7 Aralık 2024 Cumartesi

 

Yaşam ve Yazgı, “Zhizn' i sud'ba”, “Life and Fate” Vasili Grossman 

Çeviri: Ayşe Hacıhasanoğlu

  Stalin, geçmişin bazı itaatkâr karakterlerini hiddetinin suç ortakları haline getirmiş, terör, baskı ve zulüm, devletin kaynaklarını kullanan, toplumun yaşam biçimini düzenleyen hükümetin, politikası haline gelmişti.

Köpekleri Seven Adam, Leonardo Padura, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, Ekim 2021 s.347

Vasili Grossman’ın Yaşam ve Yazgı adlı romanını okumaya; daha önce tanıttığım ve yukarıda okuduğunuz alıntıyı yaptığım Leonardo Padura’nın, Troçki’nin sürgüne gönderilmesiyle başlayan ve suikast sonucu öldürülmesiyle sonuçlanan süreci… diğer tanımla, NKVD tarafından yürütülen, UTKA Operasyonunu ve katil Jaime Ramón Mercader del Río ’nun hayatını anlatan, “Köpekleri Seven Adam'ı okuduktan sonra karar verdim.

Bu kitap, daha önce 3 cilt olarak basılmış ama bu baskı tek cilt ve I. kısmı 446, II. Kısmı 392 III. Kısmı 354 sayfa olmak üzere toplam 1192 sayfa… bu da demek oluyor ki, okumaya başlamadan önce her türlü gereksiniminizi okuduğunuz yerde giderecek donanım ve düzeneğe sahip olmalısınız. J

Bu arada, doğaldır ki, kitabın kapsamı koşutunda benim anlatımım da uzun oldu. 

***

Kitabın yazarıyla ilgili olarak; Vasily Grossman, ülkesinin başına gelen korkunç olayların sadece pasif bir gözlemcisi değil, aynı zamanda hem Holokost'un, hem Alman Faşizm ’inin hem de Stalin dönemi Sovyet totalitarizminin tanığı ve kurbanıydı. Hem Nazilerin hem de Sovyetlerin, Yahudi dinine karşı duyulan düşmanlık, nefret, ön yargı veya ayrımcılığı ifade eden, anti-Semitizminin kurbanıydı.

Bu bağlamda bugünlerde gündemimizi yoğunlukla işgal eden, İsrail Toprakları olarak tanımlanan topraklarda bir Yahudi devletinin asırlar sonra yeniden kurulmasını destekleyen, savunan ve Yahudi dinini temel alan ideolojik fikir hareketi olarak tanımlanan, Siyonizm ile Semitizm birbirine karıştırılmamalıdır ki, sapla samanı iyice ayıralım. 

Yazar, İkinci Dünya Savaşı’nın dörtte üçünü cephelerde ve Stalingrad cephesinde, Kızıl Yıldız dergisinin cephelerde en uzun kalan savaş muhabiri olarak geçirmiş, herkesin saygısını, güvenini kazanmış ve bu sayede savaşta ulaşılması zor kişilere bile ulaşabilmiştir. Savaşla ilgili ayrıntıları, asker argosunu, savaşan insanların psikolojilerini çok iyi bilmektedir. Stalingrad, Grossman’ın hayatında önemli bir yer sahipken, 1943’de Almanların teslim olmasından sonra anavatanı Ukrayna’ya da Yahudi dinine mensup bir Sovyet askeri olarak ilk girenlerdendi. Ukrayna, Kiev’deki Babi Yar Katliamı[1] ile ilgili yazıları ise Yahudi Soykırımı’na ait ilk yazıtlar olarak kabul edilir. Bu bağlamda savaş sonrasında, kendisinin savaşla ilgili yüklü dağarcığı kapsamında kendisine Stalingrad ile ilgili eser yazıp yazmayacağı sorulduğu andan itibaren kafasında ustalık eserim dediği bu kitabı, kafasında yazmaya başlar

Grossman’ın bu eseri yazmasının bir nedeni de Sovyet edebiyat çevreleri tarafından görmezden gelinmesidir. Grossman, kendisini hem Stalingrad hem de Berdichev[2] gettosu hakkındaki gerçeği, -savaş sonrası Sovyet edebiyatının resmen onayladığı eserler tarafından karartılan gerçekleri- anlatmaya çalışacağı bir eserin ortaya çıkarılmasına adamaya karar verdi.

“Yaşam ve Yazgı”, 1959 yılında tamamlanır. Yayınlandığı andan itibaren, edebiyat çevrelerinden hiçbir yorum gelmez ve derin bir sessizlik oluşur. Başta bu sessizlik Grossman’ı rahatsız etmez. Fakat devamında Grossman’ı endişelendirmeye başlar ve  her ihtimali göz önünde bulundurarak, eserin el yazmalarının kopyalarını arkadaşları S.Lipkin ve V.I.Lobode’ ye verir. Nitekim kısa bir süre sonra KGB tarafından baskına uğrar. KGB eserin tüm el yazmalarına, daktilo şeritlerine, karbon kâğıtlarına yani esere dair her şeye el koyar.

Eserin el yazmalarına el konulmasının ardından Grossman, dönemin Komünist Parti Genel Sekreteri Kruşçev’e bir mektup yazar ama bir cevap gelmez. Bunun yerine Merkez Komiteye davet edilir, Politbüro ideoloji şefi Mihail Suslov, yazara… “Eğer yayınlanırsa, kitabının Sovyetler Birliği'ne Pasternak'ın Doktor Jivago'sundan bile daha fazla zarar verebileceğini ve bunun Sovyetler Birliği'ne duyulan ihtiyaç hakkında kamuoyunda bir tartışma başlatabileceğini ve bu nedenle kitabının yayınlanamayacağı söyler.” Eserinin basımını göremeyen Grossman, 14 Eylül 1964 yılında vefat eder. S. Lipkin, 1980 yılında İsviçre’de bulunduğu süre içerisinde eserin yayınlanmasını sağlar, eser 2000’li yıllarda Sovyet topraklarına girer ve Sovyet Edebiyatı’nda yerini alır. İşte gerçek böyledir, her şey gider bir tek o kalır.

Glasgow Üniversitesinden Margaret Tejerizo’ya göre; “Grossman, öyküsünü anlatmak için her şeyi bilen anlatıcının aracını kullanır. Eser hem tarihsel hem de hayali karakterleri sunar ve ayrıca Napolyon'un Rusya'yı işgali ile Hitler'in işgali arasında karşılaştırmalar yapar. Antisemitizmin dereceleri tartışılır ve sonuç olarak üç tür antisemitizm olduğu, sonuncusunun en tehlikeli olduğu ve yalnızca totaliter bir devlette ortaya çıkabileceği sonucuna varır.” "[3]

Bu türde devlet, ayırımcı bir politika uygular. Yahudilerin yaşayacakları yerlere karar verir, meslek seçimlerine, eğitim kurumlarına girmelerine ve kariyerlerine kısıtlar koyar ve/veya yok sayar. Bkz. S.670

***

Kitap,1942'de, II. Dünya Savaşı kapsamında günün Nazi Almanya’sı ve Sovyetler Birliği arasında, Sovyetlerin deyişiyle Büyük Vatan Savaşı’nda Almanların Stalingrad'ı savunan Sovyetleri Volga'ya doğru geri püskürtmesiyle başlar. Alman 6. Ordusunun Stalingrad'da teslim olmasından birkaç ay sonra, ertesi yılın baharında sona erer. Anlatıcı, bu süreçte aynı anda ve/veya geçmiş ve gelecek zaman kiplerini kullanır. Roman, bireysel özgürlük, ahlaki seçimler arasında, kargaşa ve dehşetin ortasında hayatın anlamını arar.

Bilindiği gibi askerî açıdan Stalingrad oldukça önemli bir konumdadır. Ama adından da çağırışımla Hitler ‘in en çok almak istediği şehir olarak bilinir. Bu nedenle yüz doksan dokuz gün süren Stalingrad Muharebesi, II. Dünya Savaşı’nın sonunu belirler, kaderini değiştirir. Stalingrad bu dönemin dünya kenti, insan soyunun düşüncesi ve tutkusu olur. Fabrikalar, rotatifler ve linotipler onun için çalışır, politikacıların birinci gündem maddesidir.  Kent devrin ruhu ve iradesidir. Bu nedenle Stalingrad muharebesi, romanın ana olayı olmakla kalmaz. Aynı zamanda kaderleri, tarihi çatışmaları, tarihi ve felsefi kavramları birbirine bağlayan bir düğüm, bir buluşma noktası haline gelir. Stalingrad muharebelerinde Volga nehri de stratejik öneme sahiptir. Nehir Almanlar için geçit ve taarruz, Sovyetler için savunma görevi görür.

***

Yazar, II. Dünya Savaşı’nın gerek Savaşa katılanlar, gerek siviller, gerek kamplardaki Yahudiler üzerinde yarattığı fiziksel ve özellikle psikolojik etkilere eser içinde yer verir. Yazar için Savaş: “Hesap, soğukkanlı bilgi ve esin, rastlantı ve tümüyle akıldışı olan şeylerin bir araya geldiği bir sanattır. Dâhiyane bir teknik olmasa da düşünülmesi imkânsız olan bir müzikal doğaçlama gibidir.  Savaş boyunca düşmanlık kadar dostluk gibi yeni duygular kazanılır veya kaybedilir ama savaşan tarafların tümden yitirdikleri bir duygu vardır ki, o da zaman duygusudur”. Yazara göre savaşta bir insanın yaşadığı zamanın uzunluk ve kısalık duygusunun bozulması daha karmaşık bir süreçtir. Burada iş daha uzaklara gider, kişisel, temel duygular, bozulur, çirkinleşir. Savaşta saniyeler uzar, saatler büzüşür, kısalır. Zaman ölçüsü, hızıyla geçen olaylarla, mermilerin ve uçaklardan atılan bombaların ıslığıyla, silah atışlarıyla ve patlamalarla bağlantılıdır.

Kitapta, Stalingrad'daki zaferinin "Sovyet halkının acısını uzattığı" çok kez belirtilmiştir. Nitekim karakterlerin çoğu, savaş sonrası Sovyetler Birliği’nde daha fazla kişisel özgürlük için umutlarını dile getirirken, Parti yetkilileri Alman tehlikesi ortadan kaldırıldığında tüm özgürlükleri kısıtlamaya hazırlanır. Grossman, işgal hakkındaki gerçeği ararken, Sovyet hükümetinin kayıtsızlığı ve yetersizliği ile gerçekleri gizlemek için kullandığı birçok mite meydan okur. Bir Sovyet askerinin yalnızca Almanların değil, Sovyet Parti yetkililerinin de kurbanı olabileceğini gösterir. Rejim için romanda en büyük "tehlike" yazarın totalitarizmi açığa çıkarma çabasıdır. Ve yazar, Sovyet ve Nazi rejimlerinin aynı madalyonun iki yüzü olduğunu savunur.

Ona göre Stalin ve şebekesi köylüden beş kapikten aldığı buğdayı aynı köylüye bir rubleye sattığı buğday, Stalinizm’in temel taşıdır. Başta Polonya ve Finlandiya olmak üzere komşu ülkelere yapılan saldırılar, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için miydi, sorgular. 1937 yazında Moskova’da Gizli polis CEKA’nın karargâhı olarak kullanılan binanın bulunduğu caddeden, Lubyanka Caddesinden ve Komsomolskiy Sokağı’ndan geçmek neden çok korkunç bir şeydir. Örneğin binanın tutsaklarından, Profesör Pletnev[4] ve Dr. Levin[5] Gorki’yi öldürdüklerini itiraf etmişler, birkaç gün sonra da ünlü botanikçi ve genetikçi Çetverikov sözde casusluktan tutuklanmıştır. Diğer yandan adları saygıyla anılan ama başta Tuhaçevskiy olmak üzere Troçkist birer hain ilan edilen mareşaller binanın tarihine adlarını nasıl yazdırlar. Bir yanda Polonyalılar ile Yahudilerden nefret eden Litvanyalı Dostoyevski’nin portresi Hitler’in çalışma odasında asılı ve Almanlar Yahudileri kuduz köpekler gibi öldürürken… Öte yandan 1937 yılı Stalin dönemi Sovyetlerinde açlık ve yamyamlıkla geçen genel kollektifleştirme sürecinde sürgüne gönderilen milyonlarca köylünün gönlünde Rus kontu Tolstoy taht kurarken SSCB hükümeti vatandaşlarının mevcut koşullarda dahi mutluluğu için ne yapmıştır?... Hepsi satırlarda gizli değil, yazılıdır.

***

Romanda II. Dünya Savaşı ile fizyolog, kimyager, biyokimyacı, patolojik anatomi uzmanı ve toksikologlarla birlikte, ahlaksız Alman mühendislerin fırınlar için en ekonomik çalışma koşullarını hazırladıkları, Yahudi toplama kamplarını anlatan sayfalar, savaşın en utanç verici kısımlarından biridir.

Kendisin de Yahudi olduğunu belirttiğimiz yazar Vasili Grossman, annesini II. Dünya Savaşı’nda bu nedenle Alman Toplama Kampı Berdychiv’de kaybeder. Kaybetmenin verdiği üzüntüyle ve Yahudilerin yaşadığı acımasız olayların adına eserinde bu konuya geniş bir yer verir. Eserinde insanlığını kaybetmiş Nazi askerlerinin gettolarda ve kamplarda yaşayan Yahudilere yaşattığı süreci, eserin başlıca kahramanı Viktor Pavloviç Ştrum ’un annesinden aldığı mektubu aracı kılarak bize net bir şekilde ifade eder. Mektup Doğu Avrupa Yahudileri için en güçlü ağıt ve ilk belgelerden birisidir. Romanın 18. Bölümünde yer alan mektubun başlıca kısımları şöyledir:

“ Kapıcının karısı penceremin altında duruyor ve komşu kadınlardan birine ‘Tanrı’ya şükür Yahudilerin sonu geldi, diyordu. Tanrım, çevremizde ne korkunç bir yoksulluk var! Yahudilerin zenginliğinden, her zaman kara gün için birikmiş paraları olduğundan söz edenler keşke gelip de bizim Eski Kent’i bir görseler. İşte o kara gün geldi, daha karası olamaz. Oğlum, ben sana başka bir şey söylemek istiyorum. Hiçbir zaman kendimi Yahudi olarak hissetmedim. Çocukluk yıllarımdan beri Sovyet kız arkadaşlarımın arasında büyüdüm, şairlerden en çok Puşkin‟i, Nekrasov‟u sevdim. Bir salon dolusu seyirciyle, Sovyet köy hekimleri kongresine katılanlarla birlikte gözyaşlarına boğulduğum oyun, Stanislavski’nin sahneye koyduğu Vanya Dayı’ydı.”

Mektup Ştrum‟un eşinden dolayı yanlarına gelemediğinin farkında olan annesinin şu sözleriyle sona erer:

“ Sevdiklerinle, çevrendekilerle, senin için annenden daha yakın olanlarla her zaman mutlu ol.”

Yazar, gerçekte annesinden böyle bir mektup almaz, kendisi tarafından yazılır. Annesine çok düşkün olduğunu bildiğimiz yazar, bu mektubu ile tüm totaliter yönetimlerden daha üstün bir gücün varlığını, anne sevgisinin gücünü vurgulamak ister.

Ama yine de kin gütmeyen yazar, eserinde kamplarda çalışan Almanların masum insanları gaz odalarına kapatmak ve onları yakmak işinden hoşnut olmadıklarını,  gelecek kaygısı yüzünden bu işi yapmak zorunda oldukları anlatır. Savaş ile birlikte insanların akıllarında dünya başka bir resim olarak algılanır. Hayata farklı açılardan bakılır. İyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, inanç kavramları sorgulanmaya başlanır. Bu kavramlar farklı anlamlar kazanmaya başlar. Bizce bu noktada bocalamasının nedeni çok kimlikli yaşamı ve rejim baskısının üzerinde bıraktığı izlerdir.

***

Böyle bir sorgulama dönemine giren Grossman, Nazi kampında tutuklu İkonnikov üzerinden düşüncelerini Şöyle aktarır; “İyiliğin, güzel bir çiy tanesi kadar güçsüz olduğunu düşünüyor, kötülüğün gerçek gücünü görüyorum. Gökler boş. Yeryüzünde sadece insan var. İyiliği Tanrı’da, doğada bulma inancımı yitirince iyiliğe olan inancımı kaybetmeye başladım. Yeryüzünde yaşayan insanların çoğu iyiliğin tanımını yapmayı aklına getirmez. Yaşamın tüm durumlarında uygulanabilecek, ortak genel bir iyilik terminolojisi var mıdır? Ya da benim iyiliğim senin için kötülük müdür, benim halkımın iyiliği senin halkın için kötülük müdür? İyilik sonsuz ve değişmez midir, dünkü iyilik bugün bir ayıp, dünkü kötülük ise bugün iyilik midir? Sovyet askerinin bir Alman askerinin öldürmesi ülkesi için bir iyiliktir. Fakat bu iyilik karşı tarafın ülkesi ve ailesi için kötülüktür. Savaşın kazanını hiç bir zaman olmaz, gerçek kaybedeni ise analardır. Geçen yıl eylül ayında kadın, çocuk ve yaşlı yirmi bin Yahudi’nin idamını gördüğümde,  o gün Tanrı’nın da var olmadığını gördüm.

Sovyet Çalışma Kamplarıyla ilgili düşüncelerini de Binbaşı Yerşov üzerinden anlatır. Yerşov Nazi Toplama Kampında ailesi ise Sibirya’daki Sovyet Çalışma Kampında bulunur. Yerşov, savaşın Sovyetler tarafından kazanılması halinde, tüm Nazi ve Sovyet kamplarının kapatılıp, soruşturmaların ve mahkemelerin artık sona ereceğinden emindir. Yazar nasyonal sosyalizm ve komünizmi ilk olarak kamp yaşamı üzerinden analiz eder. Nasyonal sosyalizm ve komünizmin farklı isimler altında bulunan aynı ideolojiler olduğunu savunur. Her iki ideoloji de eşitliği, birliği ve özgürlüğü vaat eder. Ona göre, Nasyonal Sosyalizm,  devletin geleceği ve milliyetçilik adına insanları kamplara hapsederken, Komünizm özgür düşünmek isteyen insanları kamplara hapseder. Hem Nasyonal Sosyalizmin hem de Komünizmin insanlar için uygun ideolojiler olmadığını savunur. Fakat yine de Sovyet halklarını Nasyonal Sosyalizmin ezici gücünden kurtaracak tek gücün Komünizm olduğu yargısına vararak savrulur ki, bu da onun Marksist-Leninist öğretiyi iyi kavramamış ya da kasıtlı bir söylem içinde olduğunu gösterir.  

Ona göre “bu” savaşı kazanan ideoloji, kaybeden ideolojiye sahip olan ulusu içinde barındırmaya başlar. İsim olarak farklı ama özünde aynı olan iki ideoloji birbirini çekecektir. Buna “ayna imgesi” der. Bu, iki tarafın da birbirini kendisinin yansıyan imgesi olarak görmesidir. Bu imgede çatışan taraflar kim olursa olsun aslında birbirine şaşırtıcı derecede yakındır. Düşman imgeler birbirinin aynası gibi birbirini yansıtır. Her iki grup da olumlu yanları kendisine, olumsuz yanları düşmanına atfeder.

Bu imgelemede Antisemitizm, insanların yeteneksizliğinin bir göstergesidir. İnsanlar başlarına gelen felaketlerin nedenlerini toplumsal düzende ve devlette aramak yerine, Yahudilerde arar. Alman topraklarında Yahudilere karşı ne yaşandıysa savaş dönemi öncesinde Sovyet topraklarında da aynı olayların yaşanmıştır. Sovyetlerdeki tüm kusurlar, Yahudilere mal edilir ve Sovyet topraklarında da Yahudi katliamları başlar. Yahudiler her daim Hristiyan düşmanları olarak görülür. Yahudilere tarih boyunca azınlık ve aşağı ırk gözüyle bakılır.

Nazi toplama kamplarında bulunan Sovyet kahramanları ve Yahudiler kadar, Sovyet çalışma kamplarında olan Sovyet kahramanları ve Yahudiler de vardır. “ Halk düşmanı” diye cezalandırılan insanlar Stalin’in Sovyetler Birliği Komünist Genel Sekreteri olduğu dönemde Sibirya’daki bu kamplara gönderilir. Bu kamplar da Nazi kampları gibi çalışma kampları adı altında kurulur. Kolektivizasyon döneminde kendi tarım ürünlerini, tarım aletlerini ve hayvanlarını hükümete vermek istemeyen, ekinlerini inat için gömen, bu yüzden hastalanıp ve kıtlıktan ölen insanların, birçoğu cezalandırılıp bu kamplara gönderilirler. Stalin karşıtı olan Varlam  Shalamov[6], 1975’da ABD’nin Vietnam’a saldırısını destekleyen(!) Soljenitsin[7] gibi yazarlar da hayatlarının bir bölümünü bu kamplarda geçirmek zorunda kalırlar. Nazilerin toplama kamplarına benzetilen bu Sovyet çalışma kamplarının tek farkı kampta bulunan esirlerin topluca öldürülmemesidir. Zaten Sibirya gibi soğuk bir bölgede bulunan esirler çalışma şartları, soğuk ve açlıktan hayatlarını kaybederler.

Yapılan her şey devletin izlediği siyasete uygun olmak zorundadır. Eğer devletin izlediği siyasete uygun şeyler yapmazsanız, toplumdan dışlanmanın yanında ağır cezalara çarptırılabilirsiniz. Kamplardaki yazarların başına gelen de bundandır. Eğer siz devlet için gerekli değilseniz, devlet sizi bütün düşüncelerinizle, planlarınızla ve yapıtlarınızla birlikte eritip bitirir, canınızı çıkarır ama eğer sizin düşünceniz devletin çıkarlarına uygun düşüyorsa sizi uçan halıya bindirip uçurur! Sovyet döneminde yazılan eserlerin birçoğunda Stalin ve yönetimi övülür. Bu eserlerde genel olarak Stalin’in doğru bir lider olduğuna, izlediği yolun Sovyet halkı için uygun olduğuna dair metinlere yer verilir. Bunlar Stalin ve hükümet için yayınlanmayı hak eden eserlerdir. Eğer gerçekleri göstermek yerine, sadece hükümetin istediği gibi kurmaca bir eser yazarsanız, bu eser yayınlanır, diğeri yayınlanmaz.

***

Yaşam ve Yazgı’nın yapısı Savaş ve Barış’ınkine benzer. Bütün ülkenin hayatı tek bir ailenin üyelerinin başından geçen bir dizi olay aracılığıyla ele alınır. Romanın merkezinde Şapoşnikov ailesinin üyeleri ve onlarla ilişkili kişiler vardır. Ancak konusu kesinlikle bir aile değildir. Toplumun bütün resmini çizebilmek için, Tolstoy gibi Grossman da çok sayıda karaktere yer verir.  Bu okumayı oldukça zorlaştırır. Anlatıcı, hareketli kamera gibi, sürekli yer değiştirir, görkemli ve trajik tarihi olayları bir film gibi gözler önüne serip, bir öyküden diğerine atlar. Zaman zaman cephenin öbür yanına geçip Alman askerlerine de bir göz atar. İlk başlarda birbirinden bağımsız gibi görünen olaylar ve kişiler arasındaki bağlantılar roman ilerledikçe ortaya çıkar. Ben de bu nedenle ana karakterleri bir araya toplayıp, birbirleriyle olan bağlantıları özetleyip, hem bu anlatıyı hem de romanı okuyacaksanız sizlere yardımcı olmaya çalıştım.  

Anlatı stratejisi yönünden, Grossman’ın yapıtı, Savaş Barış’tan ziyade, Andre Malraux’nun, İspanya iç Savaşını konu alan Umut adlı romanını andırıyor. Hem Umut hem de Yaşam ve Yazgı, bütünlüklü hakikate, tümevarım süreci içinde ulaşılan yapıtlar. Tolstoy’un ve Malraux’nun sözü edilen yapıtlarına kıyasla Yaşam ve Yazgı’nın özgül yanı, diyaloglara çok başvurmaması. Grossman daha ziyade ilişkileri, olayları ve kişilerin ruhsal durumlarını betimleyerek, daha doğrusu çözümleyerek ilerliyor. Bu tercih yazara sık sık kendi görüşlerini açıklama, araya katma olanağı sağlıyor. Bu bakımdan Grossman’ın anlatı tekniği Tolstoy’un ötesine geçiyor. Zira Tolstoy, Savaş ve Barış’ta, tarihte nedensellik üzerine görüşlerini romana epey yapay biçimde katar. Hatta yapıtın son kısımlarında romanı bir yana bırakır ve neredeyse akademik bir makale tarzına yönelir. [8]

-0-

Aleksandra Vladimirovna Şapoşnikova ruhsal köklerini devrim öncesi entelijensiyasının, yani aydınlar topluluğunun halkçı geleneklerinden alan yaşlı bir kadındır. Çocukları ve aileleri romanın temel karakterleridir. Roman:

·         Stalingrad direnişi ana kurgusunda

·         Sovyet ve Alman çalışma(!) kampları ile

·         bir fizik enstitüsünde geçen alt kurgularda gelişir.

Aleksandra Vladimirovna’nın büyük kızı Lyudmilla ('Lyuda') Nikolaevna Shaposhnikova, fizik bilgini Viktor Ştrum ile evlidir. Bu onun ikinci evliliğidir Nadya adında bir kızları vardır. Lyuda, daha önce bir Sovyet çalışma kampında mahkûm Abarcuk ile evlenmiş, ondan da Tolya adında bir oğulları olmuştur. Tolya da askerdir. Abarçuk ile Tolya arasında baba-oğul ilişkisi gelişmemiştir. Ancak Tolya, babasının ne denli dürüst ve iyi bir insan olduğunu öğrenmiş, Abarçuk’un soyadını almış Abarçuk da bunu tesadüfen öğrenmiştir. Soruşturmalarda her türlü iftiraya karşı direnci de Tolya’ya layık olmaktan kaynaklanmaktadır.  

Abarçuk Parti'nin güçlü bir destekçisidir. Mahkûm edilip Gulag’a gönderilmesine ve bunun bir haksızlık olduğunu bilmesine rağmen, Parti'yi suçlamaz. Bu tür hatalı tutuklamaların parti istikrarının korumasında haklı olduğuna ve bir yol kazası olduğuna inanır. Güvenilir ve bilge kişiliği ile kampın kilit karakterlerden biri haline gelir. Romanda Sovyet Çalışma Kamplarında olan Abarçuk’un arkadaşı Magar da alt bir karakter olarak ele alınır. Kamplarda bazen Magar gibi safkan proleter ve arkadaşları için canını verebilecek insanların savundukları ideolojiden vazgeçtikleri görülür. Magar değişimini ve nedenlerini Abarçuk ile paylaşır. Ancak Abarçuk uzun süredir kampta olmasına rağmen sonuna kadar inandığı ideolojisi komünizmden asla vazgeçmez. Kendini büyük bir boşluk içinde hisseden Magar hayatına son verir. Hayatına son vermeden önce kendini şu sözlerle ifade eder: “ Bu zamana kadar savunduğum davadan dolayı büyük bir hayal kırıklığı içerisinde ve kayıp erdeminin üzerinde ağlayan yaşlı bir fahişe gibiyim.” Grossman, devrim projesinin başlı başına bir hata olduğu mesajını Magar’ın düşünceleri ve söylemleriyle üzerinden iletmektedir.

Lyuda ile Viktor'un yaşamları birbirlerinden uzaktır. Lyuda’nın Tolya’ya, Viktor’un da Nadya’ya bağımlılığı aralarındaki çekişmenin ana kaynağıdır.  Bu romanın alt örgülerinden birisidir.  Tolya'nın yitiminden sonra Lyuda'nın Viktor’a ve Nadya'ya karşı ilgisizliği daha da artar, Lyuda'nın oğlunun zamansız kaybıyla başa çıkmaya çalışırken, bunun ruh sağlığına olan etkisi dikkate değer bir etmen olarak ortaya çıkmaktadır. Viktor bu durumdan oldukça yorgundur.

***

Viktor Pavloviç Ştrum romandaki başlıca karakterdir ve kısmen yazarın kendisini yansıtır. Gerçek hayattaki Ştrum,  Sovyet nükleer fizikçisi Lev Yokovleviç Strum[9]’dur ve Grossman’ın Kiev'deki aile dostudur. Zamanının en umut verici Sovyet fizikçilerinden biri olan Lev Ştrum, Stalin'in Büyük Tasfiyesi sırasında tutuklanır ve idam edilir.  Vasily Grossman büyük bir risk alarak arkadaşını 1952'de "Adil Bir Dava İçin" başlığı altında ilk kez yayınlanan "Stalingrad" romanında, yani Stalin'in hayatta olduğu dönemde ve sonra da bu romanda ölümsüzleştirir.  

Romanda çok sayıda karakter olmasına rağmen, romanın konusunun büyük kısmı Ştrum ve ailesi etrafında döner. Sürekli olarak nükleer fiziği keşfetmeyi düşünür. Çalışmalarına olan bu saplantı, romanın en başından itibaren, kendisinden uzaklaştığı Lyudmilla'nın düşünceleri aracılığıyla açıkça görülür. Ştrum, roman boyunca devlete karşı ikircikli duygularına işaret eder ve Stalin'in rejiminden giderek daha fazla hayal kırıklığına uğrar. Bazen duygusuz bir adamdır - bencil, sinirli, birlikte yaşanması zor - ama aynı zamanda derin bir insandır, Sovyet toplumundaki yaşamın sayısız ahlaki ikilemleriyle uğraşırken kendine sadık kalmaya çalışır. Savaş ayrıca büyük ölçüde Ukrayna'da Naziler tarafından öldürülen, babası istemediği için onlarla beraber Ukrayna’dan Moskova’ya gelmemiş ve Kiev’de Berdychiv, Alman toplama kampında ölen annesinin travmatik kaybından dolayı Ştrum’u Yahudi mirasıyla da yüzleşmeye zorlar. Viktor bunu annesinin ona yazdığı son mektuptan öğrenir; bu pasaj romandaki en ikonik en yıkıcı pasajlardan biridir. Bu, Grossman’ın başından geçen gerçek bir olaydır.

Romanda temel karakterlerden, apolitik nükleer fizikçi Ştrum, büyük bir fizik buluşu yapmış, yanlış olmasa da eski teoriyi teorisine özel bir çözüm olarak sokmuş, deneyi teoriyle, teoriyi deneyle birleştirmediği anda başarıya ulaşmıştı. Yenilik serbestçe doğmuş, aklı yeni teoriyi doğurmuştu. Düşüncenin özgürce oynadığı oyundan kendiliğinden doğmuştu ve eski teori yeni deney materyalinin tüm zenginliğini açıklamaya olanak vermişti. Büyük bir iş başarmıştı.

Ama bu başarının arkasından dinî kökeni ele alınarak kıskançlık kumpanyası nefret ve zulüm sarmalına dönüşmüş, Yahudi olduğu için, çalıştığı enstitüde aleyhinde büyük bir kampanya başlamıştır. Ştrum’un “Amerikan, Alman, Sovyet fiziği yoktur fizik tektir.” deyişi aleyhine kullanılan bir söylem olarak ortada dolaştırılmaya başlamıştı. Etrafı boşalıyor ve boşaltılmaktadır. Bu nedenle artık bencilce hevesleri, yerini yakınlarını koruma duygusuna bırakmıştır. Enstitüde bilimsel talepleri karşılanmadığı gibi, işinden de ayrılmak durumunda kalır. Yazar, Ştrum’un ikilemlerini ve ruhsal gerilimlerini son derece derinlikli biçimde işler. Ştrum ayrıcalıklarından vazgeçmek istemeyen, sürekli korkular içinde yaşayan birisidir, fakat zaman zaman vicdani çıkışlar da sergiler. Susmakla, gerçekleri dile getirecek olursa geri adım atmamak konusunda kendisini sınamaktadır.  “ İnsan doğuştan sarışınsa, duvar gazetesinde adına kara çalındı diye esmer olmaz.” Bu süreçte göğsünü gererek sığındığı biricik sav sözdür.

***

Pyotr Lavrentievich Sokolov Viktor'un laboratuvarında çalışan bir matematikçidir. Sokolov ve Viktor iyi arkadaştır. Akademik çalışmaları hakkında konuşmayı severler ve sık sık hayatı ve siyaseti tartışmak için Sokolov'un evinde bir araya gelirler. Sokolov, Viktor'dan daha temkinli, daha akademik tavırlıdır. Victor'un bilimsel atılımından o da biraz rahatsız olsa bile dostlarına bağlılığı ve inançları uğruna sosyal konumunu riske atacak kadar da cesurdur. Ama ne yazık ki, eşi ile arasında yeteri kadar var olmayan tutkuyu, Viktor Strum, arkadaşının eşinde bulur. Zamanında Balzac ile Flaubert’i karıştırdığı için alay ettiği, Lyuda’nın en yakın arkadaşı, Sokolov'un karısı Marya Ivanovna ile Viktor’un flörtü ortaya çıkınca, Sokolov ile Viktor arasındaki köprüler de atılır. Romandaki bu kurgu gerçeğe dayanmakta ve yazarın ilgi duyduğu kişinin arkadaşı şair, Nikolay Zabolotsky’nin eşi olduğu bilinmektedir.

***

Bu arada tıpkı Sofya’nın ölen David‟i sonsuza dek kalbinde yaşatacağı gibi Lyudmilla da oğlu Tolya’yı sonsuza dek kalbinde yaşatacağından emindir.

Sofya Osipovna Levinton bir ordu doktoru ve Lyudmilla'nın eski bir arkadaşıdır. Levinton, Kiev’de Berdychiv Alman toplama kampına gönderilirken trende David adında altı yaşında bir çocukla tanışır. Yaz tatilini büyükannesiyle geçirmek üzere Moskova’dan Kiev’e gönderilen çocuk, Ukrayna'daki Almanların hızlı ilerleyişinin ardından Kiev’de mahsur kalmış, kargaşa sırasında da büyükannesini kaybetmiştir. Levinton, David'in yalnız olduğunu anlayınca onu oğlu gibi bağrına basar.

Romanda beni çok etkileyen bu sayfalarda onunla birlikte gaz odasına gider. L Satırlara gaz yayılırken yavaşça düşen Sofya David’i bir oyuncak bebek gibi vücuduna bastırmakta, ölürken kendisi de oyuncak bebek olmaktadır. Romanda bu kurgu sizleri bir kâbusun koyu bir şalı gibi sarar. Bir insanın şefkatinin II. Dünya Savaşı'nı tanımlayan vahşetin nasıl üstüne çıkabileceğini gösterir. Ölen ve öldürülen insanın insanlıktan çıkıp, bir adı ve özgürlüğü olmaksızın, kirli ve zavallı bir hayvana dönüşmesi için birkaç gün yetmiştir.

-0-

Diğer alt kurgu; Aleksandra Vladimirovna’nın küçük kızı, Lyuda’nın  küçük kız kardeşi, Yevgeniya ('Jenya') Nikolaevna Shaposhnikova’nın e s k i kocası ile y e n i nişanlısı Tank Kolordusu komutanı Albay, Pyotr Pavloviç Novikov’ u kapsar. Jenya’ nın eski kocası, Nikolay Grigorevich Krımov Stalingard savunmasında 6/1 numaralı eve atanan parti komiseridir. Krımov, Parti'ye ideolojik ve fanatik olarak bağlıdır. Krımov’un hayatında her zaman Partiyi önceleyen bu tutumu, Jenya’nın  onu terk etmesine neden olmuştur. Ancak, Bolşevik Partisi'nin ilk günlerinde öncülerden Mostovskoy ile birlikte çalışan Krımov yoldaşı Mostovskoy’un, itibarsızlaştırılmış kişilerle olan ilişkisi üzerinden, dolaylı olarak Krımov’u da tehlikeli bir konuma sokmuştur. Bazen rasgele bir sözcük, ilişkilerdeki küçük bir dikkatsizlik öldürücü bir bıçak ucuna dönüşür ya… Tam da bu nedenle, yaptığı ve söylediği her şeye dikkat etmelidir. Nitekim Jenya’nın nişanlısı Novikov hakkındaki dikkatsiz bir yorumunun ortaya saçılması, Krımov'un tutuklanması ve ÇEKA’nın Moskova’daki merkezi Lubyanka’da hapse atılmasına, geçmişinin politik açıdan her hassas ayrıntısının didiklenmesine neden olur.

Ancak, kapsamlı işkencelere rağmen, karşı devrimci Kolçak askerlerinin ateşine, Şanghay’da yağlı ilmeğe maruz kalmış, Stalingrad’da, Voronej’de Bryansk Ormanları’nda yiğitçe çarpışarak madalyalarla onurlandırılmış…  Almanlar arasında işçilerin, devrimcilerin ve enternasyonalistlerin de bulunabileceğini düşünecek kadar da erdemli Krımov, uydurma bir dizi ihanet eylemini itiraf etmeyi reddeder. Krımov, işkencecilere asıl olması gerekenin kitlelerin öfkesini faşistlere karşı seferber etmektir ve Kızıl Ordu’nun yönetimin istediği gibi intikamcı bir ordu olmaması gerektiğini söyler.

Romanın bu bölümünde devrimin canlı bedeninin derisi yüzülmekte, yeni dönem bu deriye giydirilip, proletarya devriminin canlı eti ve iç organları çöpe atılmaktadır. Lubyankada’ki eski ÇEKA görevlisi, yine orada tutuklu cellat Katsenelenbogen 1937 yılında Moskova krematoryumunun(!) her gece bacalarının tütmesinden deliren komsomol üyelerini anlatmakta… Bu nefret ortamında gerçekleştirilen Ukrayna’lı ve Beyaz Rusya’lı Yahudilerin, Troçkist-Buharin’ci bireylerin nasıl yok edildiği sayfalara acıyla düşmektedir.

***

Kitabın sayfalarında zamanlar arasında dolaşan onlarca karakterin birbirleriyle olan bağlantılarını izlemek bazen oldukça zor olduğundan bunlardan birincil karakterlerin portresini oluşmasında katkıda bulunan bazılarını aşağıda sizlere sunayım ki, okumanız da kolaylaşsın…

***

Romanda Nazi kamplarındaki yaşam, 1917 devrimine katılmış ve Lenin ile yan yana çalışmış olan Komünist Parti ile güçlü bağları Mihail Sidoroviç Mostovskoy, üzerinden anlatır. Mostovskoy Alman toplama kampındaki eski ve öncü bir Bolşevik’tir. Bilgedir. Mert ve iyi bir insandır. Grossman, Mostovskoy'un karakterini, II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa'yı saran felsefi gerilimi ortaya çıkarmak için kullanır. Mostovskoy, Binbaşı Yershov ve eski bir Tolstoycu Ikonnikov gibi mahkûm arkadaşlarıyla sürekli felsefi tartışmalara girer. Ona göre Nazizm ile Stalinizm aynı varlığın biçimidir. Birisinden aynaya baksan diğerini görürsün. Birinde kapitalistler, diğerinde işçiler parti devletinden maaş almaktadırlar.

***

Kaptan Grekov, Stalingrad’da Alman birlikleriyle çevrili, adeta bir Sovyet kalesi olan 6/1 Numaralı Ev'in yöneticisidir. Grekov'un üstün cesareti, becerisi ve savaşa olan bağlılığına genç radyo operatörü Katya'yı koruyup kollaması nedeniyle bir tür sert şövalyelik eklenir. Adamlarında tam bir bağımlılık uyandırır. Otoritesi,  deneyiminde, sert ve sınır tanımayan haylaz ruhundan kaynalanır. Güç, cesaret ve otoritenin birleşimidir. Bu özellikleri sayesinde tüm gün bomba yağan evi askerleri ile birlikte savaşın sonuna kadar savunur. Bir an olsun o evden ayrılmayı düşünmez.

 

Komutan Grekov‟un yönetiminde bulunan 6/1 numaralı ev eserin duygusal ve ideolojik odaklarından birisidir. Ev önemli bir konuma sahiptir. Şehirdeki traktör fabrikasına uzanan bir geçittir. Ev askerler arasındaki sevginin, özgürlüğün ve vatanseverlik mücadelesinin bir ikonu, bir göstergesidir. Ancak evin Komutan Grekov tarafından bağımsızlık fikriyle, bağımsızca yönetildiğinden hükümetin haberi olur ve hayati öneme sahip bu evde sözde Bolşevik düzenini kurmak ve Grekov’un kendine buyruk tutumuna karşı Parti Komiseri Krımov gönderilir.

Grekov, romantik bir devrimcidir. Devrimin amacının özgürlük olduğunu savunur ve bu bağlamda hükümeti, diğer deyişle Stalin Yönetimini eleştirir. Ona göre Stalin, Partinin demir disiplini ile Leninizm’i birleştiren ruhu bozmuş… Lenin ile birlikte Bolşevik Parti’yi kuran onlarca insan ajan ve kışkırtıcı durumuna düşürülmüş, tek bir kişi, Stalin davanın taşıyıcısı olarak ilahî bir konumuna yükseltilmiştir. Grekov’a göre insanı koyun gibi gütmek imkânsızdır. Devrim insanların hiç kimse tarafından yönetilmemesi için yapılır ve süreklidir. Mevcut rejime karşı çıkar. Bu bir anlamda Troçkizm ’in basit bir tarifidir.   

Sayfalar ilerledikçe Parti komiseri olarak atanan Krımov ve Grekov arasında gerginlik oluşur. Çünkü Grekov bağımsız hareket etmek ister ve Krımov'un temsil ettiği baskıcı devlet bürokrasisinden nefret eder. Örnekleyerek; tepenin bir adım gerisine çekinildiğinde, savaşçılar ve donanım güvende olacakken, bir adım bile geri atılmayacak diyen kifayetsiz, liyakatsiz ve yalaka bürokrasiden nefret eder.

Komiser Krımov, Komutan Grekov‟un yanında zayıf bir karakter olarak yer alır ve 6/1 numaralı evdeki düzeni hükümetin istediği yönde değiştiremez. Bunun onu adım adım Lubyanka Hapishanesine götürecek yolun döşeme taşlarından birisi olduğunu fark ederken birden aklına Troçki’nin korkunç zeki, küçümseyerek kısılan, keskin gözleri gelir ve onun hayatta olmadığına ilk defa o da üzülür.

***

6/1 numaralı evde bulunan teğmen Seryoja ve haberleşmeden sorumlu yaşamı boyunca görmediği kadar güzel, iyi ruhlu, zeki ve keder gözlü, radyo operatörü Katya arasında kısa zamanda bir aşk doğar. İkisi de genç ve toy olan bu kahramanlar, bulundukları evin Almanlar tarafından defalarca bombalanmasına rağmen, sevginin verdiği güçle ayakta kalırlar. Aynı evde olan askerlerin başında bulunan komutan Grekov’un ikiliyi korumak istemesi, Grossman için “zamansız” yaşanan duyguların mutlak kötülüğe karşı direnişidir. Eserde aşk, yalnızlıktan kurtulmak ve insanın kendisini daha güçlü hissetmesi için var olan bir araç olarak karşımıza çıkar.

***

Ana karakterlerden Jenya’nın nişanlısı Albay Pyotr Pavlovich Novikov, Stalingrad zaferini güvence altına alan hayati kıskaç hareketinde öncelik alarak önemli rol oynayan bir tank birliğine komuta ettikten sonra, yetkililerle bu konuda anlaşmazlık yaşar. Bu arada cephede beraber çalıştığı Getmanov’a, Jenya’nın kendisine güvenerek Krımov'un geçmişi hakkında anlattığı ama rejimin hoşuna gitmeyecek bir ayrıntıyı ağzından kaçırır. Artık Jenya’nın Novikov ile beraberliği bitmiş gibidir.  

Dementiy Trifonoviç Getmanov, ise Partinin bölge sekreteri ve Novikov'un tank kolordusunun komiseridir. Hayattaki birincil amacı, maliyeti ne olursa olsun başkalarının üstüne bassa da Parti hiyerarşisinde yükselmektir, Bu nedenle Parti'ye ve/veya Stalin’e zarar verecek hiçbir şeye izin vermez. Parti lideri için değerli olan, onun için de değerlidir. Bunun için yetenek gerekmez. Oldukça kibirlidir. Buna rağmen sonunda topu topu bir tank birliğine komiser olarak atandığı için hakarete uğramış hisseder. Getmanov'u, Stalingrad muharebesi sırasında baş siyasi subay olan Kruşçev'in bir portresi olarak görmek mümkündür ve Novikov’un öncelik alarak savaşın yazgısını belirleyecek kararı nedeniyle, büyük bir hırs ve kıskançlıkla onu şikâyet edecek kadar vicdansız ve onursuzdur. Oysa bir komutanın astlarını ölüme gönderirken düşünme hakkı, düşünmeden ölüme gönderme hakkından daha büyüktür.

***

Diğer alt olay örgülerinde Şapoşnikov ailesinin arkadaş ve akrabaları yer alır: biri Stalingrad Enerji Santralı’nda çalışır, biri cephede görevdedir, bir başkası Alman toplama kamplarından birinde ayaklanma örgütlemeye çalışır, bir diğeri de hayvan kamyonuyla gaz odalarına götürülür. Jenya, son evrelerde bir zamanlar Sopoşnikov ailesinin mürebbiyesi olarak çalışmış olan Sovyet vatandaşı Jenni Genrihovna Genrihson adlı yaşlı bir Alman kadınla birlikte yaşamaktadır.

-0-

Yazar eserinde 6/1 numaralı evde teğmen Seryoja ile Katya arasındaki aşk konusunun peşini bırakmaz. Aşk, savaş zamanında bir ateş gibi büyür, savaş bu doğrultuda aşkın yaşanmasına izin vermeyebilir, savaşçı savaşta sevgilisini unutabilir. Oysa aşk her durumda yaşanmalıdır. Aşk savaşa karşı koyabilecek tek güçtür. Eserde bu özellikler açısından Jenya ve üstün askerî yeteneklere sahip bir komutan, siyasî ve ahlakî bakımdan kusursuz Novikov’un aşkı dikkat çeker. Novikov ve Jenya’nın aşkı savaş yüzünden birçok yara alır. Savaşın tüm olumsuz etkilerine rağmen Novikov, Jenya’ya olan aşkından vazgeçmez. Novikov gibi Jenya da birlikte bir gelecekleri olsun ister ama onu bu düşüncelerden alıkoyan savaşın etkileri kadar  eski eşi Bolşevik Savaş Komiseri Krımov’dur. Krımov’un ona karşı duygularından emindir. Novikov ile ebediyen birlikte olmaktan, Krımov’dan da ebediyen ayrılmaktan korkar.  Krımov’un Novikov’un boşboğazlığı ile tutuklanmasından sonra da Krımov’a karşı büyük bir sadakat içinde Novikov’a olan sevgisini reddeder.  

Eserde değinilen diğer bir duygu ise ihanettir. Yazar, bu anlamda Almanlarla işbirliği yapan General Vlasov’[10]a değinir. İhanet, Nazi kamplarında bulunan Sovyet esirlerinin kamptan kurtulmak için Vlasov’a katılıp Sovyetlere karşı durmalarıyla ortaya çıkar. Bunun yanında devletin, ihanet olarak gördüğü durumlar da söz konusudur. Stalin hakkında konuşmak, onu ve yönetimini eleştirmek kesinlikle yasaktır ve suçtur. İhanetle eş bir durumdur. Yaşam ve Yazgı’da ihanet konusu içinde Kalmuklar da işlenir. Kalmuklar, Almanların Sovyet topraklarını işgal ettiği andan itibaren Almanların yanında olurlar. Genel olarak baktığımızda, her iki cephede de belirsizlik ve savaş yorgunluğu savaşan askerleri ihanet psikolojisi içine sokabilir. Askerler bulundukları mevkii terk etme eğiliminde olabilir. Fakat Vlasovlar ve Kalmuklar gibi düşmanın yanında yer alma ve kendi ülkene karşı savaşma eğilimleri romanda affedilemeyecek bir durumdur.

-0-

Stalingrad Muharebesi’nin sonlanmak üzereyken Muharebede önemli rol oynayan iki isme değinilir. Bu isimlerden biri Sovyet 62. Ordusu Komutanı Vasili Çuykov, diğeri  Alman 6. Ordu Komutanı Friedrich Paulus’tur. Paulus’a göre bir başkomutanın gerçek gücü; anlamını yitirmiş görevleri uygulamayı reddetmekle ortaya çıkar. Kuşatılan bir ordunun kurmayları yalnızca savaşta olabilecekleri değil devletin politikasını ve gelecekte halkın ve devletin konumu da öngörür. Ne var ki; Hitler “ben stratejistim” demiş, hücum emri vermişti. Oysa Paulus, Hitler tarafından kendisine verilen Feldmareşal rütbesinin ve meşe yapraklı şövalye haçının ölüm emri olduğunu anlamıştı. Nitekim de öyle olur.

***

Bu bağlamda yazar eserinde cephenin öte yakasına geçip Alman askerlerinin yaşamlarına ve duygularına da kalem tutar.

Örneğin sayfalarda Alman 6. Ordusu komutanlarında Tümgeneral Sixt von Armin’e göre felakete sadece Berlin’den verilen yanlış emirler değil, savaşmadan kaçan İtalyanlar, Rumenler değil, soğuk, yiyecek ve mühimmat yokluğu da neden olmuştur.

Burada yazara göre, analarının doğurduğu anılan bu Arî insanların kendi insanlarına benzemesi ne kadar insanca, ne kadar da şaşırtıcıydı. Alman askerler Berlin’deki bürokrat askerlere, cephedekilerden daha çabuk ve daha çok madalya alan levazım sınıfındaki subaylara, cephe gerisinde karılarına musallat olanlara küfredip duruyorlardı. Buna rağmen ayaklanan asker de yoktu. Korkunç çarpışmaların ağırlığını üstlenen, orada burada üslenen onlarca Sovyet askerleri ise Almanların kafasını karıştırıyordu.

İçlerinden Keşifçi Krap’a göre Alman karakteri ve ruhu varsa Sovyet Ordusunda mayalanan Komünist ve Yahudi karakteri ruhu da vardı. Şu anda Sovyet askerleri batıya, tutsak Alman askerleri de doğuya gidiyorlardı. Fransa’dan Stalingrad’a gönderilen Teğmen Bach’ın üzerine kampların ve gettoların kanı boşalıyor, karanlığın bir parçası oluyordu. Tuzlu sudaki tuzu filtrelemek ve arındırmak ne kadar zorsa, onun hassas yüreğinden bu anıları da koparmak imkânsızdı.

-0-

Vasili Çuykov‟un komuta ettiği 62, Ordu, eserde kararlılığın sembolü olarak ele alınır. Çuykov’ göre Almanlar’ın Stalingrad’ı alması imkânsızdır. Almanların Stalingrad’ı alması için son Sovyet askerine kadar herkesi öldürmesi gerekmektedir. Kahraman Sovyet Ordusu’nun zafere olan inancı, umudunu kaybetmeyişi, vatanseverlik duygusu Stalingrad Muharebesi’nin kazanılmasında önemli bir rol oynar. Yazar, bunu kutlanacak devasa bir başarı olarak görür ve ölenlerin başkalarının daha mutlu yaşayabilmesi için Sovyetler Birliği için ve daha iyi bir dünya için öldüklerine inanır. Savaşın temel gerçeği, bütün bu insanların, karargâhlardaki binbaşıların, ikonalar altında sigaralarını tüttüren generallerin, general aşçılarının, boş kovanlarla saçlarını saran telefoncu kızların, tıraş olurken bir eli yanağında, bir eli aynada uçak gözetleyen erlerin, Sovyet halklarının kahramanca fedakârlığıdır.

Epik romanın merkezinde 1942-1943 yılları arasında gerçekleşen yüz doksan dokuz gün süren Stalingrad Muharebesi ve Stalingrad Muharebesi etrafında resmedilen ailelerin yaşamı, ordu yaşamı ve kamp yaşamı anlatılır. Olay örgüsü Berdichev gettosundan NKVD zindanlarına, Nazi toplama kampından Sovyet toplama kampına, Moskova'dan sonra Kazan ve Stalingrad çevresi etrafında şekillenir.

-0-

Özetin özeti olarak; Yaşam ve Yazgı, Kruşçev döneminin nispeten liberal ortamında bile yayınlanamamış bir kitap. Stalin dönemine ilişkin epey sert eleştiriler içeriyor. Korkunun bir toplumu nasıl esir aldığını, yaratıcılığı, sanatı, bilimi nasıl körelttiğini birçok örnekle gösteriyor. Bürokratik yapının yarattığı eşitsizlikleri, ayrıcalıklı katmanları, sosyalist ideallerin nasıl solduğunu, soldurulduğu giderek nasıl yok edildiğini anlatıyor. Ayrıca Yahudi düşmanlığının Sovyet toplumunda da nasıl derinlemesine kök salmış olduğunu sergiliyor ve yerel halkın, Sovyet Yahudilerinin ölümündeki sükûtlarıyla nasıl bir cinayet işlediklerini net satırlarla açıklıyor ve bu duruma yazarın da kimliğinden hareketle gereğinden fazla yer veriyor. Ancak, bütün bu kırgınlık ve kızgınlığına rağmen yazarın bizzat kendisinin kaleme alarak yazdığı hiçbir zaman anılmasa da Stalingrad mozolesinde onun şu deyişi kazınıyor.

“ Evet, gerçekten de ölümsüzdük ve çok azımız hayatta kalabildi, ama yüce Rusya Ana için hepimiz yurtseverlik görevimizi yerine getirdik.”

Yazar, “ Her halkın kendi kahramanlarına, azizlerine ve alçaklarına sahip çıkma hakkı vardır.” diyerek Soljenitsin tarzı kaba bir anti-komünizme düşmüyor.

Gelgelelim romanda Grossman’ın kendi konumunun da sınırları var. Şöyle ki; Sovyet toplumundaki sorunların ince ince eleştirilerini yapıyor, ama geleceği dair bir yapıcı öngörülerde bulunmuyor. Roman, Stalingrad zaferinin yarattığı coşkuya rağmen, umutsuzluğu ve çaresizlik duygusunu bertaraf edemeden sonlanıyor. Savaşta oğlunu kaybeden annelere karşı bütün insanların suçlu olduğunu ve tarih boyunca bu annelerin önünde kendilerini boş yere aklamaya çalıştıklarını söylerken sadece gerçeği yansıtıyor. Onun için önemli olan savaşta ölenler ve kaybolanların insanlıklarıdır.  Azametli ve zalim güçlere karşı insanın acı ama sonsuz zaferidir. Kendi resmini çizen insan ruhunun en güçlü fırçasıdır.  


Yaşam ve Yazgı bu bakımdan “öğretici” sayılamaz. Sayılamaz ama o dönemi soluksuz yansıtan, elinin terine, dağarcığının yüküne saygı duyulacak bir eser. Yine de, Büyük Vatan Savaşı döneminde ve sonrasında Stalin tarafından ilan edilen ve “tek ülkede sosyalizm” olarak tanımlanan rejimle yönetilen Sovyetler Birliği’ni anlamak isteyenlerin okuması ve tartışması gereken bir kitap.

Son söz de çevirmen Ayşe Hacıhasanoğlu’na… saygıyla,

Kalın sağlıkla ve kitapla…

 



 07 Aralık 2024 mehmetealtin, 779 / CCXX

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------  

Can Yayınları, 5. Baskı, Aralık 2022

 


[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Babi_Yar

[2] Berdychiv, Vasily Grossman'ın memleketidir. Annesi katliamda öldürüldü. Grossman ve Ilya Ehrenburg tarafından düzenlenen ve Holokost'ta Almanların Sovyet Yahudilerine yönelik muamelesini ele alan The Black Book'ta yayınlanmak üzere olayların ayrıntılı bir açıklamasını yazdılar. Başlangıçta Sovyetler Birliği'nde yayınlanması amaçlanan kitap orada yasaklanır; sonunda 1947'de Bükreş'te bir cilt yayınlanır. Orijinal el yazması Kudüs'teki Yad Vashem arşivindedir. Anlatıcının annesi tarafından anlatılan katliamın ayrıntılı bir anlatımı, Grossman'ın Robert Chandler tarafından yapılan İngilizce çevirisi yaygın olarak bulunan Life and Fate adlı romanında kurgusal bir bağlamda yer almaktadır.

[3] Margaret Tejerizo,  Glasgow Üniversitesi, Modern Diller ve Kültürler Okulu, Rus Dili Program Direktörü, Araştırma alanları: 19. ve 20. yüzyıl Rus edebiyatı ve kültürü, Rus ve İspanyol karşılaştırmalı edebiyatı, Rumen dili ve edebiyatı, cinsiyet çalışmaları ile Rus kadın çalışmaları ve edebiyatıdır.

[4] https://en.wikipedia.org/wiki/Dmitry_Pletnyov_(doctor)

[5] https://en.wikipedia.org/wiki/Lev_Levin

[6] https://en.wikipedia.org/wiki/Varlam_Shalamov

[7] https://tr.wikipedia.org/wiki/Aleksandr_Soljenitsin

[10] https://tr.wikipedia.org/wiki/Andrey_Vlasov


22 Eylül 2024 Pazar

 


17. Roman

ile

Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman,

Dag Solstad 

Çeviri: Banu Gürsaler Syversten

 

Dag Solstad’ın kahramanı Bjørn Hansen’i anlatan “On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap ” ile ilgili yazım şöyle bitmişti:

Bjørn’a göre bu eylemi bir marifet, bir isyan, ya da bir meydan okuma olarak adlandırmak ona abartılı ve biraz da gülünç gelse de ve gerçekte sürekli guruldayan midesi ve sızlayan dişleri dışında hiçbir rahatsızlığı olmadığı halde… Kaderi, ürpertici bir vaziyette hayatına hiç kimseyi dâhil edemeden yaşamaktı! Neden? İbsen’in Yaban Ördeği oyunundaki Hjalmar Ekdal karakteri bu işin neresindeydi? Ben en iyisi bunu yine Solstad’a sorayım dedim ve onun bana yanıtı da şu oldu:

17. Romanımı oku.

Bir plan yapmış buna “zorunlu hayatta kalma stratejisi” ismini vermişti. Büyük projesine yani varoluşun boş ve kasvetli uğultusuna ya da müzmin kayıtsızlığına karşı, hiç durmadan cevap aramaktan kendini alamayan, hatta olmayan bir cevabın peşinde koşan birine Bjørn Hansen’in verebileceği tek cevap olan projesi… Sonunda cesaretini toplayıp geri alınamaz ve telafisi imkânsız, varoluşu meydana getiren yapıtaşlarının tümüne verilen bir cevap olan projeyi yerine getirmiş, cevabını vermiş, ama ifşa olarak her şeyi mahvetmişti.”

Ben de 17. Roman’ı okudum, ardından Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman’ı da okudum ve nihayet Dag Solstad’ın Bjørn Hansen üçlemesini bitirdim.

Okuduğumda, Bjørn Hansen,  Dag Solstad’ın biçtiği rolüyle ve çaresiz tuhaflığı ile giderek sinir bozucu olmaktan çıkıp, büyüleyici olmaya başladı. Bu nedenle tüm teatral saçmalıklarına rağmen Bjørn'e ancak teşekkür edebiliriz. Şimdi de her iki romanı birlikte yorumlayacağım.

***

Üçlemeyi tamamladığımda, daha önce okuduğum Finli yazar, Arto Paasılınna’nın Tavşan Yılı dışında Bütün İskandinav romanlarının ana temasındaki Karl Marx’ın “İnsanın Kendine Yabancılaşması” kavramında gizlenen Doppler[1] etkisi altındaki insanın çözülmesini bir kere daha hissettim. Doppler etkisi, insanın toplumdan ve doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir sosyal alan yaratmak için, doğaya ve topluma yabancılaşmasıdır. Bu açıdan bakarsak niteliğiyle olumlu karşılanan yabancılaşmadır, zorunlu bir süreç olarak anlaşılabilir. İkinci yabancılaşma ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır ki, bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancılaşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan birisi ve kurbanı haline gelir ki, Bjørn Hansen de bunlardan birisidir.

Solstad'ın romanları genellikle hayatın anlamsızlığına şu ya da bu şekilde isyan etme koşulları etrafında döner. Sürekli arafta, sürekli korku ve kuşkularla dolu bir yaşam sürmekte olan karakterler, bunlarla baş edebilmek için nihilist -hayatın anlamsızlığını savunma, tüm dini ve moral değerleri reddetme-, hedonist -hayatta en önemli hususun haz olduğunu savunma-, mistik ve çocuksu” olarak tasnif edilebilecek savunma mekanizmaları geliştirmiştir.[2] Bu roman da onun bir örneği olarak, hayatlarımıza sunulan koşulları havaya uçurmak gerektiğine dair varlığından kuşku duyduğu birisiyle, tanrısıyla, yalnız başına kaldığını hisseden bir adamın romanı. Siyasi ideolojisi yok, isyanı, tekerlekli sandalyesinde simgeleşiyor. O ve diğer karakterler, nedenini tam olarak da anlamadan toplumun beklentilerini protesto ediyor.

Solstad, Norveççe'de kimsenin kıyaslayamayacağı bir biçim ve dille yazıyor. Bilinen ama benzemeyen bir biçim ve dil ile… Öyle ki, Norveç dilinde Solstadian -Solstadvari-  terimi, alışılmışın dışında uzun ve birçok alt cümle içeren cümleleri ve belirli bir tarzı, aşina olunan tekrarlamaları anlatmak için kullanılan bir terim haline gelmiştir.

***

17. romanın başında, daha ikinci cümlede sahtekârlığının açığa çıktığı, Hansen'in hapis cezasına çarptırıldığı ve daha sonra, oğlunu, gelinini ve torununu pek başarılı geçtiği söylenemeyecek bir ziyarete gidene kadar dış dünyayla tüm bağlantısını kestiği görülüyor.  Ama bizi sonuca götüren "hayatının geri kalanına dair" büyük bir ilgiyle beklediğimiz "Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman’dır".

17. Romanın ilk üçte biri Bjørn Hansen'in kendisini bu projeye sürükleyen huzursuz düşüncelerinin sonucu olan beyin fırtınaları, açığa çıkmanın sonuçları ve daha sonra kendi seçtiği ve yaşadığı izolasyona ilişkin iç hesaplaşması ve ölüm üzerine düşünceleri ve özellikle de tanrısızların Tanrı ile olan ilişkisi hakkında geçer. Onu bu çılgın harekete iten şey neydi? Bu çılgın eylemi neden yaptı, bundan pişmanlık duyuyor mu? "17. Roman'da bu soruların yoğrulduğu sayfalar, kitabın en belirleyici sayfalarıdır.

Dolandırıcılıktan hüküm giydiği mahkemede gerekçesini, para ve hayata dair açgözlülük ve tembellik olarak açıklar. Tutuklu ve hükümlü konumundayken asla ziyaretçi kabul etmez. Cezaevi idaresi ile işbirliği yapmayı reddeder. Nedamet getirdiği söylenemez. İnsanoğluna bir gövde bir kafa verilmiştir; bir de yaşanacak hayat. Bu varoluşun asgari düzeyidir. O da kendini asgari düzeyde kilitler. Protestosu, Tanrı’nın varlığının ön koşuluna dayanır. Ne var ki onun varlığına inanmaz. Oysa eylemi, ön koşul olarak sadece varoluşun acımasızlığını değil, Tanrı’nın varlığını da gerektirmektedir.  Taklitçi olarak tekerlekli sandalyede otururken “Tanrı’nın “her şeyi kapsayan” sevgisini ön koşul olarak varsaymıştı ve bu aptalca kararı sadece o anlayabilirdi. Ancak burada karşısına çıkan - bire bir ilişkide olduğu Tanrı değil,- tarih boyunca rastladığımız bazen masal kisvesine bürünerek karşımıza çıkan “Tanrı” kavramından başka bir şey değildir.

***

Bjørn Hansen, sigortayı dolandırmak suçundan hüküm giyerek çarptırıldığı üç buçuk yıllık hapis cezasını tamamladıktan sonra neredeyse on beş yıl geçmiştir. Sık gittiği bir kafeteryada sonradan Norveç vatandaşlığı kazanmış bir kişi, onun meslekî kimliğini öğrenmiş; ekonomik ve yasal sorunları olduğunda kendisine danışılıp danışılamayacağını sormuş; o da olur demişti. Geçimi, kanun boşluklarından yararlanmaktan ibaret bu şaibeli işler sayesinde, gayet yolundaydı. Zaten elli beş yaşında karanlık geçmişi ile başka ne bekleyebilirdi ki? Daha sonra bir firmanın ahırdan bozma barakasını, stoklarını ve işe yarar eski bir kamyonetini bu kişiler sayesinde devralmış; altmış yedi yaşını doldurmasına az kala emekli olarak, emekli maaşıyla ansızın zengin olmuştu!

Bu arada Bjørn Hansen, Wiggo adı verilen bir erkek bebeğin dedesi olduğunu da öğrenmiş... Telemark ilinde Bø kasabasında yaşayan, yaklaşık yirmi yıldır görmediği kırk yaşlarındaki oğlu Peter'i ziyaret etmek, torunu Wiggo’yu görmek için elinde Søren Kirkegaard’un Ölümcül Hastalık[3]  adlı kitabı sıkı sıkı elinde Oslo merkez garından trene binmişti.  

Ancak onlarla birlikte olduğu günlerde, toplumsal hayatta beceriksiz oğlu Peter Körpi Hansen ile evli, onu ayakta tutmayı başarmış, ona bir hayat kazandırmış gelini Thea Nielsen’in ona gülümsemelerini, adet yerini bulsun diye yapılmış jestler olduğunu farketmişti.  Buna karşılık Bjørn Hansen de “örneğin yatak için teşekkürler.” falan diyebilirdi ama neme lâzım, bu davranışı ona geçmiş yaşamına dönük yanıt vermek istemediği sorulara yol açabilirdi.

Bjørn Hansen ansızın kendisini gözyaşlarında boğulacakmış gibi hisseti. Bir kuşağın bir öncekini izlemesi hayatın doğal akışındandı ama bu süreçte onda bir kopma yaşanmıştı. Peter büyükbabasını hiç tanımamış, ondan söz edildiğini değil başkalarından, babasından bile duymamıştı. Hayata karşı, kendi özel hayatına karşı kayıtsızlık, kuşaktan kuşağa geçişte talihsizlik… Oğluyla konuşamadığı bir şey vardı. Deniz dibinde bir değirmen taşı. Öğütüyor da öğütüyordu. Bunu oğlu da biliyordu. Yüzünün ifadesinin değişmemiş olması,  hayatının doğal akışını onarabilecek bütün pazartesi gününü Wiggo’yla baş başa geçireceği haberinin sevincini oğlu ve gelininden saklamak içindi. Olanlar yalnızca Wiggo ile onun arasında cereyan edecekti. Hayal kırıklığından sevince dönüşen yüzünün ifadesini ise Thea’ya göstermemişti. Ne var ki Thea’nın bunu gördüğünü o da görüyordu.

O gün gördükleri sekiz büyük kuş gibi yelken kanat olarak bilinen serbest uçuş hava taşıtıyla kendilerine yaklaşan iki yetişkin ile biri Wiggo olmak üzere altı çocuktu.  Bjørn Hansen ve belki de izleyicilerin bir kısmı, gösterinin itici olduğunu; çocukların gözlerindeki ifadenin bir korku, bir çaresizlik duygusu olduğunu anlamışlardı.

Eve döndüklerinde Bjørn Hansen, eşyalarını toplamaya başladı; onlar akşam yemeğini hazırlarken yavaşça evden ayrıldı. Nordagutu İstasyonu’nda treni beklerken okumak üzere Søren Kirkegaard’un Ölümcül Hastalık adlı kitabını çantasından çıkardı.

***

Kısa ve iki bölümlü "Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman" önceki ikisine bağlıdır ve iki bölüme ayrılmıştır. 34. sayfaya kadarki bölümde anlatılan, tanrısızların varoluşa dair anlam arayışlarını anlatan bir manifesto gibidir.

Arayışın derinlerine inen Sisifos Efsanesidir. Bjørn Hansen, Thomas Mann’ın Büyülü Dağı’nı ya da Sisifos Efsanesini ya da Kierkegaard’ın Kaygı Kavramını okuduktan sonra mı sahtekârlıkla tekerlekli sandalyede oturmayı seçmiştir? Hayır. Tanrı’ya inanmasa da Tanrı ile yüzleştiğinde tek isteği, ölümün paradoksları hakkında konuşmaktır. Oysa Tanrı’nın huzuruna giden, varlığını da kabul etmiş sayılır. Oysa Bjørn Hansen Tanrı’nın varlığına, kıyamet gününe Cennet’e meleklere de inanmamaktadır. O Tanrı’ya inanmaz ama Tanrı yine de defalarca karşısına çıkmaktadır.

“Varoluşa bir yanıt vermiş ve bu eylemden hep gurur duymuştur. İfşa olmasaydı sakin bir hayat sürebilirdi. Ama ifşa olunca aşağılanmış ve özgüvenini yitirmiştir.” 

Bilindiği gibi, Bjørn Hansen kendi kaderini kendi tayin eden bir insan olarak 2009 yılında torununu görmek için oğluna yaptığı ziyaretten sonra Oslo’ya dönmüş; Grønland semtindeki - Camus’nun Sisifos Efsanesi[4] romanı elinin altında, dört duvarı boydan boya kitap raflarıyla kaplı - dairesinde yaşamaktadır. Hayata karşı duyduğu ilgiyi kaybetmiştir. Sadece, giderek yok olmaya mahkûm biri gibi görünmemek için giyimine dikkat ediyor, saatlerini gündemine uygun olarak tamamlıyordu.

Oysa ölmüş anne ve babasıyla hayali konuşmalar yaparak ölüme hazırlandığı bu günlerin akışı, 34. sayfada davetsiz bir misafir yüzünden beklenmedik bir yön alır. Kapısının çalınmasıyla karşısına, neredeyse on yıl önce oğlunun yaşadığı Bø'dan planladığından daha erken ve sessizce ayrılıp ortadan kaybolmasından bu yana ondan haber alamayan, gelini Thea ve torunu Wiggo çıkar. Gelin, -muhtemelen kocasının isteği dışında-, Oslo Üniversitesi’nde Edebiyat dalında eğitim görecek oğlunun dedesiyle birlikte kalmasına karar vermiştir. Yoksa geçmişini son derecede şüpheli gördüğü kayınpederi ile oğlunun tek odalı bir dairede yaşamasına hangi anne olumlu bakar ki,? ... Bu gizemi çözecek, son kısmın bu başlangıç noktası bizi inandırıcılıktan uzaklaştırsa da romanı okumaya devam edelim. Dag Solstad’ın elbette bir bildiği  vardır.

Bu durum, Bjørn Hansen’in üzerinde canlandırıcı bir etki yaratır, hatta ufkunu genişletmiştir diyebiliriz.  Wiggo Oslo Üniversitesi Edebiyat Bölümü’ne kayıt yaptırmış, ama günler geçerken Bjørn, onu kendisinin geniş kütüphanesini incelerken hiç görmemiştir. Öte yandan, o da Wiggo’ya Fernado Pessoa’nın “Huzursuzluğun Kitabı”ndan hiç bahsetmemiştir. Sonunda Wiggo ona “ Boktan evindeki kitaplığında binlerce kitap var. Edebiyat öğrencisi olduğumu bile bile onlardan söz etmiyor, önermiyor ve vermiyorsun.  Sen bir asisin dede. Belki de menfi ruh. Sanırım senin hakkında bunları bana söyleyen babamdı.” der, ama Wiggo da dedesi gibi asi, damarlarında isyan dolaşan birisidir. Bø dağlarında yelken kanatlarıyla süzüldüğü gün olanlarla umut olmaktan çıkan Wiggo anlaşılmaz bir probleme dönüşmüş, Bjørn Hansen de bunu görmüştü.  Menfi ruh olarak nitelendirilmek Bjørn Hansen’i diriltmiş, özgüvenini yerine getirmişti.

Wiggo dedesini arkadaşlarından saklamıyor, hatta tanıştırıyordu. Wiggo bu süre içinde bir hafta sonunu bir hanımla geçirmiş,  Bjørn Hansen’i torunu ile beraber yaşamını başkalarından kıskansa da torununun kendisini kandırmasından pek keyiflenmiştir. Karşılıklı birbirlerini karakterlerinin yenilenmesinde rol alıp, rol çalarlar. Wiggo’ya göre kendine ve sevgilisine dair anlatacaklarında dedesinin daima önemli bir rolü vardır.

Örneğin bir gün, Edebiyat Bölümü öğrencileri olarak amacına uygun bir okuma listesi oluşturma konusunu tartışmışlardı. Politik olan ve erotik yanı bulunmayan Camus-Sartre-Simone de Beauvoir üçgeniydi tartıştıkları konu. Hangisini seçmeliydiler? Fransız yanlısı sömürgeci Albert Camus’yü mü, Cezayir’in bağımsızlık savaşını savunan Jean Paul Sartre’ı mı? Camus’nün “Yabancı”sı düşük destek almış, dörtte üç destek Sartre’ın “Bulantısı”’na gitmişti. Wiggo, Camus’yü seçmiş; kız arkadaşı N.N. ise, bunların dışında Simone de Beauvoir’i önererek azınlıkta kalmıştı. Bu sefer de Wiggo Yabancı’yı değil ama Sisifos Efsanesi’ni dengelesin diye “İkinci Cinsiyet”i önermişti.

Bjørn Hansen, ilk başta torununun bir kız arkadaşı olduğu için sevinmiş, ancak daha sonra neredeyse öfkelenmişti. Saf bir taşra delikanlısı olarak torunu, öğrendiği kadarıyla ünlü ve zengin olan bu kadınla nasıl boy ölçüşebilirdi. Birliktelik bozulmuş, Wiggo dedesine karşı sorumluluklarını unutmuştu. Zamanın gürültüsünün ve yüzeysel telaşının vücut bulmuş hali olan N.N., Wiggo'nun hayatına girmiş ve artık neredeyse neşeli olan büyükbabanın günlerinin ve düşüncelerinin düzenini bozmaktadır.

Bjørn Hansen ‘e göre “Özünde Wiggo öyle biri değildir. Oysa kendini maskara etmektedir. Bu aşk değildir. Hayatın muhasebesinde bir sahtekârlık, ikili oyun, hile, bedensel ve ruhsal muziplik, enerji içeceklerden ibaret büyük bir boşluktur. ”

Romanın fantastik sonunun, metnin geri kalanından farklı olarak birdenbire çeşitli şekillerde okunup anlaşılabileceğini söylemekle yetiniyorum. Sonu, Dag Solstad'dan başka kimse yazamazdı. Son, kitabın sonundaki iki sahnenin arka planına dönüşür ve sonuncusunda Bjørn Hansen bir kez daha aşırı ve sezgisel biçimde anlaşılmaz bir eylemde bulunur. İşi şansa bırakmaz. Asansörün düğmesine basar, kapı kapanır.  Wiggo’nun önünde uzun bir ömür vardır, sorunlarını kendisi çözmelidir.

***

Not: Bir sözüm de çevirmene; Banu Gürsaler Syversten, Dag Solstad’ın, Soltadian dili üzerinden çeviri yaparak çok zor bir işi başarmış teşekkür ederim. Ama yine de bazı cümleleri çözmek için birkaç kere üstünden geçmek zorunda kaldığımı veya izleyen sayfaların bana yardımcı olduğunu söyleyebilirim.





Kalın sağlıkla ve kitapla…   

22 Eylül 2024 mehmetealtin, 144 / CCXXVIII ve 145 / CCXIX

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------  

Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Eylül 2023

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ocak 2024

 



[1] Bu fiziksel tanımı, sosyal alanda kişilerin olayları farklı zaman veya konumlarda farklı algılaması olarak tanımlayabilir ve kullanabiliriz.

[2] Bilmiyorlar Ama Yapıyorlar – Beyaz Yakalı Varoluşa Dair Denemeler, Nevzat Evrim Önal, Yazılama Yayınevi, 4. Baskı – Temmuz 2023

[3] Kierkegaard'a göre, bir birey Tanrı ile veya Tanrı'nın kendisi için planıyla uyum içinde değilse "umutsuzluk içindedir" . Bu şekilde, benliğini kaybeder. Kierkegaard, umutsuzluğun karşıtını inanç olarak tanımlar ve bunu şu şekilde açıklar: "Kendisiyle ilişki kurarak ve kendisi olmaya istekli olarak, benlik şeffaf bir şekilde onu kuran güçte durur." İnsanlar genellikle "Tanrı" adını benliği "yaratan güce" atfederler. Nitekim Tanrı ile kişisel bir ilişkiye sahip olmanın ne anlama geldiği ve Tanrı'nın nasıl sevgi olduğu bu kitabın gerçek konularıdır.    https://en.wikipedia.org/wiki/The_Sickness_unto_Death

[4] Sisifos Efsanesi Albert Camus’nun 1942’de yayınlanan absürd üzerine bir deneme kitabıdır, mitolojideki Sisifos efsanesine gönderme yapar. Dag Solstad bu kitabın 2021’de Norveç’te yayınlanan baskısına yazdığı önsözünde “  Albert Camus ile Sisifos Efsanesi yaşlı ve ölüme yaklaşmış Bjørn Hansen ile torunu genç öğrenci Wigo arasındaki ilişkide çok önemli bir rol oynadığını söyler. ”

 

Yunan mitolojisinde Sisifos, Ephyra'nın, -günümüzde Korint olarak bilinir- kurucusu ve kralıydı. Gücünü göstermek için ziyaretçileri öldüren sinsi bir tirandı. Kutsal misafirperverlik geleneğinin bu şekilde ihlâli tanrıları çok kızdırdı. Başkalarını kandırdığı için, iki kez ölümden dönmesi de dâhil olmak üzere, onu cezalandırdılar. Tanrılar onu, tepeye her yaklaştığında tekrar geriye yuvarlanması için devasa bir kayayı bir tepeye çıkarmaya zorladı ve bu eylemi sonsuza dek tekrarladı. Modern kültür üzerindeki klasik etki yoluyla, hem zahmetli hem de boşuna olan görevler bu nedenle Sisifos olarak tanımlanıyor.