16 Şubat 2025 Pazar

 

Ayrılışın Hatırası, Abdulrazak Gurnah 

Çeviri: Müge Günay  

  Bağımsızlık yakındı ve bunun bize getireceği fırsatları konuşuyorduk. Ama öyle olmadı, sanırım kendimizi birlik ve bütünlüğe ve ırksal ayrımın ortadan kalkmasına ilişkin hayallerle avuturken bile biliyorduk bunu.

Arapların, Hintlilerin ve Avrupalıların elbirliği ile Afrikalılara zulmetmesinden, onları istismar etmesinden müteşekkil tarihimiz düşünüldüğünde bundan başka bir şey beklemek saflık olurdu.” s.39

***

1948 yılında Zanzibar’da doğan, İngilizceyi İngiliz okullarında, Arapçayı Kuran kursunda öğrenen Abdulrazak Gurnah, anadili Svahili olsa da kitaplarını İngilizce yazmıştır. Dolayısıyla İngiliz Edebiyatında anılır. 1968’de İngiltere’ye giden Gurnah, yükseköğrenimini Kent Üniversitesi’nde tamamlamış, doktora tezinde “Kolonyal Söylemin Doğu Afrika, Karayip ve Hindistan Edebiyatında İzdüşümleri” konusunu işlemiş, Kent Üniversitesi’nde emeritus profesör olarak İngiliz edebiyatı ve post kolonyal edebiyat üzerine dersler vermiştir. 2021 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne lâyık görülen Abdulrazak Gurnah, bir yandan doktora tezini tamamlarken bir yandan da otobiyografisinin izdüşümünü taşıyan “Ayrılışın Hatırası” adlı bu ilk romanını yazmıştır.   

Abdulrazak Gurnah’ın ilk romanı, Ayrılışın Hatırası, hemen her eserinde olduğu gibi yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan mağdurların, kölelerin, sömürülenlerin, yerleştikleri yeni yerlerde toplumla ilişkilerini ve hayatlarını işlemektedir. Betimlemeleri bunlar üzerinedir. Sömürünün boyutlarını gösterir, ancak sömürülenlere yol göstermez. Her biri, kültürel incinmeye maruz kalan, bu nedenlerle kişiliklerinde baskı oluşan, yabancı bir kültürde izole edilen sığınmacı, mülteci ve/veya göçmenlerin iç içe geçmiş hikâyelerini anlatırken, konusunu zenginleştirecek -anlatmaya değer- hikâyeler varsa bunları önemli bulur ve her karakteri ve kişiliği göç ve cinsel ilişkilerden oluşan bir düzlemde ele alır.

Etiyopya asıllı Amerikalı yazar, Maaza Mengiste, Gurnah'ın eserlerini şöyle tanımlamıştır: "Kesinlikle yılmayan, ancak aynı zamanda Doğu Afrika halkı için tamamen şefkatli ve yürekten gelen eserler yazmıştır.” Çoğunlukla sessiz çığlıkları duyulmayan ezilenlerin hikâyelerini yazsa dahi, onları dinlememiz konusunda ısrar etse, sorunun özünü bilse, düzenden nefret etse de siyasal başkaldırıya yer vermez. Verse dahi yakınmadan öteye gitmez. Karakterlerinin siyasal kimlikleri yoktur. O türlere yer vermez, yer verse de soluktur, sorgulamaya değmez… ve ne yazık ki, bu hiç değişmez. Bu kitaplarının genelinde böyledir, ama bu kitabındaki karakterlerinin söylemleri oldukça keskindir.

Kitabın ana karakteri Hasan’ın ağızından konuşan yazarın, kolonyalistler ve yeni rejim hakkındaki fikirlerini;

·         “Kendilerini Allah’ın seçilmiş halkı olarak, dünyayı inançsızlıktan kurtarmak için çıplak taştan ve topraktan doğduklarını sananlar, yetişkin oğullarını bizi yağmalamaları, kan akıtmaları, kadınlarımızı hamile bırakmaları için yolladılar. Kadınları, kocalarının kuşkusuz Allah’ın onları köleleştirmeleri için yolladığı siyah paganlar sayesinde zenginleştiğini biliyorlardı. Bunu bilmelerinin verdiği kalpsiz eminlikle ruhlarını satmışlardı.  

·         Yüzyıllardır kan bağıyla bağlı olduğumuz Hintli, Arap ve anakaradaki yarı–kardeşlerimiz Tanzanyalılar ve karıştığımız ırklarla birlikte gururla yürüdük. Oysa bir parçası olduğumuzu iddia ettiklerimiz, bizi tanıdıkları halde sömürücülerle birlikte azgın ve hoyrat oğullarının piç evlatları olarak gördüler, yok sayıp aşağıladılar.

·         Şimdi özgürüz! Şimdi onlardan bizim aleyhimize konuşmayanları cici sandıklarımızı seçiyoruz.  Başkanımız itibarından yitirmeden İngiltere kraliçesinin kılıcını ve kıçını öpüyor. Aşırı şişman, gücünün çürümüş meyveleriyle şişmiş, yozlaşmış, ahlaksız ve tiksindirici. Artık tanklı ve makineli tüfekli bir orduya dönüşmüş, yalnızca tek bir düşmana karşı, halka karşı duran, çevik kuvvet polisleri tarafından korunuyor. Askerler, artık bir eve girmeden önce kapıyı çalma gereğini duymuyorlar.”

sözleriyle özetleyebiliriz.

***

Çevirmen, Müge Günay’a göre; anlatıda romanın kahramanı Hasan’ın yalnızca ülkesinden ayrılıp, Nairobi’ye gittiği, araya uzaklığın girdiği üç haftalık bir zaman atlaması görülür. Bu üç haftalık zaman dışında, yazar yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan mağdurların, kölelerin, sömürülenlerin öykülerini bugünden geçmişe bakarak  kurar. Annesinden, babasından, halkından, Allah’ından nefret eden anlatıcı, yani Hasan, -tıpkı yazar gibi- hem İngiliz eğitim ve öğreniminden, hem camiden ve Kuran kursundan, hem de evdeki yerel kültürden beslenmiş bir kişidir.

***

Güverteleri ahır gibi koğuşa dönüştürülmüş, yataklarında döşek olmayan, sefaletin kokusunun, Köle Yolu’nun iniltisinin yankılandığı, devamlı olarak Bombay ile Madras arasında göçmenleri taşıyan bir gemide sağlık görevlisi olan kitabın ana karakteri Hasan’ın geçmişindeki öyküsüne bugünden bakarsak;

Yaşadığı çevrede yoksulluğun ve dinsel tutsaklığın yarattığı cehalet ürünü ahlâksızlık, evlere ve her türlü kurumun eşiğinden tavan arasına kadar sızmış… cinsel, fiziksel şiddet ve taciz alıp başını gitmiş… insanlar umutsuz, sevgisiz, güvenliğin olmadığı bir ortamda, ne olacağı belirsiz günlerin içinde debelenip durmaktadır.

Biri diğerine kıl ibrişimle bağlı evlerden ibaret bu sosyal öbekte yaşayan ailesi: Uganda’nın iç kesimlerinden bir siyahla sevgili olabileceği korkusuyla evlendirilen, çocuklarına verebileceği hiçbir öğüdü olmayan, tevekküle yatmış annesi… ölmeye yazmış kefeni hazır, her yere, her şeye gardiyan gözüyle bakan babaannesi… sokakların dirlik düzenliği ondan sorulur kabadayı abisi Sait… yine sokakların göz alıcı güzeli, hayat kadını olmaya namzet ablası Zekiye… hayalperest kız kardeşi Saide… ve cinsi sapık, alkolik bir babadan ibarettir. Evin bireyleri yaşama, çevreye ve hayata yabancı, yitirdikleri yaşama sevinci ve özgüvenleri ile yakın çevrelerinin genel davranış biçimini oluşturan laboratuvar fareleri gibidirler.

Sait altı yaşına geldiğinde oğlanları becermeye başlamış, hiçbir zaman uysal birisi olmamıştır. Bir gün Hasan’ı ve abisi Sait’i hırsızlıkla suçlayan babaları, Sait’i öfke ve nefretle dövmüş, aynı gece Sait yatağında uyuklarken başucunda devrilen mum, etrafı tutuşturmuş ve Sait ölmüştür.

Sait’in ölümünü izleyen günlerde, bazılarının gençken belalı ve itin teki olduğunu söyledikleri babası siyah küçük çocukları kaçırıp, Araplara sattığı, ayrıca küçük bir oğlanı iğfal ettiği iddiasıyla hapse atılmıştır.

Zekiye erken olgunlaşmış ve göz alıcı ve çarpıcı güzelliğini gizlemeye hiç yeltenmiştir. Ona gardiyanlık yapan babaannesi ile annesinin dikkatinden kaçmanın bir yolunu hep bulmaktadır. Sonuçta, öğretmenlerinin birinden hamile kalır. Ama bunu babalarından sakladıkları gibi öğretmen de bir köye tayinini isteyerek kaçar. Zekiye’nin geleceği er ya da geç birisinin metresi olmak üzere çizilmiştir.

Hayalperest Saide ise birkaç gün ev işlerine yardım ettikten sonra yine savruk haline dönüp huzur içinde kendi âlemine dalmaktadır.  

Hasan ailesinden nefrete varan düzeyde uzaktır ve doğduğu bu dünyaya karşı korku ve tiksinti haricinde hiç bir şey hissetmemektedir. Mastürbasyonun günah olduğunu söylerken öğrencilerin anüslerine yönelen yaşlı ve adi mollaları dinlemeyi bırakıp futbola yönelmiş, ona yürüyen Sud’u da dövdükten sonra hiç kimse bir daha ona bakarak dudaklarını ıslatamamıştır.

Hasan sessizliğiyle sapasağlam durmaktadır. Biricik amacı her zaman aşağıladığı kolonyalist İngiltere’ye kapağı atmak, becerebilirse okumaktır. Bu nedenle limanda her gün volta atmaktadır. Rejimin, okul bitirme sınavlarının sonuçlarını, -öğrencilerin başka bir yerde daha iyi bir gelecek aramalarından korktuğu için- geciktiriebileceğini düşünmek bile istemez. Alma olasılığı düşük olsa da her şeye rağmen pasaport başvurusu yapmaktan çekinmez ve hedefe kilitlenir.

Hasan bu fikre kendini alıştırmaya çalışırken, annesi “Nairobi’deki kardeşim Ahmet, babamız öldüğünde dükkânımızı sattı. Beni soydu.” diyerek, Hasan’ın Nairobi’ye gidip dayısından miras hakkını almasını ister. Babası da bu fikri onaylar ve yol parası vererek Hasan’ın Nairobi’ye gitmesini sağlar. Kitap burada şimdiki zamanın anlatısına dönüşür. Hiç görmediği, bilmediği, sosyal ilişkileri farklı, kadın erkek birlikteliğinin kısmen serbest ve rengârenk bir giysiye büründüğü, oldukça gürültülü bu yeni dünyada, suskun Hasan olur şaşkın… her türlü düzenbazlıkla kazandığı serveti ile saray gibi bir evde yaşayan, sıkılan elini sanki giysilerinin kirlenmesini istemiyormuş gibi bedeninden uzakta tutan dayısı ise zalim ve kibirlidir.

 

Hasan’ın dayısının Selma adında güzel ve zeki bir kızı vardır. Hasan ile Selma arasındaki sorgulayıcı, çekingen, sınıf farkından doğan çatışmalı söyleşiler, arkadaşlığa ve giderek -Hasan’ın düşüncesiyle- Selma’nın onu zararsız, gülünç genç bir adam, cömertliğine lâyık bir budala olarak görmesine, bir tehdit olarak görmek istemediği romantik bir aşk denemesine dönüşür. Hasan, Selma ile baş başa kalmamakta, ama yine de ondan hoşlandığını anlamasını sağlayacak tehlikeli ve karmaşık bir oyun oynamaktan da geri durmamaktadır. Dayısı durumu anlar ve Hasan’ı kovar. Hasan, ona “ Aptal bir adamsın sen ve umarım yaptıkların için Allah seni affeder. Kızın için hapishane kurabilirsin ama ben onun için geri geleceğim.” diyerek evden ayrılır. Artık, Hasan’ın hayatında yeni bir yol açılmış Bombay ile Madras arasında gidip gelmekte, Selma’ya kavuşmayı düşlemektedir.

***

Gurnah’ın bu kitabında, satırlarda yaşamın gerçekleri üzerinden… satır aralarında da gerçekler içinde cinselliğin nasıl konumlandırdığını, cinsel davranışlar üzerindeki itirazların nasıl kötüye kullanıldığını, eşcinsellik ve fuhuş yapan karakterlerin kişisel özerkliklerini korumak için nasıl pazarlık yaptıklarını veya başkaları üzerinde nasıl baskı kurduklarını okumaya ve anlamaya çalıştım.

 

Bu nedenle, anlatı, gücü ve boyun eğme biçimlerini cinselleştirmekte ve/veya eşcinseleştirmekte, türüne göre cinselleşen bedeni, kavgaya çekmektedir. Yazar, bu yolla sosyo-ekonomik özeleştiri yaparak; egemen ve güçlü kişinin, hem kendi bedenini hem de başkalarının bedenini kötüye kullanarak sürdürdüğü güç biçimlerini yasaların, dinin ve kamu vicdanının önünde nasıl yok saydığını, irade eksikliğinin karakterleri nasıl kolayca cinsel ve ekonomik tacizlere maruz bıraktığını çarpıcı bir biçimde göstermektedir.

***


Gurnah, bu romanda, izleyen romanlarının aksine, sınıf çatışmalarının neden/sonuç ilişkilerinden, kendi deyimi ile -klişe ve genellemelerin körlüğünden- uzak tutmak  şöyle dursun.. üstüne, üstüne bir de bel altına iniyor. Özetle Gurnah, kitabın kahramanlarının kişiliğinde ülkesinin kültürel ve ekonomik varsıllıklarının sömürülüşünü, iç içe yaşayan halkların yabancılaşmasını, umut ve çaresizliği, -çeviriden kaynaklanan birkaç kere okunması gerekli- tümceler, örneklemeler ve göndermeler yaparak, mizah ve ironi katarak anlatıyor.  Kalın sağlıkla ve kitapla…


Not: Kitabın 59. Sayfası bugünlere göndermede bulunacak kadar ilginçtir. Dört satırlık alıntı aynen şöyle: “ İsrail’in Altı Gün Savaşını kendi başına kazanmadığı konusunda herkes hiç tartışmasız aynı fikirdeydi. Adamlardan biri Adolf Hitler’in İsrail’in reisi olduğunu ve Kral Hüseyin’in savaş planlarını ona sattığını bildiğini ileri sürdü.”


16 Şubat 2025  mehmetealtin, 2/ CCXXI

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------  

İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2022