Ayrılışın Hatırası, Abdulrazak Gurnah
Çeviri: Müge
Günay
“ Bağımsızlık yakındı ve bunun bize getireceği
fırsatları konuşuyorduk. Ama öyle olmadı, sanırım kendimizi birlik ve bütünlüğe
ve ırksal ayrımın ortadan kalkmasına ilişkin hayallerle avuturken bile
biliyorduk bunu.
Arapların,
Hintlilerin ve Avrupalıların elbirliği ile Afrikalılara zulmetmesinden, onları
istismar etmesinden müteşekkil tarihimiz düşünüldüğünde bundan başka bir şey
beklemek saflık olurdu.” s.39
***
1948 yılında Zanzibar’da
doğan, İngilizceyi İngiliz okullarında, Arapçayı Kuran kursunda öğrenen
Abdulrazak Gurnah, anadili Svahili olsa da kitaplarını İngilizce yazmıştır.
Dolayısıyla İngiliz Edebiyatında anılır. 1968’de İngiltere’ye giden Gurnah,
yükseköğrenimini Kent Üniversitesi’nde tamamlamış, doktora tezinde “Kolonyal
Söylemin Doğu Afrika, Karayip ve Hindistan Edebiyatında İzdüşümleri” konusunu
işlemiş, Kent Üniversitesi’nde emeritus profesör olarak İngiliz edebiyatı ve post
kolonyal edebiyat üzerine dersler vermiştir. 2021 yılında Nobel Edebiyat
Ödülü’ne lâyık görülen Abdulrazak Gurnah, bir yandan doktora tezini tamamlarken bir
yandan da otobiyografisinin
izdüşümünü taşıyan “Ayrılışın Hatırası” adlı bu ilk romanını yazmıştır.
Abdulrazak Gurnah’ın ilk
romanı, Ayrılışın Hatırası, hemen her eserinde olduğu gibi yaşadığı yeri terk etmek
zorunda kalan mağdurların, kölelerin, sömürülenlerin,
yerleştikleri yeni yerlerde toplumla ilişkilerini ve hayatlarını işlemektedir.
Betimlemeleri bunlar üzerinedir. Sömürünün boyutlarını gösterir, ancak
sömürülenlere yol göstermez. Her biri, kültürel incinmeye maruz
kalan, bu nedenlerle kişiliklerinde baskı oluşan, yabancı bir kültürde izole
edilen sığınmacı, mülteci ve/veya göçmenlerin iç içe geçmiş hikâyelerini
anlatırken, konusunu
zenginleştirecek -anlatmaya değer- hikâyeler varsa bunları önemli bulur
ve her karakteri ve kişiliği göç ve cinsel ilişkilerden oluşan bir düzlemde ele
alır.
Etiyopya
asıllı Amerikalı yazar, Maaza Mengiste, Gurnah'ın eserlerini şöyle
tanımlamıştır: "Kesinlikle yılmayan, ancak aynı zamanda Doğu Afrika halkı
için tamamen şefkatli ve yürekten gelen eserler yazmıştır.” Çoğunlukla sessiz
çığlıkları duyulmayan ezilenlerin hikâyelerini yazsa dahi, onları dinlememiz
konusunda ısrar etse, sorunun özünü bilse, düzenden nefret etse de siyasal
başkaldırıya yer vermez. Verse dahi yakınmadan öteye gitmez. Karakterlerinin siyasal kimlikleri yoktur. O
türlere yer vermez, yer verse de soluktur, sorgulamaya değmez… ve ne yazık ki,
bu hiç değişmez. Bu kitaplarının genelinde böyledir, ama bu kitabındaki
karakterlerinin söylemleri oldukça keskindir.
Kitabın ana karakteri Hasan’ın
ağızından konuşan yazarın, kolonyalistler ve yeni rejim hakkındaki fikirlerini;
·
“Kendilerini
Allah’ın seçilmiş halkı olarak, dünyayı inançsızlıktan kurtarmak için çıplak
taştan ve topraktan doğduklarını sananlar, yetişkin oğullarını bizi yağmalamaları,
kan akıtmaları, kadınlarımızı hamile bırakmaları için yolladılar. Kadınları,
kocalarının kuşkusuz Allah’ın onları köleleştirmeleri için yolladığı siyah
paganlar sayesinde zenginleştiğini biliyorlardı. Bunu bilmelerinin verdiği
kalpsiz eminlikle ruhlarını satmışlardı.
·
Yüzyıllardır
kan bağıyla bağlı olduğumuz Hintli, Arap ve anakaradaki yarı–kardeşlerimiz Tanzanyalılar
ve karıştığımız ırklarla birlikte gururla yürüdük. Oysa bir parçası olduğumuzu
iddia ettiklerimiz, bizi tanıdıkları halde sömürücülerle birlikte azgın ve
hoyrat oğullarının piç evlatları olarak gördüler, yok sayıp aşağıladılar.
·
Şimdi
özgürüz! Şimdi onlardan bizim aleyhimize konuşmayanları cici sandıklarımızı seçiyoruz. Başkanımız itibarından yitirmeden İngiltere
kraliçesinin kılıcını ve kıçını öpüyor. Aşırı şişman, gücünün çürümüş
meyveleriyle şişmiş, yozlaşmış, ahlaksız ve tiksindirici. Artık tanklı ve
makineli tüfekli bir orduya dönüşmüş, yalnızca tek bir düşmana karşı, halka
karşı duran, çevik kuvvet polisleri tarafından korunuyor. Askerler, artık bir
eve girmeden önce kapıyı çalma gereğini duymuyorlar.”
sözleriyle
özetleyebiliriz.
***
Çevirmen,
Müge Günay’a göre; anlatıda romanın kahramanı Hasan’ın yalnızca ülkesinden ayrılıp, Nairobi’ye gittiği, araya
uzaklığın girdiği üç haftalık bir zaman atlaması görülür. Bu üç haftalık zaman
dışında, yazar yaşadığı
yeri terk etmek zorunda kalan mağdurların, kölelerin,
sömürülenlerin öykülerini bugünden geçmişe bakarak kurar. Annesinden, babasından, halkından,
Allah’ından nefret eden anlatıcı, yani Hasan, -tıpkı yazar gibi- hem İngiliz
eğitim ve öğreniminden, hem camiden ve Kuran kursundan, hem de evdeki yerel
kültürden beslenmiş bir kişidir.
***
Güverteleri ahır gibi
koğuşa dönüştürülmüş, yataklarında döşek olmayan, sefaletin kokusunun, Köle
Yolu’nun iniltisinin yankılandığı, devamlı olarak Bombay ile Madras arasında göçmenleri
taşıyan bir gemide sağlık görevlisi olan kitabın ana
karakteri Hasan’ın geçmişindeki öyküsüne bugünden bakarsak;
Yaşadığı çevrede yoksulluğun ve
dinsel tutsaklığın yarattığı cehalet ürünü ahlâksızlık, evlere ve her türlü
kurumun eşiğinden tavan arasına kadar sızmış… cinsel, fiziksel şiddet ve taciz
alıp başını gitmiş… insanlar umutsuz, sevgisiz, güvenliğin olmadığı bir
ortamda, ne olacağı belirsiz günlerin içinde debelenip durmaktadır.
Biri diğerine kıl ibrişimle bağlı
evlerden ibaret bu sosyal öbekte yaşayan ailesi: Uganda’nın iç kesimlerinden bir siyahla
sevgili olabileceği korkusuyla evlendirilen, çocuklarına verebileceği hiçbir
öğüdü olmayan, tevekküle yatmış annesi…
ölmeye yazmış kefeni hazır, her yere, her şeye gardiyan gözüyle bakan babaannesi…
sokakların dirlik düzenliği ondan sorulur kabadayı abisi Sait… yine sokakların
göz alıcı güzeli, hayat kadını olmaya namzet ablası Zekiye… hayalperest kız
kardeşi Saide… ve cinsi sapık, alkolik bir babadan ibarettir. Evin bireyleri
yaşama, çevreye ve hayata yabancı, yitirdikleri yaşama sevinci ve özgüvenleri
ile yakın çevrelerinin genel davranış biçimini oluşturan laboratuvar fareleri
gibidirler.
Sait altı yaşına geldiğinde
oğlanları becermeye başlamış, hiçbir zaman uysal birisi olmamıştır. Bir gün
Hasan’ı ve abisi Sait’i hırsızlıkla suçlayan babaları, Sait’i öfke ve nefretle
dövmüş, aynı gece Sait yatağında uyuklarken başucunda devrilen mum, etrafı
tutuşturmuş ve Sait ölmüştür.
Sait’in ölümünü izleyen günlerde,
bazılarının gençken belalı ve itin teki olduğunu söyledikleri babası siyah küçük çocukları
kaçırıp, Araplara sattığı, ayrıca küçük bir oğlanı iğfal ettiği iddiasıyla hapse atılmıştır.
Zekiye
erken
olgunlaşmış ve göz alıcı ve çarpıcı güzelliğini gizlemeye hiç yeltenmiştir. Ona
gardiyanlık yapan babaannesi ile annesinin dikkatinden kaçmanın bir yolunu hep
bulmaktadır. Sonuçta, öğretmenlerinin birinden hamile kalır. Ama bunu babalarından
sakladıkları gibi öğretmen de bir köye tayinini isteyerek kaçar. Zekiye’nin
geleceği er ya da geç birisinin metresi olmak üzere çizilmiştir.
Hayalperest Saide ise birkaç gün ev işlerine yardım
ettikten sonra yine savruk haline dönüp huzur içinde kendi âlemine
dalmaktadır.
Hasan ailesinden nefrete varan
düzeyde uzaktır ve doğduğu
bu dünyaya karşı korku ve tiksinti haricinde hiç bir şey hissetmemektedir. Mastürbasyonun
günah olduğunu söylerken öğrencilerin anüslerine yönelen yaşlı ve adi mollaları
dinlemeyi bırakıp futbola yönelmiş, ona yürüyen Sud’u da dövdükten sonra hiç
kimse bir daha ona bakarak dudaklarını ıslatamamıştır.
Hasan sessizliğiyle
sapasağlam durmaktadır. Biricik amacı
her zaman aşağıladığı kolonyalist İngiltere’ye kapağı atmak, becerebilirse
okumaktır. Bu nedenle limanda her gün volta atmaktadır. Rejimin, okul bitirme sınavlarının
sonuçlarını, -öğrencilerin başka bir yerde daha iyi bir gelecek aramalarından korktuğu
için- geciktiriebileceğini düşünmek bile istemez. Alma olasılığı düşük olsa da
her şeye rağmen pasaport başvurusu yapmaktan çekinmez ve hedefe kilitlenir.
Hasan bu
fikre kendini alıştırmaya çalışırken, annesi “Nairobi’deki kardeşim Ahmet,
babamız öldüğünde dükkânımızı sattı. Beni soydu.” diyerek, Hasan’ın Nairobi’ye gidip dayısından
miras hakkını almasını ister. Babası da bu fikri onaylar ve yol parası vererek
Hasan’ın Nairobi’ye gitmesini sağlar. Kitap burada şimdiki zamanın anlatısına
dönüşür. Hiç görmediği, bilmediği, sosyal ilişkileri farklı, kadın erkek
birlikteliğinin kısmen serbest ve rengârenk bir giysiye büründüğü, oldukça gürültülü
bu yeni dünyada, suskun Hasan olur şaşkın… her türlü düzenbazlıkla kazandığı
serveti ile saray gibi bir evde yaşayan, sıkılan elini sanki giysilerinin kirlenmesini
istemiyormuş gibi bedeninden uzakta tutan dayısı ise
zalim ve kibirlidir.
Hasan’ın dayısının Selma adında güzel ve zeki bir kızı
vardır. Hasan ile Selma arasındaki sorgulayıcı, çekingen, sınıf farkından doğan
çatışmalı söyleşiler, arkadaşlığa ve giderek -Hasan’ın düşüncesiyle- Selma’nın onu zararsız,
gülünç genç bir adam, cömertliğine lâyık bir budala olarak görmesine, bir tehdit
olarak görmek istemediği romantik bir
aşk denemesine dönüşür. Hasan, Selma ile baş
başa kalmamakta, ama yine de ondan hoşlandığını anlamasını sağlayacak tehlikeli
ve karmaşık bir oyun oynamaktan da geri durmamaktadır. Dayısı durumu anlar ve
Hasan’ı kovar. Hasan, ona “ Aptal bir adamsın sen ve umarım yaptıkların için
Allah seni affeder. Kızın için hapishane kurabilirsin ama ben onun için geri
geleceğim.” diyerek evden ayrılır. Artık, Hasan’ın hayatında yeni bir yol
açılmış Bombay ile Madras arasında gidip gelmekte, Selma’ya kavuşmayı düşlemektedir.
***
Gurnah’ın
bu kitabında, satırlarda yaşamın gerçekleri üzerinden… satır aralarında da
gerçekler içinde cinselliğin nasıl konumlandırdığını, cinsel davranışlar üzerindeki
itirazların nasıl kötüye kullanıldığını, eşcinsellik ve fuhuş yapan
karakterlerin kişisel özerkliklerini korumak için nasıl pazarlık yaptıklarını
veya başkaları üzerinde nasıl baskı kurduklarını okumaya ve anlamaya çalıştım.
Bu
nedenle, anlatı, gücü ve
boyun eğme biçimlerini cinselleştirmekte ve/veya eşcinseleştirmekte, türüne
göre cinselleşen bedeni, kavgaya çekmektedir. Yazar, bu yolla sosyo-ekonomik özeleştiri
yaparak; egemen ve güçlü kişinin, hem kendi bedenini hem de başkalarının
bedenini kötüye kullanarak sürdürdüğü güç biçimlerini yasaların, dinin ve kamu
vicdanının önünde nasıl yok saydığını, irade eksikliğinin karakterleri nasıl
kolayca cinsel ve ekonomik tacizlere maruz bıraktığını çarpıcı bir biçimde göstermektedir.
***
Gurnah, bu romanda, izleyen
romanlarının aksine, sınıf çatışmalarının neden/sonuç ilişkilerinden, kendi
deyimi ile -klişe ve genellemelerin körlüğünden- uzak tutmak şöyle dursun.. üstüne, üstüne bir de bel
altına iniyor. Özetle Gurnah, kitabın kahramanlarının kişiliğinde ülkesinin kültürel
ve ekonomik varsıllıklarının sömürülüşünü, iç içe yaşayan halkların
yabancılaşmasını, umut ve çaresizliği, -çeviriden kaynaklanan birkaç kere
okunması gerekli- tümceler, örneklemeler ve göndermeler yaparak, mizah ve
ironi katarak anlatıyor. Kalın sağlıkla ve
kitapla…
Not: Kitabın 59. Sayfası
bugünlere göndermede bulunacak kadar ilginçtir. Dört satırlık alıntı aynen
şöyle: “ İsrail’in Altı Gün Savaşını
kendi başına kazanmadığı konusunda herkes hiç tartışmasız aynı fikirdeydi.
Adamlardan biri Adolf Hitler’in İsrail’in reisi olduğunu ve Kral Hüseyin’in
savaş planlarını ona sattığını bildiğini ileri sürdü.”
16 Şubat 2025 mehmetealtin, 2/ CCXXI
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2022