22 Eylül 2024 Pazar

 


17. Roman

ile

Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman,

Dag Solstad 

Çeviri: Banu Gürsaler Syversten

 

Dag Solstad’ın kahramanı Bjørn Hansen’i anlatan “On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap ” ile ilgili yazım şöyle bitmişti:

Bjørn’a göre bu eylemi bir marifet, bir isyan, ya da bir meydan okuma olarak adlandırmak ona abartılı ve biraz da gülünç gelse de ve gerçekte sürekli guruldayan midesi ve sızlayan dişleri dışında hiçbir rahatsızlığı olmadığı halde… Kaderi, ürpertici bir vaziyette hayatına hiç kimseyi dâhil edemeden yaşamaktı! Neden? İbsen’in Yaban Ördeği oyunundaki Hjalmar Ekdal karakteri bu işin neresindeydi? Ben en iyisi bunu yine Solstad’a sorayım dedim ve onun bana yanıtı da şu oldu:

17. Romanımı oku.

Bir plan yapmış buna “zorunlu hayatta kalma stratejisi” ismini vermişti. Büyük projesine yani varoluşun boş ve kasvetli uğultusuna ya da müzmin kayıtsızlığına karşı, hiç durmadan cevap aramaktan kendini alamayan, hatta olmayan bir cevabın peşinde koşan birine Bjørn Hansen’in verebileceği tek cevap olan projesi… Sonunda cesaretini toplayıp geri alınamaz ve telafisi imkânsız, varoluşu meydana getiren yapıtaşlarının tümüne verilen bir cevap olan projeyi yerine getirmiş, cevabını vermiş, ama ifşa olarak her şeyi mahvetmişti.”

Ben de 17. Roman’ı okudum, ardından Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman’ı da okudum ve nihayet Dag Solstad’ın Bjørn Hansen üçlemesini bitirdim.

Okuduğumda, Bjørn Hansen,  Dag Solstad’ın biçtiği rolüyle ve çaresiz tuhaflığı ile giderek sinir bozucu olmaktan çıkıp, büyüleyici olmaya başladı. Bu nedenle tüm teatral saçmalıklarına rağmen Bjørn'e ancak teşekkür edebiliriz. Şimdi de her iki romanı birlikte yorumlayacağım.

***

Üçlemeyi tamamladığımda, daha önce okuduğum Finli yazar, Arto Paasılınna’nın Tavşan Yılı dışında Bütün İskandinav romanlarının ana temasındaki Karl Marx’ın “İnsanın Kendine Yabancılaşması” kavramında gizlenen Doppler[1] etkisi altındaki insanın çözülmesini bir kere daha hissettim. Doppler etkisi, insanın toplumdan ve doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir sosyal alan yaratmak için, doğaya ve topluma yabancılaşmasıdır. Bu açıdan bakarsak niteliğiyle olumlu karşılanan yabancılaşmadır, zorunlu bir süreç olarak anlaşılabilir. İkinci yabancılaşma ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır ki, bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancılaşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan birisi ve kurbanı haline gelir ki, Bjørn Hansen de bunlardan birisidir.

Solstad'ın romanları genellikle hayatın anlamsızlığına şu ya da bu şekilde isyan etme koşulları etrafında döner. Sürekli arafta, sürekli korku ve kuşkularla dolu bir yaşam sürmekte olan karakterler, bunlarla baş edebilmek için nihilist -hayatın anlamsızlığını savunma, tüm dini ve moral değerleri reddetme-, hedonist -hayatta en önemli hususun haz olduğunu savunma-, mistik ve çocuksu” olarak tasnif edilebilecek savunma mekanizmaları geliştirmiştir.[2] Bu roman da onun bir örneği olarak, hayatlarımıza sunulan koşulları havaya uçurmak gerektiğine dair varlığından kuşku duyduğu birisiyle, tanrısıyla, yalnız başına kaldığını hisseden bir adamın romanı. Siyasi ideolojisi yok, isyanı, tekerlekli sandalyesinde simgeleşiyor. O ve diğer karakterler, nedenini tam olarak da anlamadan toplumun beklentilerini protesto ediyor.

Solstad, Norveççe'de kimsenin kıyaslayamayacağı bir biçim ve dille yazıyor. Bilinen ama benzemeyen bir biçim ve dil ile… Öyle ki, Norveç dilinde Solstadian -Solstadvari-  terimi, alışılmışın dışında uzun ve birçok alt cümle içeren cümleleri ve belirli bir tarzı, aşina olunan tekrarlamaları anlatmak için kullanılan bir terim haline gelmiştir.

***

17. romanın başında, daha ikinci cümlede sahtekârlığının açığa çıktığı, Hansen'in hapis cezasına çarptırıldığı ve daha sonra, oğlunu, gelinini ve torununu pek başarılı geçtiği söylenemeyecek bir ziyarete gidene kadar dış dünyayla tüm bağlantısını kestiği görülüyor.  Ama bizi sonuca götüren "hayatının geri kalanına dair" büyük bir ilgiyle beklediğimiz "Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman’dır".

17. Romanın ilk üçte biri Bjørn Hansen'in kendisini bu projeye sürükleyen huzursuz düşüncelerinin sonucu olan beyin fırtınaları, açığa çıkmanın sonuçları ve daha sonra kendi seçtiği ve yaşadığı izolasyona ilişkin iç hesaplaşması ve ölüm üzerine düşünceleri ve özellikle de tanrısızların Tanrı ile olan ilişkisi hakkında geçer. Onu bu çılgın harekete iten şey neydi? Bu çılgın eylemi neden yaptı, bundan pişmanlık duyuyor mu? "17. Roman'da bu soruların yoğrulduğu sayfalar, kitabın en belirleyici sayfalarıdır.

Dolandırıcılıktan hüküm giydiği mahkemede gerekçesini, para ve hayata dair açgözlülük ve tembellik olarak açıklar. Tutuklu ve hükümlü konumundayken asla ziyaretçi kabul etmez. Cezaevi idaresi ile işbirliği yapmayı reddeder. Nedamet getirdiği söylenemez. İnsanoğluna bir gövde bir kafa verilmiştir; bir de yaşanacak hayat. Bu varoluşun asgari düzeyidir. O da kendini asgari düzeyde kilitler. Protestosu, Tanrı’nın varlığının ön koşuluna dayanır. Ne var ki onun varlığına inanmaz. Oysa eylemi, ön koşul olarak sadece varoluşun acımasızlığını değil, Tanrı’nın varlığını da gerektirmektedir.  Taklitçi olarak tekerlekli sandalyede otururken “Tanrı’nın “her şeyi kapsayan” sevgisini ön koşul olarak varsaymıştı ve bu aptalca kararı sadece o anlayabilirdi. Ancak burada karşısına çıkan - bire bir ilişkide olduğu Tanrı değil,- tarih boyunca rastladığımız bazen masal kisvesine bürünerek karşımıza çıkan “Tanrı” kavramından başka bir şey değildir.

***

Bjørn Hansen, sigortayı dolandırmak suçundan hüküm giyerek çarptırıldığı üç buçuk yıllık hapis cezasını tamamladıktan sonra neredeyse on beş yıl geçmiştir. Sık gittiği bir kafeteryada sonradan Norveç vatandaşlığı kazanmış bir kişi, onun meslekî kimliğini öğrenmiş; ekonomik ve yasal sorunları olduğunda kendisine danışılıp danışılamayacağını sormuş; o da olur demişti. Geçimi, kanun boşluklarından yararlanmaktan ibaret bu şaibeli işler sayesinde, gayet yolundaydı. Zaten elli beş yaşında karanlık geçmişi ile başka ne bekleyebilirdi ki? Daha sonra bir firmanın ahırdan bozma barakasını, stoklarını ve işe yarar eski bir kamyonetini bu kişiler sayesinde devralmış; altmış yedi yaşını doldurmasına az kala emekli olarak, emekli maaşıyla ansızın zengin olmuştu!

Bu arada Bjørn Hansen, Wiggo adı verilen bir erkek bebeğin dedesi olduğunu da öğrenmiş... Telemark ilinde Bø kasabasında yaşayan, yaklaşık yirmi yıldır görmediği kırk yaşlarındaki oğlu Peter'i ziyaret etmek, torunu Wiggo’yu görmek için elinde Søren Kirkegaard’un Ölümcül Hastalık[3]  adlı kitabı sıkı sıkı elinde Oslo merkez garından trene binmişti.  

Ancak onlarla birlikte olduğu günlerde, toplumsal hayatta beceriksiz oğlu Peter Körpi Hansen ile evli, onu ayakta tutmayı başarmış, ona bir hayat kazandırmış gelini Thea Nielsen’in ona gülümsemelerini, adet yerini bulsun diye yapılmış jestler olduğunu farketmişti.  Buna karşılık Bjørn Hansen de “örneğin yatak için teşekkürler.” falan diyebilirdi ama neme lâzım, bu davranışı ona geçmiş yaşamına dönük yanıt vermek istemediği sorulara yol açabilirdi.

Bjørn Hansen ansızın kendisini gözyaşlarında boğulacakmış gibi hisseti. Bir kuşağın bir öncekini izlemesi hayatın doğal akışındandı ama bu süreçte onda bir kopma yaşanmıştı. Peter büyükbabasını hiç tanımamış, ondan söz edildiğini değil başkalarından, babasından bile duymamıştı. Hayata karşı, kendi özel hayatına karşı kayıtsızlık, kuşaktan kuşağa geçişte talihsizlik… Oğluyla konuşamadığı bir şey vardı. Deniz dibinde bir değirmen taşı. Öğütüyor da öğütüyordu. Bunu oğlu da biliyordu. Yüzünün ifadesinin değişmemiş olması,  hayatının doğal akışını onarabilecek bütün pazartesi gününü Wiggo’yla baş başa geçireceği haberinin sevincini oğlu ve gelininden saklamak içindi. Olanlar yalnızca Wiggo ile onun arasında cereyan edecekti. Hayal kırıklığından sevince dönüşen yüzünün ifadesini ise Thea’ya göstermemişti. Ne var ki Thea’nın bunu gördüğünü o da görüyordu.

O gün gördükleri sekiz büyük kuş gibi yelken kanat olarak bilinen serbest uçuş hava taşıtıyla kendilerine yaklaşan iki yetişkin ile biri Wiggo olmak üzere altı çocuktu.  Bjørn Hansen ve belki de izleyicilerin bir kısmı, gösterinin itici olduğunu; çocukların gözlerindeki ifadenin bir korku, bir çaresizlik duygusu olduğunu anlamışlardı.

Eve döndüklerinde Bjørn Hansen, eşyalarını toplamaya başladı; onlar akşam yemeğini hazırlarken yavaşça evden ayrıldı. Nordagutu İstasyonu’nda treni beklerken okumak üzere Søren Kirkegaard’un Ölümcül Hastalık adlı kitabını çantasından çıkardı.

***

Kısa ve iki bölümlü "Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman" önceki ikisine bağlıdır ve iki bölüme ayrılmıştır. 34. sayfaya kadarki bölümde anlatılan, tanrısızların varoluşa dair anlam arayışlarını anlatan bir manifesto gibidir.

Arayışın derinlerine inen Sisifos Efsanesidir. Bjørn Hansen, Thomas Mann’ın Büyülü Dağı’nı ya da Sisifos Efsanesini ya da Kierkegaard’ın Kaygı Kavramını okuduktan sonra mı sahtekârlıkla tekerlekli sandalyede oturmayı seçmiştir? Hayır. Tanrı’ya inanmasa da Tanrı ile yüzleştiğinde tek isteği, ölümün paradoksları hakkında konuşmaktır. Oysa Tanrı’nın huzuruna giden, varlığını da kabul etmiş sayılır. Oysa Bjørn Hansen Tanrı’nın varlığına, kıyamet gününe Cennet’e meleklere de inanmamaktadır. O Tanrı’ya inanmaz ama Tanrı yine de defalarca karşısına çıkmaktadır.

“Varoluşa bir yanıt vermiş ve bu eylemden hep gurur duymuştur. İfşa olmasaydı sakin bir hayat sürebilirdi. Ama ifşa olunca aşağılanmış ve özgüvenini yitirmiştir.” 

Bilindiği gibi, Bjørn Hansen kendi kaderini kendi tayin eden bir insan olarak 2009 yılında torununu görmek için oğluna yaptığı ziyaretten sonra Oslo’ya dönmüş; Grønland semtindeki - Camus’nun Sisifos Efsanesi[4] romanı elinin altında, dört duvarı boydan boya kitap raflarıyla kaplı - dairesinde yaşamaktadır. Hayata karşı duyduğu ilgiyi kaybetmiştir. Sadece, giderek yok olmaya mahkûm biri gibi görünmemek için giyimine dikkat ediyor, saatlerini gündemine uygun olarak tamamlıyordu.

Oysa ölmüş anne ve babasıyla hayali konuşmalar yaparak ölüme hazırlandığı bu günlerin akışı, 34. sayfada davetsiz bir misafir yüzünden beklenmedik bir yön alır. Kapısının çalınmasıyla karşısına, neredeyse on yıl önce oğlunun yaşadığı Bø'dan planladığından daha erken ve sessizce ayrılıp ortadan kaybolmasından bu yana ondan haber alamayan, gelini Thea ve torunu Wiggo çıkar. Gelin, -muhtemelen kocasının isteği dışında-, Oslo Üniversitesi’nde Edebiyat dalında eğitim görecek oğlunun dedesiyle birlikte kalmasına karar vermiştir. Yoksa geçmişini son derecede şüpheli gördüğü kayınpederi ile oğlunun tek odalı bir dairede yaşamasına hangi anne olumlu bakar ki,? ... Bu gizemi çözecek, son kısmın bu başlangıç noktası bizi inandırıcılıktan uzaklaştırsa da romanı okumaya devam edelim. Dag Solstad’ın elbette bir bildiği  vardır.

Bu durum, Bjørn Hansen’in üzerinde canlandırıcı bir etki yaratır, hatta ufkunu genişletmiştir diyebiliriz.  Wiggo Oslo Üniversitesi Edebiyat Bölümü’ne kayıt yaptırmış, ama günler geçerken Bjørn, onu kendisinin geniş kütüphanesini incelerken hiç görmemiştir. Öte yandan, o da Wiggo’ya Fernado Pessoa’nın “Huzursuzluğun Kitabı”ndan hiç bahsetmemiştir. Sonunda Wiggo ona “ Boktan evindeki kitaplığında binlerce kitap var. Edebiyat öğrencisi olduğumu bile bile onlardan söz etmiyor, önermiyor ve vermiyorsun.  Sen bir asisin dede. Belki de menfi ruh. Sanırım senin hakkında bunları bana söyleyen babamdı.” der, ama Wiggo da dedesi gibi asi, damarlarında isyan dolaşan birisidir. Bø dağlarında yelken kanatlarıyla süzüldüğü gün olanlarla umut olmaktan çıkan Wiggo anlaşılmaz bir probleme dönüşmüş, Bjørn Hansen de bunu görmüştü.  Menfi ruh olarak nitelendirilmek Bjørn Hansen’i diriltmiş, özgüvenini yerine getirmişti.

Wiggo dedesini arkadaşlarından saklamıyor, hatta tanıştırıyordu. Wiggo bu süre içinde bir hafta sonunu bir hanımla geçirmiş,  Bjørn Hansen’i torunu ile beraber yaşamını başkalarından kıskansa da torununun kendisini kandırmasından pek keyiflenmiştir. Karşılıklı birbirlerini karakterlerinin yenilenmesinde rol alıp, rol çalarlar. Wiggo’ya göre kendine ve sevgilisine dair anlatacaklarında dedesinin daima önemli bir rolü vardır.

Örneğin bir gün, Edebiyat Bölümü öğrencileri olarak amacına uygun bir okuma listesi oluşturma konusunu tartışmışlardı. Politik olan ve erotik yanı bulunmayan Camus-Sartre-Simone de Beauvoir üçgeniydi tartıştıkları konu. Hangisini seçmeliydiler? Fransız yanlısı sömürgeci Albert Camus’yü mü, Cezayir’in bağımsızlık savaşını savunan Jean Paul Sartre’ı mı? Camus’nün “Yabancı”sı düşük destek almış, dörtte üç destek Sartre’ın “Bulantısı”’na gitmişti. Wiggo, Camus’yü seçmiş; kız arkadaşı N.N. ise, bunların dışında Simone de Beauvoir’i önererek azınlıkta kalmıştı. Bu sefer de Wiggo Yabancı’yı değil ama Sisifos Efsanesi’ni dengelesin diye “İkinci Cinsiyet”i önermişti.

Bjørn Hansen, ilk başta torununun bir kız arkadaşı olduğu için sevinmiş, ancak daha sonra neredeyse öfkelenmişti. Saf bir taşra delikanlısı olarak torunu, öğrendiği kadarıyla ünlü ve zengin olan bu kadınla nasıl boy ölçüşebilirdi. Birliktelik bozulmuş, Wiggo dedesine karşı sorumluluklarını unutmuştu. Zamanın gürültüsünün ve yüzeysel telaşının vücut bulmuş hali olan N.N., Wiggo'nun hayatına girmiş ve artık neredeyse neşeli olan büyükbabanın günlerinin ve düşüncelerinin düzenini bozmaktadır.

Bjørn Hansen ‘e göre “Özünde Wiggo öyle biri değildir. Oysa kendini maskara etmektedir. Bu aşk değildir. Hayatın muhasebesinde bir sahtekârlık, ikili oyun, hile, bedensel ve ruhsal muziplik, enerji içeceklerden ibaret büyük bir boşluktur. ”

Romanın fantastik sonunun, metnin geri kalanından farklı olarak birdenbire çeşitli şekillerde okunup anlaşılabileceğini söylemekle yetiniyorum. Sonu, Dag Solstad'dan başka kimse yazamazdı. Son, kitabın sonundaki iki sahnenin arka planına dönüşür ve sonuncusunda Bjørn Hansen bir kez daha aşırı ve sezgisel biçimde anlaşılmaz bir eylemde bulunur. İşi şansa bırakmaz. Asansörün düğmesine basar, kapı kapanır.  Wiggo’nun önünde uzun bir ömür vardır, sorunlarını kendisi çözmelidir.

***

Not: Bir sözüm de çevirmene; Banu Gürsaler Syversten, Dag Solstad’ın, Soltadian dili üzerinden çeviri yaparak çok zor bir işi başarmış teşekkür ederim. Ama yine de bazı cümleleri çözmek için birkaç kere üstünden geçmek zorunda kaldığımı veya izleyen sayfaların bana yardımcı olduğunu söyleyebilirim.




Kalın sağlıkla ve kitapla…   

22 Eylül 2024 mehmetealtin, 144 / CCXXVIII ve 145 / CCXIX

https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/

-----------------------------------------------------------  

Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Eylül 2023

Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ocak 2024

 



[1] Bu fiziksel tanımı, sosyal alanda kişilerin olayları farklı zaman veya konumlarda farklı algılaması olarak tanımlayabilir ve kullanabiliriz.

[2] Bilmiyorlar Ama Yapıyorlar – Beyaz Yakalı Varoluşa Dair Denemeler, Nevzat Evrim Önal, Yazılama Yayınevi, 4. Baskı – Temmuz 2023

[3] Kierkegaard'a göre, bir birey Tanrı ile veya Tanrı'nın kendisi için planıyla uyum içinde değilse "umutsuzluk içindedir" . Bu şekilde, benliğini kaybeder. Kierkegaard, umutsuzluğun karşıtını inanç olarak tanımlar ve bunu şu şekilde açıklar: "Kendisiyle ilişki kurarak ve kendisi olmaya istekli olarak, benlik şeffaf bir şekilde onu kuran güçte durur." İnsanlar genellikle "Tanrı" adını benliği "yaratan güce" atfederler. Nitekim Tanrı ile kişisel bir ilişkiye sahip olmanın ne anlama geldiği ve Tanrı'nın nasıl sevgi olduğu bu kitabın gerçek konularıdır.    https://en.wikipedia.org/wiki/The_Sickness_unto_Death

[4] Sisifos Efsanesi Albert Camus’nun 1942’de yayınlanan absürd üzerine bir deneme kitabıdır, mitolojideki Sisifos efsanesine gönderme yapar. Dag Solstad bu kitabın 2021’de Norveç’te yayınlanan baskısına yazdığı önsözünde “  Albert Camus ile Sisifos Efsanesi yaşlı ve ölüme yaklaşmış Bjørn Hansen ile torunu genç öğrenci Wigo arasındaki ilişkide çok önemli bir rol oynadığını söyler. ”

 

Yunan mitolojisinde Sisifos, Ephyra'nın, -günümüzde Korint olarak bilinir- kurucusu ve kralıydı. Gücünü göstermek için ziyaretçileri öldüren sinsi bir tirandı. Kutsal misafirperverlik geleneğinin bu şekilde ihlâli tanrıları çok kızdırdı. Başkalarını kandırdığı için, iki kez ölümden dönmesi de dâhil olmak üzere, onu cezalandırdılar. Tanrılar onu, tepeye her yaklaştığında tekrar geriye yuvarlanması için devasa bir kayayı bir tepeye çıkarmaya zorladı ve bu eylemi sonsuza dek tekrarladı. Modern kültür üzerindeki klasik etki yoluyla, hem zahmetli hem de boşuna olan görevler bu nedenle Sisifos olarak tanımlanıyor.