5 Mart 2021 Cuma

 


Gemide Yer Yok, Ömer F. Oyal, 593 / CXCII

2020, Yunus Nadi Roman Ödülü

 

 Zamanın askıya alındığı bu zamanda saatin ne önemi olabilirdi ki!

Tufanın anısına bir yudum daha içiyorum.

Gemide kalıyorum.”

 

Kestirilemezlik yasası gereği, zorunlu konut içi ve dışı yaşam… Başta sağlık malzemeleri olmak üzere yiyecek, içecek stokları yapma… akarsuyun, elektriğin, internetin artan önemiyle sosyal hayat biterken, sosyal medyaya artan ihtiyaç… fiziksel gücün sınanması… Bahsettiğim, yaşadığımız salgının hikâyesi değil.

Bahsettiğim; nerede yaşandığı belli olmasa da, yakın ve komşu coğrafyadan alıntılandığı muhakkak bir yaşamın, olağandışı akışına derinliğine dokunan, kişinin sınırlarının zorlandığı, kişinin de bu sınırları zorladığı sürece hayatta kalabildiği bir coğrafyadan bize seslenen, 2020 Yunus Nadi Roman Ödülünü de kazanan Ömer Faruk Oyal’ın, Gemide Yer Yok adlı romanı.

Bireyin çare ararken, çaresiz yalnızlığında birleşen bu distopik romanda, yazar, Nuh’un Gemisi arketipinden esinlenerek, orta halli sıradan bir kentlinin, iç savaş sürecinde değişen yaşam koşullarının dayatmasında, değişen iç dünyasını yansıtıyor. Bize de ya bizde de olursa korkusunun, “ Tahtaya vur !” inancıyla, bu resmi uzaklaştırmak ve ders almak kalıyor.

Her ne kadar, şu anda dünyanın pek çok ülkesinde bu durum halen yaşanıyor olsa dahi, romanın distopya gibi görünmesinin nedeni, kurgulanan yaşamı, geleceğe dair sıkıcı bir öngörü gibi algılamaktan, diğer deyişle romanda yazılanları yaşamadıkça algılayamamaktan kaynaklanıyor olabilir. Açıklarsak, çarkların şu veya bu şekilde düzgün işlediği bir coğrafyada zincirleme gelen terslikler, beklenmeyen felâketler veya siyasal alt üstler, distopik olabilir. Ama anılanların şu veya bu şekilde yaşandığı toplumlarda, kurbağanın suda yavaş yavaş kaynatılması gibi anlamlı da olmayabilir.

Öyle ki, yapılmaz, yapılamaz sanılanlar yapılabiliyor.  “ Üç gündür kemik arıyorum. Nihayet ufak bir ….. gördüm.” Gereksiz görülen şeyler ihtiyaç haline geliyor. Gerekli sandığımız şeyler anlamını da maddi değerini de yitiriyor. Güç, her zaman fiziki ya da maddi gücü değil, stoklar, silah, yiyecek, hijyen malzemesi ya da sağlık malzemesi gibi şeylere sahip olmayı da kapsayabiliyor. Kadının sesi yardım ister gibi değil de tebliğ eder gibi yapmam gerekenleri açıklıyor, stokları açmamı söylüyordu.” Koşullar değiştikçe güç dengeleri de değişiyor.

Sokak bile artık kendisiyle baş başa… fotoğraftaki suretler ve televizyondaki sesler ölmüş, canlılar, hayaletler ile başıboş sokaklarda dolaşırken, karanlık tarafından emilmekte… Kapılar, tarafların taraftarlarına göre işaretlenmiş… duvarlar her gece yeniden düzenlenen veresiye defteri gibi…  Guruplar sinsice hareketli… silahlar, açlık, kin ve korkuya uzanmış yılandili gibi…

-0-

Kurguya göre, sadece kahramanın görüş ve yargıları üzerinden yürüyen romanda adı da sanı da olmayan kahramanımıza -benim koyduğum adla “Âdem” diyerek-; Başlayan iç savaş nedeniyle, “Adem” Nuh Tufanına atıfta bulunarak, delilik olarak damgalanan öngörüsüne kimse inanmasa da – nitekim Nuh peygambere de kimse inanmamıştır,-  Nuh peygamber gibi gayet ciddi ve ısrarcı bir şekilde günlerini ve gecelerini lojistiğe dair planlar yaparak geçirmiş ve kötü günler hazırlıklarını tamamlamıştır. Karısını ve oğlunu kayınpederinin yaşadığı yere göndermiş, başına geleceklerden haberi olmayan fotoğraflardaki, artık bir yığından ibaret geçmişini, iki kopya taşınabilir diske sığdırıp, Nuh’un gemisi ile, geleceğe taşımakla meşgulken...

“Adem”’in Evi’nin kapısında bitkin bir yaşlı kadını, geçici de olsa korumak ve yardımcı olmak kaygısıyla, diğer deyişle romanın temel düzlemi ahlâki bir duruş ile başlayan roman, kadının evde işgal ettiği alanın ve genişleyen aile bireylerinin hikâyelerinde sayfa, sayfa şekillenir. Paralelinde kişilerin ahlaki duruşları da değişen koşullara göre genleşip, büzüşür. Kadın ile Âdem arasındaki hukuk ve güç dengeleri konuşan, alaycı gülümsemeleriyle kadının lehine gelişir. Bakmak, barındırmak ve beslemek sanki “Adem”’in doğal yükümlülüğü hâline gelmiştir. Disklerin kopyalaması da gittikçe gecikip, harekete geçmedikçe geçmişle arasına karısının sesi girmiş, aralarındaki zaman ve mesafe de genleşmiştir.  

Aslında çok fazla bir seçenek de yoktur. Ya insafsızca herkesi evden kovacak ya da yaşam alanını sinir savaşıyla koruyacaktır. Utanmazca yarısını işgal ettiği (!) söylenen evinde, yaşam alanı da karar alanı da daralmakta, yaşamı kendi evinde öfkeli bir alan mücadelesine dönüşürken evin içinde saflar da çıkarlara göre yer değiştirmektedir. Öfkesi hızlı davranıp bir karar vermesine fırsat tanımadan tetiği çekip silahı ateşleyebilecek denetimsiz ve kendince meşru bir güç haline dönüşmektedir.

Zaman askıya alınmış, geçmiş dolabın çekmecesinde tozlanmış, gelecek hipotermiye girmiş, yaşam belirtisini kaybetmiştir.

Ömer Faruk Oyal’ın bu kitabı bellek, zaman ve yaşam arasında sayfa, sayfa gidip gelirken, bir yandan geriliyor, izleyen sayfaları tereddütlü bir merakla gözlüyor, bir yandan da tufanın dindiğini haber verecek zavrak güvercini bekliyorum.

Geçmişi parlatmak, özlemle anmak için tufanın anısına bir yudum içiyor, peyniri dilimliyorum.

Bir dilim ağzıma atıyorum ağzımda bir süre gezinmesini, peynirin kokusunun ve dokusunun iyice nüfuz etmesini istiyor ve gemide kalıyorum.

 … kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…

05.03.2021 mehmetealtin,


https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Mart 2019


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder