Dünbatımı
Defterleri, İbrahim Yıldırım,
edebî, içtimaî, cinaî, tıbbî, bir kolaj
“Küsküotu, yapıştığı bitkiyi yiyip tükettikten sonra kendine yönelen,
köksüz asalak bitkilerin en çılgınıdır:
Kendini de yer bitirir.”
S.156
-o-
“Sayın
Okurlar,
Bir odada elli saat sürecek zor ve yorucu olacağını adım gibi bildiğim… Oturup konuşmadığım, yüzünü görmediğim, sesini duymadığım birinin –edebi, içtimai, cinai ve tıbbi- öfke atakları kapsamındaki İbrahim Yıldırım’ın bu kitabını anlama, anlamlandırma ve hakkında yazma çabamı lütfen özel değerlendiriniz… ve okuyup da dil bastığım kitaplar hakkında yazdıklarımın toplamının yanında, peştamaliye bağlamında bana bir artı daha ekleyiniz. Kitaplarımız bu nedenle vardır. Bu kitap da okumaya değer kitaplardan birisidir.
=======================
“Bildiklerimiz
aslında bilmediklerimiz veya yanlış bildiklerimizdir.” diyerek okuru kışkırtmaya çalışan… Mâlûmatname adlı ilk
kitabını yazmasıyla edebiyat dünyasından dışlanması bir olmuş, edebiyata
küsmüş… Müesses edebî nizamın kendisini hiç sevmediğini, dolayısıyla müesses cinai nizamı da derleyip toparlamasına izin verilmediğini iddia eden bir
yazarın; son elli saatinde yaşadıklarını anlatan ‘Dünbatımı Defterleri: İbrahim
Yıldırım’ın her kitabında olduğu gibi çok katmanlı. Okuru metne, metni metne katan anlatı
anlayışı, her sayfası ayrı bir tez konusu olabilecek kurgusu ile hakkında yazma
haddimi dahi sorgulayan bir roman.
Ama nasıl, yazarın “güneşin batışına günbatımı deniyorsa, bitişi imlediğinden, ayın batmasına niye dünbatımı denilmesin.” sözüne, sığınarak; nasıl roman kahramanı defterin sayfalarını gerekli, gereksiz cümlelerle israf ve murdar ediyor… yazı aracılığı ile gevezelik etmek ona biraz olsun iyi geliyorsa… ben de edebi anlamda hiçbir cezaî ehliyete sahip olmadığım için kitap hakkında istediğim gibi yazabilirim, değil mi? Nasılsa, söz kulağa, yazı uzağa gider. En kötüsü ne olabilir? Müesses ebedî edebî nizam, beni de rendelenmeye mahkûm eder.
Bu durumda ben de Balzac için tasarlanmış olanın gövdesi, pantolonunun
desenine, klipsi bastonuna uygun… Cervantesi’in ucuna değirmen işlenmiş… Stendhal’in Julien Sorel’in başını giyotine
teslim ettiği romanı Kızıl ve Kara’nın hemen yanındaki şaheser’i, ucu on sekiz
ayar altın, klipsi - yakut kırmızısı, oynaşan gözleriyle - bir engerek yılanı
olan, Meisterstück dolmakalemimi, saygıyla alıyor, yazarın diliyle, yazmaya
başlıyorum.
-0-
Romanda anlatıcı, ben-anlatıcıdır,
kendisini "Ben -bunu yazan-" "Aşir Emin Başören" olarak
tanımlamaktadır. Anlatıcı, roman yazarının, deneysel kurgulama biçiminde bütün
karakterleri kendisine bağlamakta, kendisi de bir karakter olarak romanda rol
almaktadır. Karakterler ve metinlerdeki olayların arka planı hakkında bilgiler,
dört defterden mürekkep bölümlerin içinde alt bölümlerin son cümlesiyle, baş
cümlesi arasında bağlanmıştır. Okur ve yazarlar arasındaki ilişki ve felsefî
yorumlar, edebî ve musikî bilgi, yorum ve düşünceler bu alt bölümlere kurgusal
metinlere yerleştirilmiştir. Bazı metinlerde dinsel, sanatsal, tarihsel ve bilimsel alıntıların
fazlalığı, kurguyu bozmasa bile okurun metne olan ilgisi ve saflığını zedelemekte,
paralize etmekle birlikte okurun kitaba bağımlılığı sürmektedir. Romanın, iki
günlük öyküsü Şişli’deki Lâlezar Apartmanı’nda geçmektedir.
Romanındaki ana karakterler, Âşir Emin
Başören, Muvaffak Nafi Korgun ve Artemis
Karanikola olmakla beraber Muvaffak ve Artemis mazidir. Çocukluktan beri Fatih,
Zeyrek’te yaşayan bu üçlünün, aşk ile birbirlerine bağlılıkları ortak
noktalarıdır.
Roman, yazarlık iddiasındaki,
Âşir’in, elli saat içinde notlarını ve avukatına bıraktıklarını elden
geçirilmesi… adeta bir vasiyetnameye dönüştürmesi amacıyla başlayıp, “ edebî,
içtimaî, cinaî ve tıbbî ” parçalarla bir kolaja dönüşüp oluşsa da var olan
metinlerle ortaya yeni bir metin çıkarıldığını düşünmek yanlıştır. Nitekim, romanın yazarı da aslında bir kolaj
değil mevcut parçalarla yeni bir kitap, bir roman, oluşturduğunu söylemektedir.
Dünbatımı Defterleri kolajının edebî parçasında; Mâlûmatnâme’nin
kendisi kadar, hayatı ödünç bir elbise gibi gönülsüzce üzerine
geçirmiş, derbeder görünümlü eğreti kişi, -annesinin ünlemesi ile Aşır-, Âşir Emin Başören’in ailesinin bütün
üyelerini yitirdiği, fitne fücur,
güvenilmez, yazacaklarını bitirmesine, görevini yerine getirmesine, ortam
hazırlayan Nisan ayı başattır. Âşir’in Nisan ayı hakkındaki yazdıkları bile ayrı bir kitap
olabilecek kadar kapsamlıdır. Ve bu konuya o kadar takıntılıdır
ki, ayların en zalimi Nisan ayında doğan, ölen, başına felaketler gelen hangi
yazar varsa göndermelerde bulunmakta, alıntılar yapıp, metinler arasında dolaşmaktadır.
Muvaffak’ın Âşir’e miras
bıraktığı Lâlezar Apartmanı’nda bulunan, adına yaraşır şekilde, kederli olsa da
gülümseyen, bir fotoğraftaki genç kadın, Gülümser, Muvaffak’ın
öyküsünün ve bu evin en hassas noktalarından biri olarak romanın içtimaî, parçasında gizemini korurken...
Lâlezar Apartmanının kibir fesat kumkumaları yaşayanlarının, bu büyükbaş
sürüsünün, Şişli’de çoğu bakımlı temiz ve hepsi masum gibi görünen, lâkin
beyinleri pasaklı insanların, aralarına
ansızın giren barbarı, Aşir Emin’i, daha ilk günden sepetlemek için fırsat
kollamaya başlamaları… apartman yöneticisi, sürübaşının, güdümünde örgütlenip
dış destek alarak hareket etmeleri ki -bu işbirlikçilerin en savaşkanı uzak
taşralı bükelek kapıcı- içtimai parçanın önemli karakterleridir. Onlardan biri
değilseniz, sınıfsal çelişki dürtüsü sizi “zeyrekçe” mücadele etmeye
zorlayacaktır. Kısacası apartman ahalisi Tanrı’yı ve kendilerini aldatarak
dünya malına sahip olan, sonra da kefenin cebi yok diyerek birbirlerini
kışkırtan mahlûkattan oluşmaktadır. Öte yandan, Âşir Emin’in öksüz ve yetim kalmasına neden olan
şaibeli trafik kazası kadar bu şüpheyi kuvvetlendiren içtimaî düşüncenin
arkasında; on sekiz yaşına girip reşit olup da amcasıyla
ikinci ve son kez karşılaştığında… amcasının ıhlamur balı, tarhana ve armut
kurusu ile kapısına dayanması ve çıkarcı alçağın, üç gün boyunca miras
hakkından vazgeçmesi için Âşir’e yalvararak baskı yapması da kırılma
noktalarından biridir.
Âşir Emin, Şişli’deki evinin koridorunda tarafından telef edilmiş, öfke
bardağını üç yıl boyunca doldurup taşırmasının hıncını henüz çıkaramadığı o manda
herifle birlikte… Herifçioğlu’nun tütün esansı ile birlikte giderek tuhaflaşan
ve yaygınlaşan kokusunun etkisinde bir yandan nedamet getirmeye bir yandan da içeriye
gelebilecek kim olursa olsun saldırmaya hazırlanırken… -Ressam Piet Mondrian’ın
ters sergilenen tablosu gibi- maziyi sayfalarca tekrarlayarak, ters yüz ederek soruşturan
bir ruh haliyle yazdığı … yüzüne yansıyan harf lekelerinin sayfalardaki
izlerinin büyük bir olasılıkla silinmeyeceğini bildiği cinaî metinlerde –ki
bana sorarsanız romanın tamamı cinaî roman: … herifçioğlunun hem biraz
kuruması, hem de bulunduğu yeri belli etmesi için Apartmandan, “son olarak”,
ayrılırken banyodaki küvetin suyunu boşaltmayı hedeflemesi ise Nisan ayına özgü
yazarlık özyitim görev bilincidir.
Kolaj, Âşir Emin’in biricik arkadaşları:- beraber
büyüdüğü, dertlerini bilen, çözümler öneren, onu yüksünmeden dinleyen, ona yardımcı
olan… Onlarla beraberken öfke, nefret ve hüzün dışındaki insan hallerini sevinç
neşe gibi şeyleri de duyumsadığı, Kalp ve Damar Hastalıkları Ana Bilim Dalı
Üyesi Prof. Dr. Muvaffak Nafi Korgun ile aileden gelen reçetelerle doğal
ilaçlar yapan otacı Artemis Karanikola tarafından tıbben doldurulur. Artemis,
aynı zamanda Muvaffak’ın muayenehanesinde de çalışmaktadır, yardımcısıdır. Daha
önce dediğim gibi çocukluktan beri Fatih, Zeyrek’te yaşayan bu üçlünün, birbirlerine
aşk ile aşkla bağlılıkları ortak noktalarıdır.
Ortak noktalarının omurgasında; Kalyopi
Teyze’nin kızı, ah’ları oh’lara çeviren… intihar ettiği sanılan Kahveci
Mahmur’un verdiği zarftan çıkan Süryani Nazar Boncuğu gibi adına yakışır bir
tutumla kendini saklı tutup el değmeden kurumayı yaşam biçimi seçmiş… Diriliş
Pazarı’nı yaşamayı, Kıyam Yortusunu kutlamayı çok seven … Âşir’in çocukluğunun
hüznü, neşesi, ilk gençliğinin en güzel sızısı ve bitmek bilmeyen gönül
kırgınlığı Artemis önemli bir yer tutar. Onu koruyan, kollayan hatta yaşamının
konforunu sağlayan Muvaffak ile Artemis, onlardan önce anı olmasını
istemedikleri, Aşir’in koyu karanlığını, beceriksizliklerini,
başarısızlıklarını, çöküntülerini, hayattan kaçma, kendine son verme telaşını,
yatıştırmak için çırpınıp dururlar.
Ancak hayatın, yüzünde biriktirdiği yas’tan, yüzünde kirlettiği hüzünden başka bir şey sunmadığı Âşir, ailesinin ölüm haberini aldığı günün üstüne bir kırk dokuz yıl daha yaşayıp yüreğini daraltıp kendisine eziyet ettiğini düşünmektedir. Ve ne kadar gizlerse gizlesin bu kırık ve kırgın düş birikintileri, kederinin göstergesi olduğu gibi kederinin yönünü de işaret eder.
Hayatta en büyük hayal kırıklığı ise on iki yaşından itibaren ruhunda biriken öfkeyi, kuşkuyu kusan, gizlisiz saklısız her şeyi yazdığı, ilk ve son kitabı Malumatnâne’nin sivil edebiyat eleştirmenleri tarafından hayasızca yok sayılmasıdır. Yayınevi, kitabını piyasadan çekmiş, bu hayattan çektikleri yetmiyormuş gibi bir de onu edebiyatsız ve okursuz bırakmışlardır. Ülkede bilinen en önemli suç aletlerinden biri olan kalemin, soyunun, sopunun, cinsinin, ucunun, kıçının, değerinin başınıza geleceklerle ilgisi yoktur. Pahalısı ucuzu fark etmez. Yazdıklarınız size maddi, manevi kazançlar sağlasa da her an sizi kör kuyulara atabilir, prangalarda eskitir, faili meçhul cinayetlere kurban gitmenize neden olabilirler.
Bu bağlamda, İbrahim Yıldırım, sanki Âşir’in kaleminden; “ Yazarın Ölümü, Okurun Doğuşu düşüncesi;
yazar-okur/maktul-katil ilişkisini, kesinlikle bir başka boyuta taşıyacaktır. ‘Bunun
anlamı,’ bir metin okunduğunda onu yazan kişi ölür, okuyan kişi doğar demektedir.
Okurun doğuşu mümkün müdür? O zaman okura: yazarın reenkarnesi olan metne: ruh göçü aracı diyebilir miyiz? Peki, her
okur, ‘yazar öldüren’, her metin ‘cinayet aleti’ midir? Aslında yıllar önce
eleştirmenler – ki onlar katil doğanlardır- tarafından katledildiğimden ‘beri’ benim
için bu tür soruların hiçbir önemi yok. Türkçe okuyup konuşmasına karşın,
Türkçe anlamlandırıp anlatamayan eleştirmenler, öykümdeki fotoğraflara gönül
gözüyle bakabilseydi her bir yazarın bakışlarındaki kederi-kırgınlığı biraz
olsun kavrayabilir, biraz olsun onları ve beni gerçek anlamda anlayabilirlerdi.
Tabii ki algılarınız, yorumlarınız, beğeni ölçüleriniz okuduğunuz zamana,
mekâna, mevsime, göre farklılık gösterecektir. Yas ile yaz komutu arasındaki
tehlikeli ilişkinin benzerinin bahar ile barbarlar arasında yaşanabileceğini de
söylemiştim. Yas: Aşınmaz, aşınmaya,
zamana boyun eğmez! Kaotiktir, sapkındır! Öte yandan, yazı yazmak gibi insana
özgü bir eylemi, ayin yapma diye nitelendiren bu tür şekilci yazarlar da
inanınız yazıyı değil kendilerini kutsamaktadırlar ki, buna kibir de
denilebilir.” diyerek, kendi içinde ideolojik asabiyetler oluşturmuş
edebiyat dünyasına, ciddi anlamda sataşmakta, hatta alaya almaktadır.
Elli
saatin sonunda, kırk dokuz yıldır, sırasıyla, önce ailesinin, sonra kitabının, sonra
yaşamına anlam katan iki insanın ölümleriyle karşılaşan Âşir’in ruhu
hayatından yorulmuş, ölüm,
kaybettiklerini yeniden bulacağı, mutlu bir dünya gibidir. Aslında son elli
saatini bunun kurgusunu hazırlamakla geçirmektedir. Başkalarının gülümsemelerinin
bile onu çelişkili ve iblisçe gönülsemelere yönelttiğini ve yöneltmeye devam
edeceğini anladığından gitmeyi yeğlemektedir. Siyah tek bir renk olmadığı
gibi ölüm de yas da çeşit çeşittir. Kalbin istediği tabanca, gırtlak ise usturayı özler…
Lâlezar Apartmanını terk ederken “Whiter Shade Of
Pale = Karanlığın Daha Açık Tonu” anlamına gelen eski rock şarkısını
çıkış müziği olarak son kez çalacak, soluktan daha beyaz bir tonla, kendini
ölüme –karşı- atacaktır. Yenilmeden ve boyun eğmeden… düşüp yeniden kalkarak…
Ateş
Emin Başören’in defterlerini düzenlemeye Acedia[1]
ile başladığımız göre yine Acedia ile bitirelim… “Modern Acedia -her birimi-zin ruhunda bir manastır olsa da artık manastır
yalnızlığı değildir.” S.29
-0-
İbrahim Yıldırım, bu kitabını: 18 Kasım 2021, Cumhuriyet Kitap’ta, Mehmet
S.Aman ile yaptığı söyleşide de vurguladığı gibi, geleneksel yapıdan biraz
daha uzaklaşarak kurgulanmış öncü (avangart) bir roman olarak
nitelendirmektedir. Ancak kendisi yine de bu denli uç
noktadan yorumlanmamasını yeğlemektedir. Bu noktada “Belki benim en başından itibaren yeni bir şeyler yapmak üzere yola
çıktığımı, sınırlarımı genişleterek ilerlediğimi söylemek daha doğru olacaktır.”
demekte… Sözlerini “Bundan sonra ne olur,
nerelere doğru giderim, inanın bilemiyorum. Bundan sonrası ise meçhul… Nereye
kadar yol alırım, nereye kadar sürdürürüm, doğrusu bilmiyorum ama yazıyorum,
sürdürüyorum…” diyerek sonlandırmaktadır.
Başta da dediğim gibi Dünbatımı Defterleri
hakkında, “belki de haddini aşan” yorumlar yapmak benim için oldukça yorucu
oldu. Ancak yazarken, adadaki bahçemdeki begonvillere bakarak dinlediğim Deep Purple’ın, April
uzunçaları ile Procol Harum’un, Whiter Shade Of Pale 45’liği işimi oldukça kolaylaştırdı.
Zaten, bir insan bir şeyler çiziyor ya da
yazıyorsa mutlaka aşması gereken sorunlar da olacaktır. Her yapıt, yazarın veya
sanatçının kendine gönderdiği ve ruh akrabalarıyla, yani izleyicileriyle
paylaştığı açık mektuptur, değil mi? Bu durumda okur da sanatçının mektup
arkadaşı değil midir? Ben de bunu yapıyorum ama size şunu diyeyim ki, bu
kitapta ipin ucunu yakalamak için kâğıt, kalem, kitabın yapraklarını kesip,
katmanlara ayırıp yeniden toparlamak ve kolaj yapmak için makas ve yapışkanı hazır
bulundurmalısınız. Lakin, korkmayın, okuya, okuya öğreneceğiz. Kitaplarımız bu nedenle vardır.
Kalın sağlıkla, her zamanki gibi kitapla…
05.11.2022 mehmetealtin, 336 / CCXI
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
Kırmızı Kedi Yayınevi, 2021
[1] Acedia, çeşitli şekillerde, kişinin dünyadaki konumu veya durumuyla ilgilenmemesi veya ilgilenmemesi durumu olarak tanımlanmıştır. Antik Yunanistan'da akidía, kelimenin tam anlamıyla acı veya bakım olmadan hareketsiz bir durum anlamına geliyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder