Profesör Andersen’in Gecesi
Dag Solstad
Çeviri
: Banu Gürsaler Syvertsen
Size,
daha önce “Lise Öğretmeni Pedersen’in
Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı” adlı kitabı ile
tanıttığım, Norveç edebiyatının önemli
kalemlerinden Dag Solstad: “Profesör
Andersen’in Gecesi” adlı kitabında, günümüzde var olmanın dayanılmaz
yalıtılmışlığını ve yalnızlığını Edebiyat Profesörü Pal Andersen’in kişiliği
üzerinden işlemektedir. Kitap, bilinç akışına örnek gösterilebilir. Yazar, altmışlı yılların gençliğini ve üniversite
yıllarını derinlemesine sorgular. Profesör Andersen ve arkadaşlarını, geçmiş
zamana karşı, şimdiki zamanda konumlandırır.
Ülkenin
en eski üniversitesinde görevli, sosyal konumu yüksek, Henrik İbsen[1] uzmanı bir
edebiyat profesörü olan anlatıcı karakter, Profesör Pal Andersen; Noel gecesi karşı karşıya kaldığı bir
cinayetle, varoluşun temelleri olan etik ve doğruluk boyutunda kendini
sorgulamak zorunda hissetmektedir. Bu süreçte yaşamını, öğrendiklerini,
öğrettiklerini, inançlarını, sistemi sorgulamaya ve gerektiğinde bahaneler
uydurmaya, giderek de başkaldırmaya başlar.
Kültürel ve toplumsal alanda giderek yalnızlaşır. Bu, onun, bir insan
olarak yabancılaşmasıdır. Diğer yabancılaşması ise, bizzat kapitalist pazarın
ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Böylece kendine,
kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın
bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline geldiğini fark eder ve bu
sarmala kapılır gider.
***
Romanın öyküsünde, Pal
Andersen’in altmışlı yıllarda üniversite yıllarındaki fotoğrafında; günde iki
paket sigara içen, haftada üç dört kez, sigara dumanına boğulmuş… Kalabalık
ortamlarda beş altı şişe bira tüketen, sabahları akşamdan kalma haliyle uyanan…
Bu nedenle üniversitede, kendisini bekleyen günlük çalışmalara zorlukla
gidebilen solgun benizli bir genç vardır. Bitmek bilmeyen derin düşünceleri,
takırdayan eklemleri ve gevşek bedeniyle hayatını kapalı alanlarda
geçirmektedir. Karmaşık ve daha önce denenmemiş biçimdeki avangart (=öncü) bir sanat eserini ender de olsa
anladığını hissettiğinde duyduğu mutlulukla geleceği parlak genç bir adam olsa
da kendine çizdiği imkânsız hayata dair inancı hep şüphelidir. Güçlü ve etkin
bağlarla bağlı olduğu arkadaşları arasında, tıp öğrencisi, Bernt Halvorsen ile
tam kafa dengidir. “NATO’ya ve nükleer
silahlanmaya evet, avangart sanata hayır!” diyenlere karşıdır. Aşırı sola
kaymamış, devrimci Marksist-Leninistler’e, efsanevi Maoist İKP(m-l)[2]liler’e, bulaşmamıştır.
Profesör
Pal Andersen’in güncel fotoğrafında; kendini beğenmiş havası veren o geriye
yatırılmış başı, en tipik halidir. Elli beş yıllık hayatı boyunca kurtulamadığı
derin özgüvensizliği gizlemek üzere uydurulmuş ve kurgulanmış bir pozisyon…
Zamanın ruhu, tutsağı olarak içinde yaşayanlardan gizlenir ama başka zamanlarda
çekilmiş fotoğraflara bakarak, gelecekte yaşayan bizlere, dışarıdan
gözleyenlere, gösterir kendini… Geçmişte, o ve arkadaşları kendine özgü ve
tarihteki yerleri kolayca teşhis edilebilecek bir gurup olarak görülürken,
şimdi onları diğerlerinden ayıran özellik nedir?
·
Sosyal statülerine
uygun bir şekilde yiyor, içiyor ve yaşıyorlardı. Yazlıkları, arabaları,
tekneleri vardı. Refah seviyeleri giderek artıyordu. Ancak bunların kendileri
için hiçbir şey ifade etmediğini söylüyorlardı! Kullanma hakkına sahip
oldukları güçten, görev zorunluluğundan ve ait oldukları sosyal tabakadan
hoşnut değillerdi. Oldukları şeyi, inkâr ediyorlardı. Başhekim, şef psikolog,
daire müdürü, takdir toplayan aktör, edebiyat profesörü oldukları halde her
biri kendi içinde görevlerinin gerektirdikleri ile uyuşamadıklarını
hissediyorlardı. İçlerinden biri çok pahalı bir şey aldığında, satın alan, bunu
kişisel bir sapma olarak nitelendiriyor… Zamandan bağımsız entelektüeller olmadıklarından,
ticarî anlayışın hâkim olduğu bir çağda kitlelerin gönüllerine hitap eden şeylerden
kolaylıkla etkilendiklerini, söylüyorlardı.
· Kazanımları istem
dışıydı. Kişisel sapmaları hoş görülmeliydi, düzenin parçası olmasalar da
törpülenmiş dilleri, cici gereçleri ile göstermelik tüketim eğilimleri, uyumlu
yaşamlarının ana etmenleriydi. Bedenin sınırları zorlanmalı, hazlar en üst
düzeye çıkarılmalıydı. Bu bağlamda Andersen’ın de düzenin ortak paydasında yer
bulamayan düşünceleri ile yaşantısı çatışma halindeydi. Bu süreçte, yaşamını,
öğrendiklerini, öğrettiklerini ve inançlarını, sistemi sorgulamaya ve
gerektiğinde bahaneler uydurmaya başlar, hatta giderek başkaldırır hâle gelir.
***
·
Profesör Andersen,
bir edebiyat profesörü olarak da edebiyatın geleceğinden korkuyor, çok uzun
ömürlü olmayacağını düşünüyordu. Edebiyatın ayakta kalmasını biçimsel görüyor,
güncel anlayışın kitlelerin gönüllerine hitap etme ve coşku yaratma konusundaki
benzersiz yeteneğinden kuşku duyuyor, sanatın insanı sarsıcı etkisi ile bunun
karşıtı olarak, için için hissedilen dışa vurulmayan haz verici etkisini meslektaşları
ile tartışıyordu.
·
Henrik İbsen
uzmanı olarak, günümüzde sahneye koyulan İbsen eserlerinin, artık İbsen’in eserlerine
benzemediğini, İbsen’in şöhretinin sahneye satılık mal gibi koyulduğunu
söyleyerek tartışmayı derinleştiriyordu. Örneğin Hedda Gabler adlı İbsen
eserinin özünde mükemmel olduğunu düşünmekle beraber ilk sahneye koyulduğu
tarihte Kristiana (=Oslo) burjuvazisinin sarsıldığını, ama artık neden kimsenin
sarsılmadığını kendine sormaktaydı. “Hedda Gabler’de; bir generalin kızının panikle evlenmesi,
evlilikten canı sıkılınca başkalarına hayatı dar etmesi, sonunda canına kıyması
gibi bir tema, yüzyıllar boyunca tüm düşünce gücü ve duygu yoğunluğu seferber
edilerek üzerinde durulacak bir şey midir?” ki… diye sorguladığı oyunun,
yüz yıldan fazla yaşayacak kadar potansiyele sahip büyük bir oyun olduğuna
inanmadığı halde, öğrencilerine bunu hissettirecek tek bir söz bile
söylememekteydi. Hiç şüphe götürmeyen bir gerçek vardı ki, İbsen 1880 yılında
ölseydi, eserleri unutulacaktı. Eski, modası geçmiş eser muamelesi görecekti.
Ancak kuşkularını öğrencilere bildirmemeye özen gösteriyor, deneyimlerinin
ileriye, gençlere taşınamayacak kadar değersiz şeyler olduğu gerçeğini, bir yük
olarak üzerinde taşıyordu.
***
Kişiliğini yukarıda tanıttığımız Profesör
Andersen, artık romandaki ana görevine, “Kimim
ben?” sorusunun yanıtını vermeye hazırdır. Soru, bir Noel akşamında başlar.
Pencereden bakarken karşı binada bir cinayete tanık olur. Bu, doğal olarak
polise bildirilmesi gereken bir durumdur, ya da makas değiştirecek ve görmeze
yatacaktır.
Polisi arama düşüncesi
doğaldır. Ama dakikalar ilerledikçe erteler. Bunun her zaman mümkün olduğunu
düşünür ve rahatlar. Ancak tam da bu rahatlama hissi içine yayılacakken, bu
düşünceyi asla hayata geçiremeyeceğinin ve bunun kendisini yalnızca bir an için
mutlu edecek bir fikir jimnastiği olduğunun bilincine varır. Telâfi edilemez
bir şeye tanık olmuştur; bu durumda yapabileceği bir şey yoktur. Gerçeği
sorgulama, gizleme, aslında yokmuş gibi davranma evresine geçer.
Romanın bu noktasında bir polisiye okuyacağınızı
öngörürseniz yanılırsınız. Yazar, hepimize bir çalım
atar ve Andersen’in belleğindeki bilinç kaymalarıyla bir tür suç karşıtı roman
yaratır. Çünkü yazar bize bir cinayeti değil, cinayet nedeniyle nefes, nefese
kaldığı bir duygusal yolculukta yön bulmakta zorlanan bir karakteri anlatacak,
kendi hayatını sorgulayacaktır.
Andersen’in katili ihbar etmemesi ona rahat huzur
vermemiş, toplumun nefesini ensesinde hissetmeye başlamıştır. Ancak, bir katil
bile olsa o adamı ihbar etmek düşüncesini kabullenmez. Varlığını dünyayı
haberdar etmekten geri durduğu katile böylece bağlanmış olur. Üstelik bir de
katille yüz yüze gelmesi ve ondan da kurtulamaması eklenince özüne dönerek
öfkelenir ve kendine çıkışır. “Kimsenin
sadece kendine ait tanrısı olamaz. Tanrıtanımazlar dâhil!” Ateist Profesör Andersen, aynı zamanda Tanrı'nın emirlerini
sorgulamaksızın gördüklerini ilişkilendirmenin imkânsız hâle geldiğini hisseder,
Tanrı’nın varlığını kavram olarak kabullenmek durumuyla karşı karşıyadır.
İhmalden doğan günahı nedeniyle girdiği çıkmazla
ilgili ilahî emir verecek bir zorunluluk olarak Tanrı’yı tanır. Ama katilin
taşlanması ve ilk taşı günahsız olanın atması gerektiği emrine itaat etmekte
zorlanır. Tanrı, 20. yüzyılın sonlarında modern Norveç devletinin başkenti
Oslo’da, Blinder’deki üniversitede ders veren Profesör Andersen’e ilkel bir
eylemde bulunmasını mı buyurmaktadır? “Ben bu Tanrı ile hiç karşılaşmadım. Bu
emre itaat etmekte zorlanmamda bir gariplik yok.” diye düşünür.
En
iyisi, katilden kurtulmalıyım düşüncesi belirir aklında… Parmaklarımı şaklatır
ve katil serbest kalır.
Bir banyo yapsam mı? Tabii neden olmasın? Sıcak bir
banyo mutlaka iyi gelir bana diye düşündü Andersen…
***
Dag Soltad, Profesör Andersen'in Gecesi’ne klasik bir suç
hikâyesiyle başlıyor, ancak bu tür, okurun beklentilerini aşıyor. Buna
karşılık, bir tür suç karşıtı roman yaratıyor. Böylece günlük yaşantımızın
ikilemleri, cinayetle ilişkimiz etrafında şekilleniyor.
Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…
18.02.2023 mehmetealtin, 139 / CCXV
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Nisan 2022
[1]
Henrik Ibsen, (20 Mart 1828, Skien,
Norveç - 23 Mayıs 1906, Kristiania (Oslo), Norveç) : Norveçli oyun yazarı ve
şair. Eleştirel rasyonalizm edebiyat anlayışının tiyatrodaki öncüsü, çağdaş
tiyatronun kurucularındandır. İzleyicilerin romantik oyunlara alışkın olduğu
dönemde, gerçekçi oyunlar yazdı. Oyunlarında modern dünyaya ve insanlara
getirdiği eleştiriler nedeniyle tepki gördü. Kadınların toplum içindeki
yerlerini ve sosyal hayattaki itilmişliklerini, sanat eserlerinde ilk kullanan
öncülerden biri oldu. Tüm oyunlarında bireyselliğin önemini ve her bireyin
yaşamının bir noktasında topluma başkaldırması gerektiğini vurguladı.
Oyunlarının yanı sıra 300 civarında şiiri bulunmaktadır
[2]
İşçi Komünist Partisi (Norveççe: Arbeidernes Kommunistparti, AKP) bir Norveç
komünist partisiydi (1973–2007). AKP bir Maocu partiydi ve Norveç'teki iki
komünist partiden biriydi; diğeri, Sovyet yanlısı olarak kalan eski Norveç
Komünist Partisiydi. İki taraf arasındaki ilişki, güçlü bir düşmanlıkla
karakterize edildi. Partinin iç işleyişi doğası gereği gizliydi, örneğin kesin
üye sayısı gizli tutuluyordu. Partinin programı, 1990'dan önce silahlı devrim
çağrısı yaptığı ve o zamandan beri "devrimi silahlarla savunma"
olasılığını açık tuttuğu için şiddetli ve aşırı olarak görülüyordu.
AKP ve Norveç ML hareketi,
Joseph Stalin ve Pol Pot rejimleri de dâhil olmak üzere dünyanın diğer
bölgelerindeki Marksist ve Komünist rejimleri desteklemekle eleştirildi. AKP,
Kamboçya'daki Kızıl Kmerler’i açıkça onayladı Pol Pot dönemindeki cinayetlere
rağmen bu rejimi desteklemeye devam etti. AKP, o zamanlar, cinayetlerle ilgili
raporları yeni rejime karşı bir karalama kampanyasının parçası olarak görüyor
ve AKP'nin heyetleri ülkeyi ziyaret etmeye devam ediyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder