1 Mart 2023 Çarşamba

 


Profesör Andersen’in Gecesi

Dag Solstad 

Çeviri :  Banu Gürsaler Syvertsen

 

Size, daha önce “Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı” adlı kitabı ile tanıttığım,  Norveç edebiyatının önemli kalemlerinden Dag Solstad: “Profesör Andersen’in Gecesi” adlı kitabında, günümüzde var olmanın dayanılmaz yalıtılmışlığını ve yalnızlığını Edebiyat Profesörü Pal Andersen’in kişiliği üzerinden işlemektedir. Kitap, bilinç akışına örnek gösterilebilir.  Yazar, altmışlı yılların gençliğini ve üniversite yıllarını derinlemesine sorgular. Profesör Andersen ve arkadaşlarını, geçmiş zamana karşı, şimdiki zamanda konumlandırır.

Ülkenin en eski üniversitesinde görevli, sosyal konumu yüksek, Henrik İbsen[1]  uzmanı bir edebiyat profesörü olan anlatıcı karakter, Profesör Pal Andersen;  Noel gecesi karşı karşıya kaldığı bir cinayetle, varoluşun temelleri olan etik ve doğruluk boyutunda kendini sorgulamak zorunda hissetmektedir. Bu süreçte yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini, inançlarını, sistemi sorgulamaya ve gerektiğinde bahaneler uydurmaya, giderek de başkaldırmaya başlar.

Kültürel ve toplumsal alanda giderek yalnızlaşır. Bu, onun, bir insan olarak yabancılaşmasıdır. Diğer yabancılaşması ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Böylece kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline geldiğini fark eder ve bu sarmala kapılır gider.

***

Romanın öyküsünde, Pal Andersen’in altmışlı yıllarda üniversite yıllarındaki fotoğrafında; günde iki paket sigara içen, haftada üç dört kez, sigara dumanına boğulmuş… Kalabalık ortamlarda beş altı şişe bira tüketen, sabahları akşamdan kalma haliyle uyanan… Bu nedenle üniversitede, kendisini bekleyen günlük çalışmalara zorlukla gidebilen solgun benizli bir genç vardır. Bitmek bilmeyen derin düşünceleri, takırdayan eklemleri ve gevşek bedeniyle hayatını kapalı alanlarda geçirmektedir. Karmaşık ve daha önce denenmemiş biçimdeki avangart (=öncü) bir sanat eserini ender de olsa anladığını hissettiğinde duyduğu mutlulukla geleceği parlak genç bir adam olsa da kendine çizdiği imkânsız hayata dair inancı hep şüphelidir. Güçlü ve etkin bağlarla bağlı olduğu arkadaşları arasında, tıp öğrencisi, Bernt Halvorsen ile tam kafa dengidir. “NATO’ya ve nükleer silahlanmaya evet, avangart sanata hayır!” diyenlere karşıdır. Aşırı sola kaymamış, devrimci Marksist-Leninistler’e, efsanevi Maoist İKP(m-l)[2]liler’e, bulaşmamıştır.

Profesör Pal Andersen’in güncel fotoğrafında; kendini beğenmiş havası veren o geriye yatırılmış başı, en tipik halidir. Elli beş yıllık hayatı boyunca kurtulamadığı derin özgüvensizliği gizlemek üzere uydurulmuş ve kurgulanmış bir pozisyon… Zamanın ruhu, tutsağı olarak içinde yaşayanlardan gizlenir ama başka zamanlarda çekilmiş fotoğraflara bakarak, gelecekte yaşayan bizlere, dışarıdan gözleyenlere, gösterir kendini… Geçmişte, o ve arkadaşları kendine özgü ve tarihteki yerleri kolayca teşhis edilebilecek bir gurup olarak görülürken, şimdi onları diğerlerinden ayıran özellik nedir?

·         Sosyal statülerine uygun bir şekilde yiyor, içiyor ve yaşıyorlardı. Yazlıkları, arabaları, tekneleri vardı. Refah seviyeleri giderek artıyordu. Ancak bunların kendileri için hiçbir şey ifade etmediğini söylüyorlardı! Kullanma hakkına sahip oldukları güçten, görev zorunluluğundan ve ait oldukları sosyal tabakadan hoşnut değillerdi. Oldukları şeyi, inkâr ediyorlardı. Başhekim, şef psikolog, daire müdürü, takdir toplayan aktör, edebiyat profesörü oldukları halde her biri kendi içinde görevlerinin gerektirdikleri ile uyuşamadıklarını hissediyorlardı. İçlerinden biri çok pahalı bir şey aldığında, satın alan, bunu kişisel bir sapma olarak nitelendiriyor… Zamandan bağımsız entelektüeller olmadıklarından, ticarî anlayışın hâkim olduğu bir çağda kitlelerin gönüllerine hitap eden şeylerden kolaylıkla etkilendiklerini, söylüyorlardı.

 

·       Kazanımları istem dışıydı. Kişisel sapmaları hoş görülmeliydi, düzenin parçası olmasalar da törpülenmiş dilleri, cici gereçleri ile göstermelik tüketim eğilimleri, uyumlu yaşamlarının ana etmenleriydi. Bedenin sınırları zorlanmalı, hazlar en üst düzeye çıkarılmalıydı. Bu bağlamda Andersen’ın de düzenin ortak paydasında yer bulamayan düşünceleri ile yaşantısı çatışma halindeydi. Bu süreçte, yaşamını, öğrendiklerini, öğrettiklerini ve inançlarını, sistemi sorgulamaya ve gerektiğinde bahaneler uydurmaya başlar, hatta giderek başkaldırır hâle gelir.

***

·         Profesör Andersen, bir edebiyat profesörü olarak da edebiyatın geleceğinden korkuyor, çok uzun ömürlü olmayacağını düşünüyordu. Edebiyatın ayakta kalmasını biçimsel görüyor, güncel anlayışın kitlelerin gönüllerine hitap etme ve coşku yaratma konusundaki benzersiz yeteneğinden kuşku duyuyor, sanatın insanı sarsıcı etkisi ile bunun karşıtı olarak, için için hissedilen dışa vurulmayan haz verici etkisini meslektaşları ile tartışıyordu.

 

·         Henrik İbsen uzmanı olarak, günümüzde sahneye koyulan İbsen eserlerinin, artık İbsen’in eserlerine benzemediğini, İbsen’in şöhretinin sahneye satılık mal gibi koyulduğunu söyleyerek tartışmayı derinleştiriyordu. Örneğin Hedda Gabler adlı İbsen eserinin özünde mükemmel olduğunu düşünmekle beraber ilk sahneye koyulduğu tarihte Kristiana (=Oslo) burjuvazisinin sarsıldığını, ama artık neden kimsenin sarsılmadığını kendine sormaktaydı.  “Hedda Gabler’de;  bir generalin kızının panikle evlenmesi, evlilikten canı sıkılınca başkalarına hayatı dar etmesi, sonunda canına kıyması gibi bir tema, yüzyıllar boyunca tüm düşünce gücü ve duygu yoğunluğu seferber edilerek üzerinde durulacak bir şey midir?” ki… diye sorguladığı oyunun, yüz yıldan fazla yaşayacak kadar potansiyele sahip büyük bir oyun olduğuna inanmadığı halde, öğrencilerine bunu hissettirecek tek bir söz bile söylememekteydi. Hiç şüphe götürmeyen bir gerçek vardı ki, İbsen 1880 yılında ölseydi, eserleri unutulacaktı. Eski, modası geçmiş eser muamelesi görecekti. Ancak kuşkularını öğrencilere bildirmemeye özen gösteriyor, deneyimlerinin ileriye, gençlere taşınamayacak kadar değersiz şeyler olduğu gerçeğini, bir yük olarak üzerinde taşıyordu.

***

Kişiliğini yukarıda tanıttığımız Profesör Andersen, artık romandaki ana görevine, “Kimim ben?” sorusunun yanıtını vermeye hazırdır. Soru, bir Noel akşamında başlar. Pencereden bakarken karşı binada bir cinayete tanık olur. Bu, doğal olarak polise bildirilmesi gereken bir durumdur, ya da makas değiştirecek ve görmeze yatacaktır.

 

Polisi arama düşüncesi doğaldır. Ama dakikalar ilerledikçe erteler. Bunun her zaman mümkün olduğunu düşünür ve rahatlar. Ancak tam da bu rahatlama hissi içine yayılacakken, bu düşünceyi asla hayata geçiremeyeceğinin ve bunun kendisini yalnızca bir an için mutlu edecek bir fikir jimnastiği olduğunun bilincine varır. Telâfi edilemez bir şeye tanık olmuştur; bu durumda yapabileceği bir şey yoktur. Gerçeği sorgulama, gizleme, aslında yokmuş gibi davranma evresine geçer.

 

Romanın bu noktasında bir polisiye okuyacağınızı öngörürseniz yanılırsınız. Yazar, hepimize bir çalım atar ve Andersen’in belleğindeki bilinç kaymalarıyla bir tür suç karşıtı roman yaratır. Çünkü yazar bize bir cinayeti değil, cinayet nedeniyle nefes, nefese kaldığı bir duygusal yolculukta yön bulmakta zorlanan bir karakteri anlatacak, kendi hayatını sorgulayacaktır.

Andersen’in katili ihbar etmemesi ona rahat huzur vermemiş, toplumun nefesini ensesinde hissetmeye başlamıştır. Ancak, bir katil bile olsa o adamı ihbar etmek düşüncesini kabullenmez. Varlığını dünyayı haberdar etmekten geri durduğu katile böylece bağlanmış olur. Üstelik bir de katille yüz yüze gelmesi ve ondan da kurtulamaması eklenince özüne dönerek öfkelenir ve kendine çıkışır. “Kimsenin sadece kendine ait tanrısı olamaz. Tanrıtanımazlar dâhil!” Ateist Profesör Andersen, aynı zamanda Tanrı'nın emirlerini sorgulamaksızın gördüklerini ilişkilendirmenin imkânsız hâle geldiğini hisseder, Tanrı’nın varlığını kavram olarak kabullenmek durumuyla karşı karşıyadır.

İhmalden doğan günahı nedeniyle girdiği çıkmazla ilgili ilahî emir verecek bir zorunluluk olarak Tanrı’yı tanır. Ama katilin taşlanması ve ilk taşı günahsız olanın atması gerektiği emrine itaat etmekte zorlanır. Tanrı, 20. yüzyılın sonlarında modern Norveç devletinin başkenti Oslo’da, Blinder’deki üniversitede ders veren Profesör Andersen’e ilkel bir eylemde bulunmasını mı buyurmaktadır? “Ben bu Tanrı ile hiç karşılaşmadım. Bu emre itaat etmekte zorlanmamda bir gariplik yok.” diye düşünür.

En iyisi, katilden kurtulmalıyım düşüncesi belirir aklında… Parmaklarımı şaklatır ve katil serbest kalır.

Bir banyo yapsam mı? Tabii neden olmasın? Sıcak bir banyo mutlaka iyi gelir bana diye düşündü Andersen…

***

Dag Soltad, Profesör Andersen'in Gecesi’ne klasik bir suç hikâyesiyle başlıyor, ancak bu tür, okurun beklentilerini aşıyor. Buna karşılık, bir tür suç karşıtı roman yaratıyor. Böylece günlük yaşantımızın ikilemleri, cinayetle ilişkimiz etrafında şekilleniyor.

Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…






18.02.2023 mehmetealtin, 139 / CCXV

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Nisan 2022



[1] Henrik Ibsen, (20 Mart 1828, Skien, Norveç - 23 Mayıs 1906, Kristiania (Oslo), Norveç) : Norveçli oyun yazarı ve şair. Eleştirel rasyonalizm edebiyat anlayışının tiyatrodaki öncüsü, çağdaş tiyatronun kurucularındandır. İzleyicilerin romantik oyunlara alışkın olduğu dönemde, gerçekçi oyunlar yazdı. Oyunlarında modern dünyaya ve insanlara getirdiği eleştiriler nedeniyle tepki gördü. Kadınların toplum içindeki yerlerini ve sosyal hayattaki itilmişliklerini, sanat eserlerinde ilk kullanan öncülerden biri oldu. Tüm oyunlarında bireyselliğin önemini ve her bireyin yaşamının bir noktasında topluma başkaldırması gerektiğini vurguladı. Oyunlarının yanı sıra 300 civarında şiiri bulunmaktadır

[2] İşçi Komünist Partisi (Norveççe: Arbeidernes Kommunistparti, AKP) bir Norveç komünist partisiydi (1973–2007). AKP bir Maocu partiydi ve Norveç'teki iki komünist partiden biriydi; diğeri, Sovyet yanlısı olarak kalan eski Norveç Komünist Partisiydi. İki taraf arasındaki ilişki, güçlü bir düşmanlıkla karakterize edildi. Partinin iç işleyişi doğası gereği gizliydi, örneğin kesin üye sayısı gizli tutuluyordu. Partinin programı, 1990'dan önce silahlı devrim çağrısı yaptığı ve o zamandan beri "devrimi silahlarla savunma" olasılığını açık tuttuğu için şiddetli ve aşırı olarak görülüyordu.

 

AKP ve Norveç ML hareketi, Joseph Stalin ve Pol Pot rejimleri de dâhil olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki Marksist ve Komünist rejimleri desteklemekle eleştirildi. AKP, Kamboçya'daki Kızıl Kmerler’i açıkça onayladı Pol Pot dönemindeki cinayetlere rağmen bu rejimi desteklemeye devam etti. AKP, o zamanlar, cinayetlerle ilgili raporları yeni rejime karşı bir karalama kampanyasının parçası olarak görüyor ve AKP'nin heyetleri ülkeyi ziyaret etmeye devam ediyordu.

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder