğiz!’” diyordu.

Bu arada Metternich rejimi, kendisini çevreleyen Saray, ordu ve bağlı bürokrasisi ile halkta anarşi yılgınlığı yaratarak Ulusal Muhafız ve halk komitelerini dağıttılar. İzleyen bir kararname ile Anayasa ile Seçim yasası askıya alındı. Etrafına iyi eğitilmiş, yeniden örgütlenmiş Avusturya ordusu ile Radetzky gibi karşı devrimciler, başları üzerinde dam yanarken, teorik safsataları tartışan ilerici güçleri ezip geçtiler.§

***

Romanın kurgusunda, romanın kahramanı ben anlatıcı Franz Ferdinand Trotta’nın soyu Slovenya’daki Sipolje’den gelmektedir. Dedesinin kardeşi, Joseph von Trotta, bizzat İmparator tarafından kumanda edilen ve Dünya Tarihi'ndeki son savaş olarak kabul edilen İtalyan Bağımsızlık Savaşı da diyebileceğimiz Solferino Muharebesinde Avusturya İmparatoru Franz Joseph’in hayatını kurtaran basit bir piyade teğmenidir. [2] Kendisine savaş sonrasında soyluluk unvanı verilir ve Solferino kahramanı olarak anılır. İmparatorun gönül borcu 1914 Krasno-Busk Muhaberesinde şehit düşen avcı teğmeni torununa kadar uzanır.

Baba Trotta’nın hayali Habsburgların hâkimiyeti altında Avusturya, Macaristan ve Slavlardan oluşan bir Slav monarşisidir.  Genç yaşta Amerika'ya gider boya fabrikalarında kimyager olarak çalışarak çok para kazanır ve Amerika’daki boya fabrikası onu zengin eder. Vatan özlemi ile geri döner. Viyana’ya yerleşir, bir Sloven partisi kurar, Zagrep’te iki gazeteyi satın alır.  Avusturya-Macaristan'da üçlü monarşiyi, yani Avusturya ve Macaristan'a eşit statüde bir Slav devleti yaratılması fikrini oğluna miras bırakır.

***

Birinci Paylaşım Savaşının başlamasından hemen önce, tahtın varisi hayattadır. Kitabın ana kahramanı Franz Ferdinand Trotta, sırf annesini yatıştırmak için formalite gereği kaydolduğu hukuk öğretimi sırasında amaçsız bir hayat yaşamakta ve eğlenmektedir. Üniversiteye hiç gitmez. Tek tutkusu, Macar askerî soylularından Macar Baronu Kovacs'ın kız kardeşi Elisabeth Kovacs'a olan aşkıdır. O zamanlar “Dekadan”  denilen yarı sahte yarı abartılı bir bezginlik, nedensiz can sıkıntısı moda olduğundan uzun zaman bu aşka karşı koymaya çalışsa da beceremez. Annesine Elisabeth’den de bahsedemez.

Bu süreçte Avrupa’da sınırları haritalarda belirlenmiş ancak halkların hâlâ kabullenemediği en geçirgen ve belirsiz sınırlarla örülmüş bu coğrafyada… Macarlar en temel ulusal haklarını ellerinden alırken Slovenler,  isyankâr görünüp tuhaf bir şekilde kralın doğum gününü kutlamaktadır.

Öyle ki, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun ulusal marşı “Got erhalte”’yi söyleyen Slovenler, Galiçyalı Polonyalılar ile Rutenyalılar, Borislav’daki cüppeli Yahudiler, Saraybosnalı Müslümanlar, Bačka’daki at tüccarları, Mostarlı kestane kebapçılarıyken…  

Brunn ve Eger’deki Alman Üniversiteleri, diş hekimleri, eczacılar, berber çırakları; Linz, Graz Ve Knittelfeld’deki fotoğraf sanatçıları, Alp vadilerindeki guatrlıların hepsi " Die Wacht am Rhein (Ren Nehri'ndeki Nöbet ) Alman vatanseverlik marşını söylerler. Şarkının kökenleri tarihi Fransız-Alman düşmanlığına dayanır ve özellikle Fransa-Prusya Savaşı, I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı sırasında Almanya'da popülerdir.

Nitekim bunun yansıması olarak Avusturya’daki rejim, Nibelung Sadakati olarak anılan; - Nibelungentreue, yani bir davaya veya kişiye karşı mutlak, sorgusuz sualsiz, aşırı ve potansiyel olarak felaketle sonuçlanabilecek sadakat kavramı- kapsamında batacaktır.

Nibelungentreue daha sonra, Doğu Almanya'da Nazizmden arındırma sırasında, 1980'lerde Batı Almanya'da, özellikle Schutzstaffel'in Meine Ehre heißt Treue(=Onurum Sadakattir) sloganıyla bağlantılı olarak Nazi ideolojisine karşı, aşağılayıcı bir şekilde, kullanılır. Marksist tanımlamada faşizm ve militarizmle ilişkilendirilen fanatik bir " Cermen " askeri sadakatini açıklar.

***

Engels’’n Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim kitabındaki alıntılarımızı kitabın kurgusuna yansıtan yukarıdaki altı paragraf, romanın önemli karakterlerinden  Kont Chojnicki’nin öngörüleridir. Franz’ın arkadaşları arasında en yaşlı ve en bilge kişidir. Hiçbir mesleği yoktur. Hangi dinden, renkten, ulustan olursa olsun garsonlara, arabacılara, hizmetçilere ve postacılara dostça davranır ki bunların arasında Franz’ın kuzeni Joseph Branco’nun arkadaşı faytoncu Yahudi Menes Reisiger de vardır. Buna karşılık orduda, idarede veya diplomaside kariyer yapma tekliflerini, "devleti yöneten ve 'kuş beyinli aptallar' diye adlandırmayı sevdiği" kişilere duyduğu aşağılamadan dolayı her zaman geri çevirir. Onurlu duruşu ve karakterinden doğan otoritesi nedeniyle Avusturyalı yetkililerin direnişini kırabilen bir kişidir.

Bu süreçte Franz’ın neşeli ve oldukça uyanık Sloven kuzeni Joseph Branco'nun ufak bir miras paylaşımı nedeniyle Franz’ı ziyareti,  izleyen yıllarda Franz’ın hayatında önemli değişikliklere neden olacak olayların başlangıcıdır. Nitekim kendisinin Joseph ile Menes’in yaşadığı şehre yaptığı ziyaret sırasında Birinci Paylaşım Savaşı başladığında… korkuyla, sıkıntıyla ve acının o boğucu önsezisine karşın duyduğu gurur verici bir kıvançla Franz, Joseph ile Menes’e olan güçlü duygularla aynı askeri birlikte kaderini bağlar.  Ölüm, o günlerde onlara bir sıçrayışta ulaşmaya çabaladığı, ama başaramadığı karşı kıyı gibi görünmektedir.  

Franz Trotta, Doğu cephesine gitmeden önce Elisabeth ile evlenir. Annesiyle vedası, ister uzak ya da yakın, ister ölüme gitmiş olsun tekrar görmeyi ummasa da daima bekliyormuş gibi davranan anaların tavrıdır. Ancak, Trotta annesinin onu değil, kocasının oğlunu sevdiğini hiç aklından çıkarmamıştır ve bunu şu tümce ile açıklar.   “Ben, annemin sevgilisinden kalan mirasla, sevgilisinin kasıklarından çıkan kaderle ana rahmine düşmüşüm.”

Trotta’nın izleyen hayatında, artık her şey bambaşka, her şey tuhaf, tanınmayacak kadar değişmiştir. Bir sabah alayının üçte ikisinin esir alındığı Krasne-Brusk savaşında Ruslara esir düşer altı ay sonra Tataristan’ın kuzeyinde Vyatka’dadır. Trotta’nın dürüstlüğü yanında uyumlu bir esir olarak davranan üçlü, gürültülü, cömert, geniş yürekli Kazak Teğmen Andrei Maksimoviç Krassin’in onları kaçak gösterip sözde infaz ederek kayıtlardan yok etmesi ve üçünü de kızağa bindirip… Kimseye "kim olduğunu veya nereden geldiğini" asla sormayan… Bir köpek ve iki av tüfeğiyle tek başına yaşayan… Kürk taciri, sessiz ve dindar, Polonyalı dostu Jan Baranoviç’e göndermesiyle kurgu yeni bir anlam, Trotta da yeni bir yaşam felsefesi ile deneyimi kazanır. Trotta için Barankoviç bir baba, evi memleketi, ekmeği memleketinin ekmeğidir. Huzuru koruyabildikleri süre burada kalırlar. Ancak Joseph ile Manes’in huzuru bozmasıyla kovulurlar ve kampa dönmeleriyle verdikleri bir tutam çay ve tütünle yaşamlarına yeni bir yön verirler.

Dört yıl sonra geri döndüklerinde Trotta ve savaş öncesi yoldaşları artık bu yenidünyada yollarını bulamamaktadırlar. Geçmiş ile bağlantıları kopmuş, güne yabancı, geleceği de öngörememektedirler. Trotta ve eski dostları için, geçimini sağlama zorunluluğu anlaşılır gibi değildir. Trotta’nın babasından miras üçlü monarşi hayali bitmiş hatta vatanın sürdürülebilirliğine olan inancını yitirmiştir.

Elisabeth, evden ayrılmış,  unvanını aldığını belirttiği Viyana ve Budapeşte akademilerinde geçmişi ve diploması bulunamamış, sözde sanat profesörü, erkek görünümlü, Jolanth Szatmary tarafından adeta esir alınmış, emeği ve cinselliği sömürülmektedir. Trotta, Elisabeth’in kâğıttan kocasıdır. Jolanth ile Elisabeth’ın kurdukları tasarım şirketinin üçüncü ortağı: Alnında Almanya’nın birleşmesinin kaçınılmaz olduğunu simgeleyen Borissia dövmesiyle Reich kökenli Alman, Kurt von Sttentenheim, hem şirketi, hem de kendisine âşık olan Trotta’nın annesi üzerinden Trotta Ailesini dolandırmaktadır. Neyse ki, Trotta’nın tarifiyle “Avukatımız, İbrahim peygamberin torunu, bir hayır duanın ve lanetin mirasçısı…Avusturyalı olarak düşüncesiz, Yahudi olarak hüzünlü,…duygulu ama tam da bir duygunun tehlikeli olmaya başlayacağı sınıra kadar duygulu, yamuk oynak kıskaçlı gözlüğüne rağmen her şeyi net gören kardeş gibi sevdiğim Kiniower, Tattersaal’de binicilik merkezi ortağı olduğunu söyleyen Kurt von Sttentenheim’ın yalancı olduğunu belgelendirmiş ve ondan uzak durulmasını söylemiştir. Savaş tahvillerine yatırılan ailenin parası kaybolmuş, ev ipoteklidir ve Trotta bir hizmetçi, bir telefon, sekiz yatak ve zillerle, evi pansiyon olarak kiralamaya başlar.

Bu arada Mart 1933'te Avusturya parlamentosunda oylama izleğindeki usulsüzlükler nedeniyle çıkan anayasal çıkmazdan yararlanan Engelbert Dolfuss ploreteryayı ezip Avusturya Cumhuriyetini yıkarak Katolik ve faşist bir rejim kurma hazırlığındadır. Duyumları ile  Trotta da oğlu Franz Joseph Eugen’i güvence altına almak için Paris’e dostu Laveraville’in yanına gönderir.


Beklenen olur, 3 Mart 1938’de Avusturya’da hükümet düşer, Yeni Alman Halk Hükümeti kurulur. Monarşiyi oluşturan her şey artık, İmparator Mezarlığı'na toplanmış eski düzenin sembolleri ile birlikte eski yaşam biçimi sonsuza dek mezarlığa gömülmüş durumdadır. İmparator Franz Joseph İmparator Mezarlığı’nda sadık asker kaçağı baba Trotta  Hietzinger Mezarlığında yatmaktadır. Anlaşılır Çevirisi nedeniyle Firuzan Gürbüz Gerhold’a teşekkür ederim. Kalın sağlıkla ve kitapla…

08 Haziran 2025  mehmetealtin, 441/ CCXXII
Alfa Yayınları, 2019

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/



§ Almanya’da Devrim Karşı Devrim, F. Engels, Birlik Yayınları, Şubat 1975

 

§ Almanya’da Devrim Karşı Devrim, F. Engels, Birlik Yayınları, Şubat 1975 s.49

§ age, s. 59

§ age, s. 78

[1] Johann Josef Wenzel Anton Franz Karl, Graf Radetzky von Radetz (2 Kasım 1766 - 5 Ocak 1858) Çek bir asilzade ve Avusturyalı mareşaldi. Napolyon Savaşları'nın son dönemlerinde Habsburg monarşisinde genelkurmay başkanı olarak görev yaptı ve Trachenberg Planı ve Leipzig Seferi'nin başlıca mimarlarından biri olarak müttefiklerin zaferinde etkili oldu. Disiplin ve adaletle ünlendi; askerleri arasında Vater ('Baba') Radetzky olarak tanınıyordu. En çok, Birinci İtalyan Bağımsızlık Savaşı sırasında Custoza (24-25 Temmuz 1848) ve Novara (23 Mart 1849) Muharebeleri'ndeki zaferleriyle tanınır.

 

Johann Strauss I'in Radetzky Marşı, Radetzky'nin Custoza Muharebesi'ndeki zaferlerini anmak için sipariş edilmiştir. İlk kez Avusturyalı subayların önünde çalındığında, koroyu duyduklarında kendiliğinden alkışladılar ve ayaklarını yere vurmaya başladılar. Leopold Weninger (1879–1940) tarafından hazırlanan bir orkestra versiyonunda melodinin ilk tekrarında sessiz ritmik alkışlama, ardından ikinci tekrarında gürleyen alkışlama ile gelen bu gelenek marş klasik müzik mekânlarında çalındığında sıklıkla gözlemlenir.

§ age, 97-119

[2] Bkz. Radetzky Marşı, Joseph Roth, Can Yayınları, 1.Baskı,


16 Şubat 2025 Pazar

 

Ayrılışın Hatırası, Abdulrazak Gurnah 

Çeviri: Müge Günay  

  Bağımsızlık yakındı ve bunun bize getireceği fırsatları konuşuyorduk. Ama öyle olmadı, sanırım kendimizi birlik ve bütünlüğe ve ırksal ayrımın ortadan kalkmasına ilişkin hayallerle avuturken bile biliyorduk bunu.

Arapların, Hintlilerin ve Avrupalıların elbirliği ile Afrikalılara zulmetmesinden, onları istismar etmesinden müteşekkil tarihimiz düşünüldüğünde bundan başka bir şey beklemek saflık olurdu.” s.39

***

1948 yılında Zanzibar’da doğan, İngilizceyi İngiliz okullarında, Arapçayı Kuran kursunda öğrenen Abdulrazak Gurnah, anadili Svahili olsa da kitaplarını İngilizce yazmıştır. Dolayısıyla İngiliz Edebiyatında anılır. 1968’de İngiltere’ye giden Gurnah, yükseköğrenimini Kent Üniversitesi’nde tamamlamış, doktora tezinde “Kolonyal Söylemin Doğu Afrika, Karayip ve Hindistan Edebiyatında İzdüşümleri” konusunu işlemiş, Kent Üniversitesi’nde emeritus profesör olarak İngiliz edebiyatı ve post kolonyal edebiyat üzerine dersler vermiştir. 2021 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne lâyık görülen Abdulrazak Gurnah, bir yandan doktora tezini tamamlarken bir yandan da otobiyografisinin izdüşümünü taşıyan “Ayrılışın Hatırası” adlı bu ilk romanını yazmıştır.   

Abdulrazak Gurnah’ın ilk romanı, Ayrılışın Hatırası, hemen her eserinde olduğu gibi yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan mağdurların, kölelerin, sömürülenlerin, yerleştikleri yeni yerlerde toplumla ilişkilerini ve hayatlarını işlemektedir. Betimlemeleri bunlar üzerinedir. Sömürünün boyutlarını gösterir, ancak sömürülenlere yol göstermez. Her biri, kültürel incinmeye maruz kalan, bu nedenlerle kişiliklerinde baskı oluşan, yabancı bir kültürde izole edilen sığınmacı, mülteci ve/veya göçmenlerin iç içe geçmiş hikâyelerini anlatırken, konusunu zenginleştirecek -anlatmaya değer- hikâyeler varsa bunları önemli bulur ve her karakteri ve kişiliği göç ve cinsel ilişkilerden oluşan bir düzlemde ele alır.

Etiyopya asıllı Amerikalı yazar, Maaza Mengiste, Gurnah'ın eserlerini şöyle tanımlamıştır: "Kesinlikle yılmayan, ancak aynı zamanda Doğu Afrika halkı için tamamen şefkatli ve yürekten gelen eserler yazmıştır.” Çoğunlukla sessiz çığlıkları duyulmayan ezilenlerin hikâyelerini yazsa dahi, onları dinlememiz konusunda ısrar etse, sorunun özünü bilse, düzenden nefret etse de siyasal başkaldırıya yer vermez. Verse dahi yakınmadan öteye gitmez. Karakterlerinin siyasal kimlikleri yoktur. O türlere yer vermez, yer verse de soluktur, sorgulamaya değmez… ve ne yazık ki, bu hiç değişmez. Bu kitaplarının genelinde böyledir, ama bu kitabındaki karakterlerinin söylemleri oldukça keskindir.

Kitabın ana karakteri Hasan’ın ağızından konuşan yazarın, kolonyalistler ve yeni rejim hakkındaki fikirlerini;

·         “Kendilerini Allah’ın seçilmiş halkı olarak, dünyayı inançsızlıktan kurtarmak için çıplak taştan ve topraktan doğduklarını sananlar, yetişkin oğullarını bizi yağmalamaları, kan akıtmaları, kadınlarımızı hamile bırakmaları için yolladılar. Kadınları, kocalarının kuşkusuz Allah’ın onları köleleştirmeleri için yolladığı siyah paganlar sayesinde zenginleştiğini biliyorlardı. Bunu bilmelerinin verdiği kalpsiz eminlikle ruhlarını satmışlardı.  

·         Yüzyıllardır kan bağıyla bağlı olduğumuz Hintli, Arap ve anakaradaki yarı–kardeşlerimiz Tanzanyalılar ve karıştığımız ırklarla birlikte gururla yürüdük. Oysa bir parçası olduğumuzu iddia ettiklerimiz, bizi tanıdıkları halde sömürücülerle birlikte azgın ve hoyrat oğullarının piç evlatları olarak gördüler, yok sayıp aşağıladılar.

·         Şimdi özgürüz! Şimdi onlardan bizim aleyhimize konuşmayanları cici sandıklarımızı seçiyoruz.  Başkanımız itibarından yitirmeden İngiltere kraliçesinin kılıcını ve kıçını öpüyor. Aşırı şişman, gücünün çürümüş meyveleriyle şişmiş, yozlaşmış, ahlaksız ve tiksindirici. Artık tanklı ve makineli tüfekli bir orduya dönüşmüş, yalnızca tek bir düşmana karşı, halka karşı duran, çevik kuvvet polisleri tarafından korunuyor. Askerler, artık bir eve girmeden önce kapıyı çalma gereğini duymuyorlar.”

sözleriyle özetleyebiliriz.

***

Çevirmen, Müge Günay’a göre; anlatıda romanın kahramanı Hasan’ın yalnızca ülkesinden ayrılıp, Nairobi’ye gittiği, araya uzaklığın girdiği üç haftalık bir zaman atlaması görülür. Bu üç haftalık zaman dışında, yazar yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan mağdurların, kölelerin, sömürülenlerin öykülerini bugünden geçmişe bakarak  kurar. Annesinden, babasından, halkından, Allah’ından nefret eden anlatıcı, yani Hasan, -tıpkı yazar gibi- hem İngiliz eğitim ve öğreniminden, hem camiden ve Kuran kursundan, hem de evdeki yerel kültürden beslenmiş bir kişidir.

***

Güverteleri ahır gibi koğuşa dönüştürülmüş, yataklarında döşek olmayan, sefaletin kokusunun, Köle Yolu’nun iniltisinin yankılandığı, devamlı olarak Bombay ile Madras arasında göçmenleri taşıyan bir gemide sağlık görevlisi olan kitabın ana karakteri Hasan’ın geçmişindeki öyküsüne bugünden bakarsak;

Yaşadığı çevrede yoksulluğun ve dinsel tutsaklığın yarattığı cehalet ürünü ahlâksızlık, evlere ve her türlü kurumun eşiğinden tavan arasına kadar sızmış… cinsel, fiziksel şiddet ve taciz alıp başını gitmiş… insanlar umutsuz, sevgisiz, güvenliğin olmadığı bir ortamda, ne olacağı belirsiz günlerin içinde debelenip durmaktadır.

Biri diğerine kıl ibrişimle bağlı evlerden ibaret bu sosyal öbekte yaşayan ailesi: Uganda’nın iç kesimlerinden bir siyahla sevgili olabileceği korkusuyla evlendirilen, çocuklarına verebileceği hiçbir öğüdü olmayan, tevekküle yatmış annesi… ölmeye yazmış kefeni hazır, her yere, her şeye gardiyan gözüyle bakan babaannesi… sokakların dirlik düzenliği ondan sorulur kabadayı abisi Sait… yine sokakların göz alıcı güzeli, hayat kadını olmaya namzet ablası Zekiye… hayalperest kız kardeşi Saide… ve cinsi sapık, alkolik bir babadan ibarettir. Evin bireyleri yaşama, çevreye ve hayata yabancı, yitirdikleri yaşama sevinci ve özgüvenleri ile yakın çevrelerinin genel davranış biçimini oluşturan laboratuvar fareleri gibidirler.

Sait altı yaşına geldiğinde oğlanları becermeye başlamış, hiçbir zaman uysal birisi olmamıştır. Bir gün Hasan’ı ve abisi Sait’i hırsızlıkla suçlayan babaları, Sait’i öfke ve nefretle dövmüş, aynı gece Sait yatağında uyuklarken başucunda devrilen mum, etrafı tutuşturmuş ve Sait ölmüştür.

Sait’in ölümünü izleyen günlerde, bazılarının gençken belalı ve itin teki olduğunu söyledikleri babası siyah küçük çocukları kaçırıp, Araplara sattığı, ayrıca küçük bir oğlanı iğfal ettiği iddiasıyla hapse atılmıştır.

Zekiye erken olgunlaşmış ve göz alıcı ve çarpıcı güzelliğini gizlemeye hiç yeltenmiştir. Ona gardiyanlık yapan babaannesi ile annesinin dikkatinden kaçmanın bir yolunu hep bulmaktadır. Sonuçta, öğretmenlerinin birinden hamile kalır. Ama bunu babalarından sakladıkları gibi öğretmen de bir köye tayinini isteyerek kaçar. Zekiye’nin geleceği er ya da geç birisinin metresi olmak üzere çizilmiştir.

Hayalperest Saide ise birkaç gün ev işlerine yardım ettikten sonra yine savruk haline dönüp huzur içinde kendi âlemine dalmaktadır.  

Hasan ailesinden nefrete varan düzeyde uzaktır ve doğduğu bu dünyaya karşı korku ve tiksinti haricinde hiç bir şey hissetmemektedir. Mastürbasyonun günah olduğunu söylerken öğrencilerin anüslerine yönelen yaşlı ve adi mollaları dinlemeyi bırakıp futbola yönelmiş, ona yürüyen Sud’u da dövdükten sonra hiç kimse bir daha ona bakarak dudaklarını ıslatamamıştır.

Hasan sessizliğiyle sapasağlam durmaktadır. Biricik amacı her zaman aşağıladığı kolonyalist İngiltere’ye kapağı atmak, becerebilirse okumaktır. Bu nedenle limanda her gün volta atmaktadır. Rejimin, okul bitirme sınavlarının sonuçlarını, -öğrencilerin başka bir yerde daha iyi bir gelecek aramalarından korktuğu için- geciktiriebileceğini düşünmek bile istemez. Alma olasılığı düşük olsa da her şeye rağmen pasaport başvurusu yapmaktan çekinmez ve hedefe kilitlenir.

Hasan bu fikre kendini alıştırmaya çalışırken, annesi “Nairobi’deki kardeşim Ahmet, babamız öldüğünde dükkânımızı sattı. Beni soydu.” diyerek, Hasan’ın Nairobi’ye gidip dayısından miras hakkını almasını ister. Babası da bu fikri onaylar ve yol parası vererek Hasan’ın Nairobi’ye gitmesini sağlar. Kitap burada şimdiki zamanın anlatısına dönüşür. Hiç görmediği, bilmediği, sosyal ilişkileri farklı, kadın erkek birlikteliğinin kısmen serbest ve rengârenk bir giysiye büründüğü, oldukça gürültülü bu yeni dünyada, suskun Hasan olur şaşkın… her türlü düzenbazlıkla kazandığı serveti ile saray gibi bir evde yaşayan, sıkılan elini sanki giysilerinin kirlenmesini istemiyormuş gibi bedeninden uzakta tutan dayısı ise zalim ve kibirlidir.

 

Hasan’ın dayısının Selma adında güzel ve zeki bir kızı vardır. Hasan ile Selma arasındaki sorgulayıcı, çekingen, sınıf farkından doğan çatışmalı söyleşiler, arkadaşlığa ve giderek -Hasan’ın düşüncesiyle- Selma’nın onu zararsız, gülünç genç bir adam, cömertliğine lâyık bir budala olarak görmesine, bir tehdit olarak görmek istemediği romantik bir aşk denemesine dönüşür. Hasan, Selma ile baş başa kalmamakta, ama yine de ondan hoşlandığını anlamasını sağlayacak tehlikeli ve karmaşık bir oyun oynamaktan da geri durmamaktadır. Dayısı durumu anlar ve Hasan’ı kovar. Hasan, ona “ Aptal bir adamsın sen ve umarım yaptıkların için Allah seni affeder. Kızın için hapishane kurabilirsin ama ben onun için geri geleceğim.” diyerek evden ayrılır. Artık, Hasan’ın hayatında yeni bir yol açılmış Bombay ile Madras arasında gidip gelmekte, Selma’ya kavuşmayı düşlemektedir.

***

Gurnah’ın bu kitabında, satırlarda yaşamın gerçekleri üzerinden… satır aralarında da gerçekler içinde cinselliğin nasıl konumlandırdığını, cinsel davranışlar üzerindeki itirazların nasıl kötüye kullanıldığını, eşcinsellik ve fuhuş yapan karakterlerin kişisel özerkliklerini korumak için nasıl pazarlık yaptıklarını veya başkaları üzerinde nasıl baskı kurduklarını okumaya ve anlamaya çalıştım.

 

Bu nedenle, anlatı, gücü ve boyun eğme biçimlerini cinselleştirmekte ve/veya eşcinseleştirmekte, türüne göre cinselleşen bedeni, kavgaya çekmektedir. Yazar, bu yolla sosyo-ekonomik özeleştiri yaparak; egemen ve güçlü kişinin, hem kendi bedenini hem de başkalarının bedenini kötüye kullanarak sürdürdüğü güç biçimlerini yasaların, dinin ve kamu vicdanının önünde nasıl yok saydığını, irade eksikliğinin karakterleri nasıl kolayca cinsel ve ekonomik tacizlere maruz bıraktığını çarpıcı bir biçimde göstermektedir.

***


Gurnah, bu romanda, izleyen romanlarının aksine, sınıf çatışmalarının neden/sonuç ilişkilerinden, kendi deyimi ile -klişe ve genellemelerin körlüğünden- uzak tutmak  şöyle dursun.. üstüne, üstüne bir de bel altına iniyor. Özetle Gurnah, kitabın kahramanlarının kişiliğinde ülkesinin kültürel ve ekonomik varsıllıklarının sömürülüşünü, iç içe yaşayan halkların yabancılaşmasını, umut ve çaresizliği, -çeviriden kaynaklanan birkaç kere okunması gerekli- tümceler, örneklemeler ve göndermeler yaparak, mizah ve ironi katarak anlatıyor.  Kalın sağlıkla ve kitapla…


Not: Kitabın 59. Sayfası bugünlere göndermede bulunacak kadar ilginçtir. Dört satırlık alıntı aynen şöyle: “ İsrail’in Altı Gün Savaşını kendi başına kazanmadığı konusunda herkes hiç tartışmasız aynı fikirdeydi. Adamlardan biri Adolf Hitler’in İsrail’in reisi olduğunu ve Kral Hüseyin’in savaş planlarını ona sattığını bildiğini ileri sürdü.”


16 Şubat 2025  mehmetealtin, 2/ CCXXI

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------  

İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2022