17. Roman
ile
Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman,
Dag Solstad
Çeviri: Banu
Gürsaler Syversten
Dag Solstad’ın kahramanı
Bjørn Hansen’i anlatan “On Birinci Roman,
On Sekizinci Kitap ” ile ilgili yazım şöyle bitmişti:
“Bjørn’a göre bu eylemi bir
marifet, bir isyan, ya da bir meydan okuma olarak adlandırmak ona abartılı ve
biraz da gülünç gelse de ve gerçekte sürekli guruldayan midesi ve sızlayan
dişleri dışında hiçbir rahatsızlığı olmadığı halde… Kaderi, ürpertici bir
vaziyette hayatına hiç kimseyi dâhil edemeden yaşamaktı! Neden? İbsen’in Yaban
Ördeği oyunundaki Hjalmar Ekdal karakteri bu işin neresindeydi? Ben en iyisi
bunu yine Solstad’a sorayım dedim ve onun bana yanıtı da şu oldu:
17. Romanımı oku.
Bir plan yapmış buna “zorunlu
hayatta kalma stratejisi” ismini vermişti. Büyük projesine yani varoluşun boş
ve kasvetli uğultusuna ya da müzmin kayıtsızlığına karşı, hiç durmadan cevap
aramaktan kendini alamayan, hatta olmayan bir cevabın peşinde koşan birine
Bjørn Hansen’in verebileceği tek cevap olan projesi… Sonunda cesaretini
toplayıp geri alınamaz ve telafisi imkânsız, varoluşu meydana getiren
yapıtaşlarının tümüne verilen bir cevap olan projeyi yerine getirmiş, cevabını
vermiş, ama ifşa olarak her şeyi mahvetmişti.”
Ben de 17. Roman’ı okudum,
ardından Bjørn
Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman’ı da okudum ve nihayet Dag Solstad’ın Bjørn Hansen üçlemesini bitirdim.
Okuduğumda, Bjørn Hansen, Dag Solstad’ın biçtiği rolüyle ve çaresiz tuhaflığı
ile giderek sinir bozucu olmaktan çıkıp, büyüleyici olmaya başladı. Bu nedenle
tüm teatral saçmalıklarına rağmen Bjørn'e ancak teşekkür edebiliriz. Şimdi de
her iki romanı birlikte yorumlayacağım.
***
Üçlemeyi tamamladığımda,
daha önce okuduğum Finli yazar, Arto Paasılınna’nın Tavşan Yılı dışında Bütün
İskandinav romanlarının ana temasındaki Karl Marx’ın “İnsanın Kendine
Yabancılaşması” kavramında gizlenen Doppler[1] etkisi altındaki insanın
çözülmesini bir kere daha hissettim. Doppler etkisi, insanın toplumdan ve doğadan
koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir sosyal alan yaratmak için,
doğaya ve topluma yabancılaşmasıdır. Bu açıdan bakarsak niteliğiyle olumlu
karşılanan yabancılaşmadır, zorunlu bir süreç olarak anlaşılabilir. İkinci
yabancılaşma ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin
yarattığı yabancılaşmadır ki, bunun sonucu olarak insan kendi doğasına
yabancılaşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve
yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan
birisi ve kurbanı haline gelir ki, Bjørn
Hansen de bunlardan birisidir.
Solstad'ın romanları genellikle
hayatın anlamsızlığına şu ya da bu şekilde isyan etme koşulları etrafında
döner. Sürekli arafta, sürekli korku ve kuşkularla dolu bir yaşam sürmekte olan
karakterler, bunlarla baş edebilmek için
nihilist -hayatın anlamsızlığını savunma, tüm dini ve moral değerleri reddetme-,
hedonist -hayatta en önemli hususun haz olduğunu savunma-, mistik ve çocuksu”
olarak tasnif edilebilecek savunma mekanizmaları geliştirmiştir.[2]
Bu roman da onun bir örneği olarak, hayatlarımıza sunulan koşulları havaya
uçurmak gerektiğine dair varlığından kuşku duyduğu birisiyle, tanrısıyla, yalnız başına kaldığını hisseden bir adamın
romanı. Siyasi ideolojisi yok, isyanı, tekerlekli
sandalyesinde simgeleşiyor. O ve diğer karakterler, nedenini tam olarak da anlamadan
toplumun beklentilerini protesto ediyor.
Solstad, Norveççe'de kimsenin
kıyaslayamayacağı bir biçim ve dille yazıyor. Bilinen ama benzemeyen bir biçim ve dil ile… Öyle ki, Norveç dilinde
Solstadian -Solstadvari- terimi,
alışılmışın dışında uzun ve birçok alt cümle içeren cümleleri ve belirli bir
tarzı, aşina olunan tekrarlamaları anlatmak için kullanılan bir terim haline
gelmiştir.
***
17. romanın başında, daha ikinci
cümlede sahtekârlığının açığa çıktığı, Hansen'in hapis cezasına çarptırıldığı
ve daha sonra, oğlunu, gelinini ve torununu pek başarılı geçtiği söylenemeyecek
bir ziyarete gidene kadar dış dünyayla tüm bağlantısını kestiği görülüyor. Ama bizi sonuca götüren "hayatının geri
kalanına dair" büyük bir ilgiyle beklediğimiz "Bjørn Hansen’e Dair
Üçüncü ve Son Roman’dır".
17. Romanın ilk üçte biri Bjørn Hansen'in
kendisini bu projeye sürükleyen huzursuz düşüncelerinin sonucu olan beyin
fırtınaları, açığa çıkmanın sonuçları ve daha sonra kendi seçtiği ve yaşadığı
izolasyona ilişkin iç hesaplaşması ve ölüm üzerine düşünceleri ve özellikle de
tanrısızların Tanrı ile olan ilişkisi hakkında geçer. Onu bu çılgın harekete
iten şey neydi? Bu çılgın eylemi neden yaptı, bundan pişmanlık duyuyor mu?
"17. Roman'da bu soruların yoğrulduğu sayfalar, kitabın en belirleyici sayfalarıdır.
Dolandırıcılıktan hüküm giydiği mahkemede
gerekçesini, para ve hayata dair açgözlülük ve tembellik
olarak açıklar. Tutuklu ve hükümlü konumundayken asla ziyaretçi kabul etmez. Cezaevi
idaresi ile işbirliği yapmayı reddeder. Nedamet getirdiği söylenemez.
İnsanoğluna bir gövde bir kafa verilmiştir; bir de yaşanacak hayat. Bu
varoluşun asgari düzeyidir. O da kendini asgari düzeyde kilitler. Protestosu,
Tanrı’nın varlığının ön koşuluna dayanır. Ne var ki onun varlığına inanmaz. Oysa eylemi, ön koşul
olarak sadece varoluşun acımasızlığını değil, Tanrı’nın varlığını da gerektirmektedir.
Taklitçi olarak tekerlekli sandalyede
otururken “Tanrı’nın “her şeyi kapsayan” sevgisini ön koşul olarak varsaymıştı
ve bu aptalca kararı sadece o anlayabilirdi. Ancak burada karşısına çıkan - bire
bir ilişkide olduğu Tanrı değil,- tarih boyunca rastladığımız bazen masal
kisvesine bürünerek karşımıza çıkan “Tanrı” kavramından başka bir şey değildir.
***
Bjørn Hansen, sigortayı
dolandırmak suçundan hüküm giyerek çarptırıldığı üç buçuk yıllık hapis cezasını
tamamladıktan sonra neredeyse on beş yıl geçmiştir. Sık gittiği bir kafeteryada
sonradan Norveç vatandaşlığı kazanmış bir kişi, onun meslekî kimliğini öğrenmiş;
ekonomik ve yasal sorunları olduğunda kendisine danışılıp danışılamayacağını
sormuş; o da olur demişti. Geçimi, kanun boşluklarından yararlanmaktan ibaret bu
şaibeli işler sayesinde, gayet yolundaydı. Zaten elli beş yaşında karanlık
geçmişi ile başka ne bekleyebilirdi ki? Daha sonra bir firmanın ahırdan bozma
barakasını, stoklarını ve işe yarar eski bir kamyonetini bu kişiler sayesinde devralmış;
altmış yedi yaşını doldurmasına az kala emekli olarak, emekli maaşıyla ansızın
zengin olmuştu!
Bu arada Bjørn Hansen,
Wiggo adı verilen bir erkek bebeğin dedesi olduğunu da öğrenmiş... Telemark
ilinde Bø kasabasında yaşayan, yaklaşık yirmi yıldır görmediği kırk
yaşlarındaki oğlu Peter'i ziyaret etmek, torunu Wiggo’yu görmek için elinde Søren
Kirkegaard’un Ölümcül Hastalık[3] adlı kitabı sıkı sıkı elinde Oslo merkez
garından trene binmişti.
Ancak onlarla birlikte
olduğu günlerde, toplumsal hayatta beceriksiz oğlu Peter Körpi Hansen ile evli,
onu ayakta tutmayı başarmış, ona bir hayat kazandırmış gelini Thea Nielsen’in
ona gülümsemelerini, adet yerini bulsun diye yapılmış jestler olduğunu
farketmişti. Buna karşılık Bjørn Hansen
de “örneğin yatak için teşekkürler.” falan diyebilirdi ama neme lâzım, bu davranışı
ona geçmiş yaşamına dönük yanıt vermek istemediği sorulara yol açabilirdi.
Bjørn Hansen ansızın
kendisini gözyaşlarında boğulacakmış gibi hisseti. Bir kuşağın bir öncekini
izlemesi hayatın doğal akışındandı ama bu süreçte onda bir kopma yaşanmıştı.
Peter büyükbabasını hiç tanımamış, ondan söz edildiğini değil başkalarından,
babasından bile duymamıştı. Hayata karşı, kendi özel hayatına karşı kayıtsızlık,
kuşaktan kuşağa geçişte talihsizlik… Oğluyla konuşamadığı bir şey vardı. Deniz
dibinde bir değirmen taşı. Öğütüyor da öğütüyordu. Bunu oğlu da biliyordu. Yüzünün
ifadesinin değişmemiş olması, hayatının
doğal akışını onarabilecek bütün pazartesi gününü Wiggo’yla baş başa geçireceği
haberinin sevincini oğlu ve gelininden saklamak içindi. Olanlar yalnızca Wiggo
ile onun arasında cereyan edecekti. Hayal kırıklığından sevince dönüşen yüzünün
ifadesini ise Thea’ya göstermemişti. Ne var ki Thea’nın bunu gördüğünü o da
görüyordu.
O gün gördükleri sekiz
büyük kuş gibi yelken kanat olarak bilinen serbest uçuş hava taşıtıyla
kendilerine yaklaşan iki yetişkin ile biri Wiggo olmak üzere altı çocuktu. Bjørn Hansen ve belki de izleyicilerin bir
kısmı, gösterinin itici olduğunu; çocukların gözlerindeki ifadenin bir korku,
bir çaresizlik duygusu olduğunu anlamışlardı.
Eve döndüklerinde Bjørn
Hansen, eşyalarını toplamaya başladı; onlar akşam yemeğini hazırlarken yavaşça
evden ayrıldı. Nordagutu İstasyonu’nda treni beklerken okumak üzere Søren
Kirkegaard’un Ölümcül Hastalık adlı kitabını çantasından çıkardı.
***
Kısa ve iki bölümlü "Bjørn
Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman" önceki ikisine bağlıdır ve iki bölüme
ayrılmıştır. 34. sayfaya kadarki bölümde anlatılan, tanrısızların varoluşa dair
anlam arayışlarını anlatan bir manifesto gibidir.
Arayışın derinlerine inen Sisifos
Efsanesidir. Bjørn Hansen, Thomas Mann’ın Büyülü Dağı’nı ya da Sisifos
Efsanesini ya da Kierkegaard’ın Kaygı Kavramını okuduktan sonra mı
sahtekârlıkla tekerlekli sandalyede oturmayı seçmiştir? Hayır. Tanrı’ya
inanmasa da Tanrı ile yüzleştiğinde tek isteği, ölümün paradoksları hakkında
konuşmaktır. Oysa Tanrı’nın huzuruna giden, varlığını da kabul etmiş sayılır.
Oysa Bjørn Hansen Tanrı’nın varlığına, kıyamet gününe Cennet’e meleklere de
inanmamaktadır. O Tanrı’ya inanmaz ama Tanrı yine de defalarca karşısına
çıkmaktadır.
“Varoluşa bir yanıt vermiş ve bu
eylemden hep gurur duymuştur. İfşa olmasaydı sakin bir hayat sürebilirdi. Ama
ifşa olunca aşağılanmış ve özgüvenini yitirmiştir.”
Bilindiği gibi, Bjørn
Hansen kendi kaderini kendi tayin eden bir insan olarak 2009 yılında torununu
görmek için oğluna yaptığı ziyaretten sonra Oslo’ya dönmüş; Grønland semtindeki
- Camus’nun Sisifos Efsanesi[4] romanı elinin altında,
dört duvarı boydan boya kitap raflarıyla kaplı - dairesinde yaşamaktadır. Hayata
karşı duyduğu ilgiyi kaybetmiştir. Sadece, giderek yok olmaya mahkûm biri gibi
görünmemek için giyimine dikkat ediyor, saatlerini gündemine uygun olarak tamamlıyordu.
Oysa ölmüş anne ve babasıyla hayali
konuşmalar yaparak ölüme hazırlandığı bu günlerin akışı, 34. sayfada davetsiz
bir misafir yüzünden beklenmedik bir yön alır. Kapısının
çalınmasıyla karşısına, neredeyse on yıl önce oğlunun yaşadığı Bø'dan
planladığından daha erken ve sessizce ayrılıp ortadan kaybolmasından bu yana
ondan haber alamayan, gelini Thea ve torunu Wiggo çıkar. Gelin, -muhtemelen
kocasının isteği dışında-, Oslo Üniversitesi’nde Edebiyat dalında eğitim
görecek oğlunun dedesiyle birlikte kalmasına karar vermiştir. Yoksa geçmişini
son derecede şüpheli gördüğü kayınpederi ile oğlunun tek odalı bir dairede
yaşamasına hangi anne olumlu bakar ki,? ... Bu gizemi çözecek, son kısmın bu başlangıç
noktası bizi inandırıcılıktan uzaklaştırsa da romanı okumaya devam edelim. Dag
Solstad’ın elbette bir bildiği vardır.
Bu durum, Bjørn
Hansen’in üzerinde canlandırıcı bir etki yaratır, hatta ufkunu genişletmiştir
diyebiliriz. Wiggo Oslo
Üniversitesi Edebiyat Bölümü’ne kayıt yaptırmış, ama günler geçerken Bjørn, onu kendisinin geniş kütüphanesini incelerken
hiç görmemiştir. Öte yandan, o da Wiggo’ya Fernado Pessoa’nın “Huzursuzluğun Kitabı”ndan
hiç bahsetmemiştir. Sonunda Wiggo ona “ Boktan
evindeki kitaplığında binlerce kitap var. Edebiyat öğrencisi olduğumu bile bile
onlardan söz etmiyor, önermiyor ve vermiyorsun. Sen bir asisin dede. Belki de menfi ruh.
Sanırım senin hakkında bunları bana söyleyen babamdı.” der, ama Wiggo da
dedesi gibi asi, damarlarında isyan dolaşan birisidir. Bø dağlarında yelken kanatlarıyla süzüldüğü gün olanlarla umut
olmaktan çıkan Wiggo anlaşılmaz bir probleme dönüşmüş, Bjørn Hansen de bunu görmüştü. Menfi ruh olarak nitelendirilmek Bjørn Hansen’i diriltmiş, özgüvenini yerine
getirmişti.
Wiggo dedesini arkadaşlarından
saklamıyor, hatta tanıştırıyordu. Wiggo bu süre içinde bir hafta sonunu bir
hanımla geçirmiş, Bjørn Hansen’i torunu ile beraber yaşamını
başkalarından kıskansa da torununun kendisini kandırmasından pek keyiflenmiştir.
Karşılıklı birbirlerini karakterlerinin yenilenmesinde rol alıp, rol çalarlar. Wiggo’ya
göre kendine ve sevgilisine dair anlatacaklarında dedesinin daima önemli bir
rolü vardır.
Örneğin bir gün, Edebiyat Bölümü öğrencileri
olarak amacına uygun bir okuma listesi oluşturma konusunu tartışmışlardı.
Politik olan ve erotik yanı bulunmayan Camus-Sartre-Simone de Beauvoir
üçgeniydi tartıştıkları konu. Hangisini seçmeliydiler? Fransız yanlısı
sömürgeci Albert Camus’yü mü, Cezayir’in bağımsızlık savaşını savunan Jean Paul
Sartre’ı mı? Camus’nün “Yabancı”sı düşük destek almış, dörtte üç destek
Sartre’ın “Bulantısı”’na gitmişti. Wiggo, Camus’yü seçmiş; kız arkadaşı N.N.
ise, bunların dışında Simone de Beauvoir’i önererek azınlıkta kalmıştı. Bu
sefer de Wiggo Yabancı’yı değil ama Sisifos Efsanesi’ni dengelesin diye “İkinci
Cinsiyet”i önermişti.
Bjørn Hansen, ilk başta torununun
bir kız arkadaşı olduğu için sevinmiş, ancak daha sonra neredeyse öfkelenmişti.
Saf bir taşra delikanlısı olarak torunu, öğrendiği kadarıyla ünlü ve zengin olan
bu kadınla nasıl boy ölçüşebilirdi. Birliktelik bozulmuş, Wiggo dedesine karşı
sorumluluklarını unutmuştu. Zamanın gürültüsünün ve yüzeysel telaşının vücut
bulmuş hali olan N.N., Wiggo'nun hayatına girmiş ve artık neredeyse neşeli olan
büyükbabanın günlerinin ve düşüncelerinin düzenini bozmaktadır.
Bjørn Hansen ‘e göre “Özünde Wiggo
öyle biri değildir. Oysa kendini maskara etmektedir. Bu aşk değildir. Hayatın
muhasebesinde bir sahtekârlık, ikili oyun, hile, bedensel ve ruhsal muziplik,
enerji içeceklerden ibaret büyük bir boşluktur. ”
Romanın fantastik sonunun, metnin
geri kalanından farklı olarak birdenbire çeşitli şekillerde okunup
anlaşılabileceğini söylemekle yetiniyorum. Sonu, Dag Solstad'dan başka kimse
yazamazdı. Son, kitabın sonundaki iki sahnenin arka planına dönüşür ve
sonuncusunda Bjørn Hansen bir kez daha aşırı ve sezgisel biçimde anlaşılmaz bir
eylemde bulunur. İşi şansa bırakmaz. Asansörün
düğmesine basar, kapı kapanır. Wiggo’nun
önünde uzun bir ömür vardır, sorunlarını kendisi çözmelidir.
***
Not: Bir sözüm de
çevirmene; Banu Gürsaler Syversten, Dag Solstad’ın, Soltadian dili üzerinden
çeviri yaparak çok zor bir işi başarmış teşekkür ederim. Ama yine de bazı cümleleri
çözmek için birkaç kere üstünden geçmek zorunda kaldığımı veya izleyen
sayfaların bana yardımcı olduğunu söyleyebilirim.
Kalın sağlıkla ve kitapla…
22 Eylül 2024 mehmetealtin, 144 / CCXXVIII ve 145 / CCXIX
https://iskenderiyekutuphanesi.blogspot.com.tr/
-----------------------------------------------------------
Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, Eylül 2023
Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ocak 2024
[1]
Bu fiziksel tanımı, sosyal alanda
kişilerin olayları farklı zaman veya konumlarda farklı algılaması olarak
tanımlayabilir ve kullanabiliriz.
[2] Bilmiyorlar
Ama Yapıyorlar – Beyaz Yakalı Varoluşa Dair Denemeler, Nevzat Evrim Önal, Yazılama
Yayınevi, 4. Baskı – Temmuz 2023
[3]
Kierkegaard'a göre, bir birey Tanrı ile veya Tanrı'nın kendisi için planıyla
uyum içinde değilse "umutsuzluk içindedir" . Bu şekilde, benliğini
kaybeder. Kierkegaard, umutsuzluğun karşıtını inanç olarak tanımlar ve bunu şu
şekilde açıklar: "Kendisiyle ilişki kurarak ve kendisi olmaya istekli
olarak, benlik şeffaf bir şekilde onu kuran güçte durur." İnsanlar
genellikle "Tanrı" adını benliği "yaratan güce" atfederler.
Nitekim Tanrı ile kişisel bir ilişkiye sahip olmanın ne anlama geldiği ve
Tanrı'nın nasıl sevgi olduğu bu kitabın gerçek konularıdır. https://en.wikipedia.org/wiki/The_Sickness_unto_Death
[4]
Sisifos Efsanesi Albert Camus’nun 1942’de yayınlanan absürd üzerine bir deneme
kitabıdır, mitolojideki Sisifos efsanesine gönderme yapar. Dag Solstad bu
kitabın 2021’de Norveç’te yayınlanan baskısına yazdığı önsözünde “ Albert Camus ile Sisifos Efsanesi yaşlı ve
ölüme yaklaşmış Bjørn Hansen ile torunu genç öğrenci Wigo arasındaki ilişkide
çok önemli bir rol oynadığını söyler. ”
Yunan mitolojisinde Sisifos,
Ephyra'nın, -günümüzde Korint olarak bilinir- kurucusu ve kralıydı. Gücünü
göstermek için ziyaretçileri öldüren sinsi bir tirandı. Kutsal misafirperverlik
geleneğinin bu şekilde ihlâli tanrıları çok kızdırdı. Başkalarını kandırdığı
için, iki kez ölümden dönmesi de dâhil olmak üzere, onu cezalandırdılar.
Tanrılar onu, tepeye her yaklaştığında tekrar geriye yuvarlanması için devasa
bir kayayı bir tepeye çıkarmaya zorladı ve bu eylemi sonsuza dek tekrarladı. Modern kültür üzerindeki klasik etki
yoluyla, hem zahmetli hem de boşuna olan görevler bu nedenle Sisifos olarak
tanımlanıyor.