24 Aralık 2019 Salı




Ex Libris[1] ya da Pertev Efendinin Olağanüstü Yolculuğu, Can Orhun, 114/CXCI,


“Ey sen; Şu anda bu kitabı elinde tutan yabancı,
 Sen; ömrü bu kitabın satırından dahi kısa olacak ölümlü,
Bil ki; Bu kitap sana ait değil, bu kitap senin değil.
Eğer onu ait olduğu yere, sahibine geri götürmezsen,
Ruhun bir daha gün yüzü görmesin.
Kalbin kör karanlıklarda sonsuza kadar mahpus kalsın.
Tanrının gazabı hem senin hem evinin üzerinde olsun.
Zifiri karanlıklar yuvan olsun.
Çatılarına yıldırımlar düşsün.
Yer sarsıntıları ocağını bataklıklara sürüklesin.
Vahşi kuşlar etlerini lime lime etsin.
İç organların çürüsün, yüreğin kurusun.
Derilerin kıymık kıymık dökülsün, çığlıkların nefesin olsun.
Ey sen, Eğer bu kitabı ait olduğu yere geri götürmezsen,
Gökyüzünün bütün lanetleri kaderin olsun,
ömrünün geri kalanında tek umudun cehennemin azabı olsun.”S.80

Kitap aşkına! Yemin ederim ben söylemedim bu kem sözleri, kütüphanemden kitap alıp da geri getirmeyenlerin yüzüne de, sırtına da, ardına da… okuyunca tir, tir titremekten nefesim soluk boruma kaçtı da soluksuz kaldım iki nohut oda bir bakla sofa yuvamda… diyerek başlıyorum bu kitap hakkında yazıma…
-0-
Düşünün; yüzyıllarca önce bir kitap için hayvan derilerinin yazıma uygun duruma getirilmesi ve sonra da yazılması için onlarca insan emek verir, kopyalanması için aynı emek ve süreç yinelenirken… Başkasına verilmesi, satılması, savaş ganimeti olması dışında, bu kitapların çalınmaması için her yol denenmez mi? Denenir. Ve ondandır ki, yukarıda anılan ileni de kitapları hırsızlardan koruma ve caydırma araçlarından biri olarak kullanılmış, bazen bir adım daha ileri gidilerek kitabın ilk sayfası zehirli mürekkeple bile yazılmıştır!

İşte bu koşullarda, “ Sâhibühû es- Sultân Süleyman Şah hullide mülkühû” ( Kitap Sultan Süleyman Hanın mülküdür ve mülkü daim olsun.) s.47 notu ile Osmanlı Saray Kütüphanesine ait “Macar Kralı Matthias Corvinus’un Corvina Kütüphanesi[2]… s.15” ‘den ganimet olarak alındığı öngörülen, yukarıda anılan ex libris koruması altındaki bir yazmayı “bir türlü” eline geçiren…

Mücellit, nakkaş, hattat, kitaplara düşkün, akla ve aklın çocuğu ilme, aklı bakî kılan ve taşıyan kitaplara âşık… düne kadar Ehl-i Hiref içerisinde güvenilir, dürüst, sadık, ağırbaşlı, belki de bu yüzden kibirli gibi tanınan Ciltçi Pertev ile…

…dış görünüşünün aksine neşeli, nüktedan, bir yanı filozof, cin gibi zeki ancak zekâsını her türlü madrabazlıkta kullanan, kural dışı yazma alım ve satım işlerine bulaştığı için sahaflar teşkilatından atılan… ama bütün bunları cana yakın halleri ve yardımseverliği ile kabul edilebilir kılan Kuru Mustafa Efendi…

Ex librisin bedduası bütün benliğini saran ve kâbuslar gören Pertev efendinin dürtüsü ile yazmayı ilk sahibine iade etmek üzere… Dersâdet’ten, Ege’nin Kudüs'ü denilen Patmos adasına… oradan da Kudüs'e kitabın satırlarında yol alırlarken…

Çıraklık döneminde Solak Süleyman ustanın yanında Pertev ile beraber yaprak, yaprak cilt derleyip, bilgi ve becerisini ikirciksiz Pertev efendiye aktaran kadim dostu Kâzım… Meslek erbabı içinde elinin hızı ve yaptığı işin düzen ve güzelliğiyle nam salmış müstensih ama fesatlığı ile insanın kanını donduran, Kâtip Mehmet… ile Orta Doğu’da zamanın en nitelikli yazmalarını barındıran kütüphanesinin sahibi El- Hâlidî ailesinin ferdi, Kudüs Valisi, bibliyofil Cabir Paşa da Pertev ile Kuru Mustafa’ya ya yoldaşlık edip, ya omuz atıp, ya da yol, yordam gösterip, satırları eğip, büken önemli kahramanlar olarak romanda rol üstüne rol çalarlar.

Bu kitap içindeki hikâyesi ile sizi kendi dünyasına çekmekle kalmayacak, Pertev’in yolculuğunda, hikâyesini size de yaşatacak. Yolculukların en güzeli de kitapların çıkardığı yolculuklar değil midir zaten?

Kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla… aman kitap çalmayın sakın ha, hele benim kütüphanemden asla! J

24.12.2019 mehmetealtin,

-----------------------------------------------------------











Oğlak Yayınları, 1. Baskı 2017



[1] Bibliyofil nitelikli bir tutkun okurdur. / 2. Bibliyofil için okuduğu kitabın sahibi olmak elzemdir. / 3. Her bibliyofilin bir kütüphanesi vardır, gerçek bibliyofil kütüphanesinin niceliği yerine niteliğiyle övünür ama beş binden aşağı kitabı olmamalıdır. / 4. Bibliyofil kitap seçmek için dergi, internet ve tüyo dâhil bilumum ortam olasılıklarını kullanır; sahaf ziyaretleri önemlidir. / 5. Sahafiye dünyasında gizemli kavramlardan biri, “Serendipity”dir. Farsça kökenli sözcük, bir güzeli ararken diğerine ulaşmak anlamına gelir. Bibliyofil, “Serendipity safarileri”ni aksatmaz. / 6. Bibliyofil, sahip olmaya karar verdiği kitabın sipariş safhasından eline geçmesine kadar tüm sürecin keyfini çıkarmasını bilir. / 7. Bibliyofil, nitelik koşulunu göz ardı etmeksizin; imzası, çıktığı kitaplığın önemi (ex libris), cildi, kapağı, adı, resimleri, fotoğrafları, kitabın açılış cümlesi, yorgunluğu hatta hüzünlü kokusu aşkına kitap alabilir. / 8. Bibliyofil, “Bu kitapların hepsini okudun mu?” türünden talihsiz sorulardan çok rahatsız olur. Bibliyofil olmayan bir kişinin bibliyofile kitap armağan etmeye kalkışması skandal sayılır. İnkâr edebilir ama bir bibliyofil için en değerli kitap, henüz ele geçiremediğidir./ 9. Kütüphanesi, bibliyofilin ailesi gibidir. Oradan bir kitabın, geçici olarak çıkmasını dahi hoş karşılamaz. Gerçek bibliyofil kitaplarını, onları en iyi şekilde koruyacaklara bırakmalıdır. / 10. Bibliyofil, bibliyomanla (kitap hastası) karıştırılmaktan tedirgin olur. / 11. Bibliyofil, yalnızca kitap koleksiyoneri sayılmaktan da gocunur / 12. Bibliyofilin önceliği kütüphanesinin niteliğini yükseltmektir. Bunu yeni kitaplarla yapamıyorsa, mevcuttan tasfiyeyle durumu dengelemeye çalışır. / 13. Bibliyofil elindeki kitabı gerektiğinde atlayarak okur veya yarıda bırakabilir. Çünkü hayat kısa ve sırada okunacak sayısız kitap vardır. / 14. Gerçek bibliyofilin zaman mefhumu olamaz. / 15. Aristoteles bibliyofillerin atası bellenmiştir ama Jorge Luis Borges kitapları, her bibliyofilin “olmazsa olmazı”dır. O, “Cenneti daima bir tür kütüphane olarak hayal ederim” demiştir…

Selçuk Altun

[2] https://www.newworldencyclopedia.org/entry/Matthias_Corvinus_of_Hungary  Kütüphanesi Bibliotheca Corviniana, on beşinci yüzyılda Avrupa'nın en büyük tarihi kronikleri ve felsefi ve bilimsel eserleri koleksiyonuydu ve sadece Vatikan Kütüphanesi'ne göre ikinci sıradaydı 

11 Kasım 2019 Pazartesi




Zaman Lekeleri, Ömer F.Oyal, 581/CLXXXIX,

2019, Notre-Dame de Sion Edebiyat Ödülü


Lekelerin illâ ki iyileştirici olması gerekmez. Lekeler, zihni ve ruhu sinsice zehirler. Zaman, öldürülmeye çalışıldıkça hikâyelerdeki yedi canlı ejderhalar gibi daha da öfkelenip bütün haşmetiyle kendini öne sürerek lekelerini genişletir. S.267


Ömer F. Oyal’ın, konusu 25 Temmuz 1943’de Adana’da başlayıp iki gün sonra Haydarpaşa’da sürecek bir tren yolculuğunu… Yasak aşkıyla kaçan, namus derdinden kovalayan, namus derdinden kaçan, namus derdinden mahkûm olan, ekmek peşinde yurt arayan yolcuların… Bir imparatorluğun yıkılışından, yeni bir devletin kuruluşuna, umuda tutunma savaşına ray döşeyen, kan döşeyen, silah çeken, askerlerin… Bu uğurda malını ve canını verenlerin… Malı ve canı talep edilenlerin… Trenin düzeninden sorumlu adı Safa, adı Sandor, adı Artin, adı Kirkor, adı Niko, adı her dil ve dinden olan kondüktörlerin… Romandaki her bir karakterin kompartımanlara ayrılmış, kompartımanlarda birleşmiş, rayında olan, makas değiştiren, raydan çıkan hayatlarının, zamanda kayan, aynanın bir önüne bir arkasına kaçan öykülerini on dokuzuncu yüzyılın başında Almanya’da raylarla ilk defa tanışan 11 numaralı bir vagonun ağzından anlatırken… kompartımanlara bir girip, bir çıkarken, merak unsurunu sonuna kadar canlı tutulan roman da istasyondan istasyona etkileyici bir dille akıp gidiyor. Zaman lekeleri genişletiyor.

Kitap akıp gider, zaman da lekeleri genişletirken,  kitabı ödüllendiren, her zaman güvenilir olduğunu düşündüğüm, ancak bu sefer, kararlarını çekinceyle karşıladığım NDS edebiyat ödülleri seçici kurulunun kararına katılmadığımı söylemeliyim. Nedenine gelince;

1.   Bu bir hayıflanma mıdır, bir aşağılama veya bir aşağılık duygusu mudur, ya da benim anlayamadığım bir metafor, yani eğretileme midir? Bilmiyorum. Ancak, romanda bazı insan tariflerinde kullanılan dil oldukça incitici ve ırkçı…

“Doğu! Anlaşılmaz yazıların, anlaşılmaz dillerin, yoksunluğun, korkunun hükümranlığı! Işıldayan kıtamızın ve medeniyetin sonu. Elveda geyikli romanlar, şakırdayan nehirler, karlı tepeler, elveda neşe! Elveda medeniyet, üniversiteler, aydınlık!” s.22-23  “Tarla ekmeyi, tohumun nasıl kullanılacağını bilmiyorlar, akıl alacak gibi değil.” S.77… “ yerleşim, köyün uyuşuk zamansızlığına esir düşmüş gibiydi… “ s.81 “ Köylüler, açık berrak bir kahkaha atmıyor, sadece ihanet gibi, fısıldar gibi gülüşüyor. Franz küfrediyor olmalı… Gülüşen köylülere doğru bakıyor. Köylülerin hepsi susup bakışlarını ateşe doğru çeviriyor.” S.82 “ Sırtını dayamak vagonla ilişki kurmak değil, aksine onu hiçe saymak; kızarmış, kırışık, kepekli ve iğrenç enselerle taciz edilmek demek. Mehmet’in ensesi rençperlere yakışır bir kırmızılıkta, kayış gibi ve yağlı. “ s.105 “ Beceriksizliği daha ilk mühendisin, ilk ustabaşının yüzünü gördüğünüzde anlayabilirsiniz. Teknik beceri yoksulluğu on yılda giderilemez… Zihniyet farkı, zamanın geçişiyle tamir edilemez.” S.275“ Niye koşulduğunu, niye zıplandığını anlamayanların, vücudu gereksiz yere hırpalamanın beyhudeliğine karar vermişlerin ülkesi. “ s.290

2.   … Ve bazı yerlerde sadist bir dile dönüşüyor!

“ Sivrisineğin hasadı yabana atılır gibi değil… Heyecanlandığımı inkâr etmek boşuna olur. “ s.232  “ Sonunda yüzbaşı namluyu kondüktör Kirkor’un ağzından çekti. Harika bir andı. Dopdolu, görkemli ve sonsuzluğa uzanan bir an.” S164  “ Subayın eli, tabancasının kılıfında… hâlbuki hınç tereddütsüz gerçekleştirilmeli… Niko’nun kafasına dayanan tabanca bir an ateş etse Niko’nun önemsiz sonundan çok daha görkemli bir manzara ortaya çıkabilir.” S.201-202 “İdam haberi gördüğümde sevinçle ürperirim. Yine de kan akmayışı… Gerçek bir heyecana dönüştürmüyor.” S.241“ Sadık elleri tetikte duruyor. ‘ Durma’ diyorum… Hedefini bulmayan azim, hiçlikten ibarettir. “s.265 

3.   Tabi ki yazarın kişisel takdiridir ve saygı duyarım ama… Kitabın ana omurgasını oluşturan, dünya görüşüme göre hiçbir zaman onaylamadığım, ancak güncel siyasal gelişmelerle tekrar gündemin birinci sırasına yerleşen, kişilerin, siyasilerin, durumdan vazife çıkaranlarla, çıkarına çıkar katanlardan her birinin penceresinden kendine göre yorumlanan ve adlandırılan: Ermeni Tehciri, Ermeni Katliamı, Ermeni Türk Mukatelesi, Ermeni Soykırımı konusunda, bir tarafı tamamen mazlum ve masum tutulurken, öbür tarafa karşı en ufak bir savunma kırıntısı bile verilmemektedir.

“ Eski gâvur mahallesi… Büyük bir konağa kondunuz mu bari? İki ailenin iki farklı dilden fısıltısı duvarlara karıştığında ne olur? Zaman, olanın artık olmadığının en büyük güvencesi. Zaman, perdedir, yıllar geçtikçe, geçmişin yerini alır, kendisi olur, ta ki üzerine yeni bir perde örtülene kadar. Yaşananlar yaşanmamış olur.” S.74 “ Artin efendi kendi içinde kıvrılarak, gittikçe derinleşen, kendini besleyen kederle,… susmuş ve etrafını da susturmuştu.” S.86 “ Kervan şehre değil… aksi istikamete bozkırda ilerlemeye başladı. Artin efendi, onlara elini sallayacak gibi oldu ama eli güçten düşerek aşağıya indi.” S.132 “ Bitimsiz düzlükte nakışlı yastık kılıfları, oya işi tülbentler, göz nuru masa örtüleri, işlemeli başörtüler, bozkırda kocaman kelebekler gibi sahipsiz uçuşuyor… Arkadan gelen köylüler, sürgünlerin eşyalarını alabilmek için birbirleriyle kavga ediyor.” S.150 “ “ İbadeti hatırlatan çanlar, eritilip savaş sanayiinde kullanılmak üzere yükleniyor.” S.158-159 “ Sonunda yüzbaşı namluyu kondüktör Kirkor’un ağzından çekti.” S164 “ Burada hiçbir şey bitmeyecek. Hep geri dönecek. Şurada eli işgal bayraklı ağlayan herifi görüyor musun? Ekşici Osman Ağa… Dadyanlar’ın toprağına el koydu, biri on üç, diğeri on dört iki kızlarını kapatma aldı. Ailenin diğer fertlerini ise öldürdü “ s.182

4.   Tabi ki, yazarın kişisel takdiridir ve saygı duyarım ama… Yasak aşkıyla kaçan, namus derdinden kovalayan, namus derdinden kaçan, namus derdinden mahkûm olan, ekmek peşinde yurt arayan yolcuların… bir imparatorluğun yıkılışından yeni bir devletin kuruluşuna ve umuda tutunma savaşına ray döşeyen, kan döşeyen, silah çeken, askerlerin… bu uğurda malını ve canını verenlerin… malı ve canı talep edilenlerin… trenin düzeninden sorumlu adı Safa, adı Sandor, adı Artin, adı Kirkor, adı Niko, adı her dil ve dinden olan kondüktörlerin… kısacası vatanı burada olanların, vatanının, canının ve ekmeğinin peşinde olanların, emperyalist emellerin ve çanak yalayıcılarının sopasında ezilenlerin, adı konulmamış bir tutsaklıkta, akıp geçenlerin hatırasına hapsolanların kardeşliğinden hiç bahsedilmiyor.

Bu da ödülü veren Fransa’nın İstanbul Başkonsolosu Bertrand Buchwalter’in “Notre-Dame de Sion’un 163 yıldan beri, iki kültür arasında bir buluşma ve diyalog kavşağı ile iki ülke ve toplum arasında muhteşem bir yakınlaşma aracı olduğu ve olmaya devam ettiği…” görüşü ile örtüşmüyor.

“Gerçek bir belalının içindeki şiddet dışarıya yansımaz, aniden patlayıverir. Kıyıcılığın düzeyi etrafın dehşetle donmasına yol açar.” S.68 “ Biz sevdalıyız Bedriye. Seni ağabeyime vermelerinden önce de sevdalıydık. “ s.99“ “ Adamlar hep akşamın içinde yitip gitmek istercesine susuyor, kadınlarsa kaybolmalarını engellemek için çekinerek ceketlerinden tutuyor.” S.115 “ Namus çöküverdiğinde, hava zerreleri daha bir yoğunlaştığında, namus özündeki taşkınlığı öne sürdüğünde ortalığı saygılı bir sessizlik kaplar. “ s.94 “ Sorularla dolu sessizlik geceyi, daha da yoğun bir geceyi talep eder. “ 121 “ Hınç tutkuyu zehirler. Aralarından arsız bir bitki gibi boy atıvermesini ilginç buluyorum. “ s.239 “ Sadık elleri tetikte duruyor. ‘ Durma’ diyorum… Hedefini bulmayan azim, hiçlikten ibarettir. “s.265 Bedriye’nin attığı her adım… geçmişten kesinkes uzaklaşmaya adanmış, belirsizliğe yeni bir yazgıya doğru bir yürüyüş…” s.322
-0-

Zaman lekeleri, çok katmanlı… Bellek ve zaman arasında gelip giderken, farklılıkları,  savaşın ve göçün etkilerini, kadın-erkek ilişkilerinde konuşulmayan ama genel kabul görmüş etmenleri, bunların bir vagon tarafından anlatılmasını bunlara örnek olarak gösterebiliriz.
 
Oldukça emek verilmiş bu romanı önerir, karşıt görüşleri dinlemeyi ve öğrenmeyi  sabırsızlıkla beklerken… kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…

11.11.2019 mehmetealtin,
-----------------------------------------------------------
Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Şubat 2018





23 Nisan 2019 Salı


Kıyıdan Uzakta, Mehmet Eroğlu, 476/CLXXXVIII


Âşık olan yazgısının kölesi olur! Ne yazık ki, önünde eğilmeden âşığını yüceltemiyor insan. 

Mehmet Eroğlu’nun, Mehmet Eroğlu olalı beri konusu, - genellikle yazdığı sınıflar arası çatışmalar ve geçişler dışındaki - bu romanı;  yürekte olmayan bir kadının,  gerektiğinde kullanılan bir kadına, arzu duyulmadan sadaka gibi sunulanlara karşı…
“ İlişkimiz gerçek bir çoraklık, çiçekleri olamayan ilkbahar gibiydi.”s.29 “ Bedenim, bir zamanlar varlığına ilişkin belirtiler bulunan ruhum için derme çatma bir barınak gibiydi…” s.38 “ Sen, beni yüreğinde değil, cebinde kullanışlı bir eşya gibi taşıdın.”  S.71

Kaybettiklerinin, yoksun kaldıklarını başka birinde arayışının, donmuş ruhundan, kıştan kalanlara karşı, suya ve toprağa düşen cemrenin, hayatındaki ve bedenindeki, “yeni bedenin” getirdiği baştan çıkarıcı baharın, yasak hazzın vicdan azabında itirafının, bir – erkek yazar tarafından yazılmış – bildirisi, “manifestosu” gibidir.
“ … ruhumun, giyinişimin sadeliği, hep yoksulluğun kiri gibi durmuştu üzerimde. Oysa şimdi onun varlığı ve yaydığı ışıltıyla o kir kaybolmuş, temizlenmişti…” s. 49 “ … ne zaman uzansam yıkık bir mabedin sunak taşına yatmışçasına ürperdiğim yatak,  cennetin çiçekli kapısına dönüşmüştü. “ s.56

Ölüm süreci içindeki annesi, yaşlı komşusu ve onun yaşlı eşeği ile Zühal,  Kıyıdan Uzakta, aynasından ve aynasının arkasındaki sırın sırrından,  aşkı bütün boyutları ile sorgularken, yaşama sevincini, ruhunu yeniden yitiren bedeniyle beraber bilinci de ölmeye yatmış gibidir.
Sayfa sayısı oldukça az, ancak kapsamlı bir içeriğe sahip sürprizlerle dolu bu romanı özellikle kadın arkadaşlarıma önerirken… kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…

23.04.2019 mehmetealtin,
-----------------------------------------------------------
İletişim Yayıncılık, 1. Baskı, 2018

20 Nisan 2019 Cumartesi



Sus Barbatus!,[1] Faruk Duman, 196/CLXXXVII


“ Bir şey öğretebilmek için, önce köylülerden öğrenmek, onlarla gülüp, onlarla ağlamak gereklidir. “ İ. Hakkı Tonguç

“Yabancı, yaban yerde ayrıksı durur. Suyu verilir misafir edilir, uzun kalması istenmez.”  Yabancının uzun ziyareti yabana zarar verebilir. Ya da yaban, yabancıya yardımdan dolayı zarar görebilir. Aydın, -sonsuz sürgünlüğünde- gittiği hiçbir yerde rahat edemez, hukukun değil de, devletin soluğunu sürekli ensesinde hisseder. O soluk egemen sınıfın soluğu,  hukuk da onun hukukudur.” S.281-282-284

Faruk Duman’ın Yaşar Kemal’in nakış, nakış işlediği dile yakın bir dille, bazı sayfalarda nefes kesen doğa ve canlı betimlemeleri ile 12 Eylül darbesine hızla giden süreç içinde geçen bu romanı; karısı Zeynep’e âşık yoksul Kenan’ın bir yaban domuzu peşindeki yaşam savaşının etrafındaki, karın ve soğuğun köşeye sıkıştırdığı… soğuk ve fırtınanın evleri bastığı… aynı köyde yaşayan ve her birinin eli bir türlü bağla birbirine değen kişilerin gerçeklerinden masala evrilen bu anlatısı… dönemin ağır, karanlık günlerine göndermelerde bulunacak, diğer mevsimleri unutturacak kadar ağır kış koşulları içinde, anlatılanların, her coğrafyada geçerli olacağı düşüncesiyle K. Şehri, Ç. Gölü, A. Dağları diye anılan, ama anlaşıldığı kadarıyla Kars, Ardahan ve Çıldır gölü dolaylarında geçiyor.

“ Birden bir ışık patladı, tepenin arkasından bir ışıltı koptu yükseldi. Yükselince bu parıltının içinde dolu gülleleri daha aydınlık göründü. Kayalıkların üstündeki kartallardan biri dolunun korkusuyla yerinden çıktı, aşağılarda gördüğü kıpırtı aklını başından almıştı. Kanadının üstüne gülleler yağınca kara kırmızı yuvarlandı, patırtılarla aşağıya düştü.” S.213-214

Yukarıda en başta da değindiğim gibi aydınlarla, devrimcilerle halkın arasındaki konum uzaklığının, anlatı kopukluğunun, toplumsal fayda/toplumsal maliyet analizlerindeki yanlışlıkların gerçeğin fırçasındaki kış manzaralarında yakılmış bir ağıt olarak gördüğüm bu romanda; doğanın acımasız koşullarının günlük yaşama yansıyan caydırıcı koşullarına direnenler ile… dondurulmuş duyarsız beyinleriyle yaşayanlara karşılık…

“ Doktor Servet, at evin önüne yanaştığında bitap düşmüştü. Atalay ise babasının ayaklarının dibine yığıldı.’ Çocuğu içeri alın’ dedi doktor. ‘ Allah’tan doktorunu yanında getirmiş ‘ diye güldü Kadir Ağa. Doktor ağaya ters ters baktı ve çocuğu eve sürüklemeye başladı. S.166

“ Aynur, ‘ Biz onu kaçırmakla sadece onu kurtarmayacak, bir çarpışmayı kazanacaktık.’ Mustafa öğretmen, ‘ Cesaretle öngörüsüzlük başka şeylerdir… Seni öldü sandılar da bıraktılar sanıyorsun. Savcının ve polisin senin yaşadığından da nerede olduğundan da haberii var.’ Aynur, ‘ Olsun. Ben de yoldaşların yanına giderim.’ Gülşen, ‘ Otur oturduğun yerde’. Aynur ağlamaya başladı. ‘ Sizi küçük burjuvalar, rahatınız yerinde değil mi?’ Mustafa öğretmen düşünceler içinde ‘ Orhan’ı da almışlar.’ dedi.” S.461

romanının kapağındaki iki kahraman ile Sus Barbatus!’un heybetli duruşu, topluma yansıyan şiddet, baskı ve küstahlığın toplumun en küçük en duyarsız birimlerinin vicdanında bile reddedilişinin ve umudun devamı gibiyken… Kenan’ın yaşam savaşında el arabasındaki Sus Barbatus! da her koşulda yaşamanın simgesi gibidir.

“ Sus Barbatus, uyuyan kadının memelerinin üstüne kondu. Kadın bir yerlerine bıçak saplanıyormuş gibi acıyla ağzını açtı. Sus Barbatus bir çırpıda içeriye girdi. Girince de Aysel’in gözleri fal taşı gibi açıldı.” S.212

“ Buz çatırtılarla yarıldı. Gölün üstünde kırmızı bir ışık seli belirdi. Yarık dondu. Birden aynı yerde suyun altında bir top sarı ışık belirdi. Işık patladı, buzu dövdü, buz çatladı Sus Barbatus sırtında Aysel ile Faruk dışarı çıktı. Üç adam boyu yükseldiler. Buz tutmuş, buz kılıçları altında ormana doğru uçup gittiler.” S.486

“ Kenan, kendini arabayla Sus Barbatus’un üstüne bıraktı, hızla eve sürüklendi. Kapı yarı açık, içerdeki perde ayazda sallanıyordu. Düşe kalka eve girdi, gaz lambasını yaktı. Sedirin altındaki Zeynep’i görünce deliye döndü. Kadının hırpalanmış koluna, yüzündeki kan izlerine, boşalmış karnına baktı. Karısına sarıldı, sarsıla, sarsıla ağlamaya başladı. Zeynep’in gözyaşları damlaya damlaya Kenan’ın alnında birikti, boynuna aktı. Sus Barbatus, arabanın üstünde sabırla bekliyordu.” S.563

Beş yüz altmış iki sayfalık bu kitabı okumadan önce, hazır olun soğuğa, buza kurda, kuşa elinizdeki sıcak bir kupayla sonra da kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…

Not:  Kız, - Çok kaydım ben orada- dedi. Eskiden çar zamanında buzun üstünde balolar tertip eder, böyle kabarık etekler giyerdik. S.400” diyor ama kızın yaşadığı dönem ile çarlık dönemi aynı kümede kesişmiyor!   

20.04.2019 mehmetealtin,
-----------------------------------------------------------
Hep Kitap, 1. Baskı, Kasım 2018


[1] Sakallı yaban domuzu

14 Nisan 2019 Pazar



Sempatizan, Viet Thanh Nguyen, 742/CLXXXVI

Çeviri: Duygu Akın

Ben, Fransız rahipten olma, Vietnamlı kadından doğma, Amerikan üniversitelerinden eğitimli, Saygon’da Ulusal Polis Teşkilatında görevli, (Đảng Cộng sản Việt Nam)= Vietnam Komünist Partisi, VKP üyesi, köstebek ajan, çift yüzlü, Yüzbaşı…

Bu kitap,

Köy muhtarı babası, komünist yerel yönetim tarafından kurşuna dizilmiş, bu nedenle komünistlerden nefret etmiş, Guam’daki özel kuvvetlerde eğitilmiş, “ biz, Üç Silahşorlar ’den, “ ‘ölümden kurtardığım dostum Bon’a,

VKP’de üst düzey çekirdek kadro üyesi devrimciye, ne istersem yapacak bir kişiye, cümlenin kuvvetine, kelimenin ağırlığına değer veren bir yazara, ne istediğimi benden daha iyi bilen kardeşime, partinin talimatlarını bana ileten sırdaşıma, bana işkence etmiş zalim sorgulayıcım, “ biz, Üç Silahşorlar ’den, “  dostum Man’a

itiraflarımdır.

Tipik bir Amerikan bestseller kapağını taşıyan bu kitap bol Amerikan savaş güzellemeleri ile dolu olacağı endişesi içinde bana itici gelirken almamak, yazarı Vietnamlı olduğu ve övüldüğü için çekici gelirken almak, konusunda çok bocaladım. İyi ki de almışım.

“Hollywood, erdemli bir figüran olmaktansa kötü ve kaybeden adam kahramanı olmanın ‘seyirciye daha çekici’ daha iyi olduğunu kavramıştı. ‘Amerika’nın günün birinde açacağı bir sonraki savaşın ön hikâyesini de şimdiden bünyesinde taşıyan… s.226’ … senaryoda yoksul, şeytanî ya da yoz rollerindeki Vietnamlılar, tarafı ne olursa olsun, zavallı görünecek, sarı iyi insanları, sarı kötü insanlardan kurtaran, kaybeden beyaz adamın destanına hammadde kılınacaktı.” S.170

Evet, bu kitabın yazarı, Viet Thanh Nguyen Vietnamlı olsa da o bir Amerikan vatandaşı. İngilizce yazılan ve Amerika’da basılan Vietnam Savaşı ile ilgili bu romanı,  bir Vietnamlının bakış açısından yazıldığı için de çok değerli… ve bu nedenle de Türkiye’de basılan Vietnam Edebiyatına ait bir kitap olarak değerlendirilebilir.  Bunu böyle diyorum, çünkü, sokaklarında Ho, Ho, Ho Chi Minh… bir, iki, üç, daha fazla Vietnam… Ernesto'ya bin selam diye bağırıp andığımız Vietnam Savaşı, Türkiye’nin siyasal geçmişinde derin izler bırakmasına rağmen maalesef bu savaş hakkında Türkiye’de basılan bir roman yok gibidir, hatta Vietnam Edebiyatı hakkında basılmış ve bilinen kitap yok gibidir. Bu nedenle de Türkiye’de basılan bir Vietnam romanı olarak değerlendirilebilir.

Sempatizan, manşetten de anlaşılacağı gibi, babası Fransız, annesi Vietnamlı olduğu için çift kimlikli… bünyesinde taşıdığı ve aldığı eğitim nedeniyle doğu ve batı kültürleri arasında çift kimlikli… Güney Vietnam Ordusuna bağlı polis teşkilatında görevli Vietnamlı komünist bir ajanın, çift kimlikli bir köstebeğin Vietnam’da başlayan, savaş sonunda Amerika’da görevlendirilerek adeta bir sürgün hayatı ile devam eden… aksine talimatlara rağmen kişisel ve özel kararı nedeniyle tekrar Vietnam’a doğru sürüklenen öyküsünü anlatıyor.
“… öğrencilik yıllarımda ırkım yüzünden yabancılık hissetmemiştim. Misafir muamelesi görüyordum. Şimdi ise Amerikalı olduğum halde yabancı sayılıyordum.” S.162
Hem Batılı, hem Doğulu, ne Batılı, ne Doğulu iki arada bir derede kalmışlığın dayanılmaz acısı ile… yıkıma uğrayanların, kaybedenlerin ayakta kalma uğruna değiştirdikleri kimlikler, kazananların yeni iktidarında değiştirilen kimliklerle, zulmedilenlerin zulmünde şekillenen günlükler üzerinden yürüyen, çok katmanlı kitabın satırlarında, savaşın taşıdığı son derecede acı olayların bazılarını okuduktan sonra belleklerden silip atılması ise çok zorlaşıyor.

Komünistler kazanmadan önce bizi yabancılar mağdur ediyor, dehşete sürüklüyor ve küçük düşürüyordu. Şimdi ise kendi halkımız… bu da bir gelişme sayılır herhalde?’” s.193
“ Sonunda anladığım, devrimimizin nasıl siyasi değişimin öncü birliği olmaktan çıkıp, iktidar ve güç istifçiliğinin artçı birliğine dönüştüğüdür…  ‘Hiçbir şey özgürlük ve bağımsızlıktan değerli olmasa da, hiçbir şey aynı zamanda özgürlük ve bağımsızlıktan değerlidir de.’” S.461

Çevirmen Duygu Akın kusursuz çevirisi ile kitabın belleklerde derin bir iz bırakmasında önemli bir katkıda bulunuyor. Kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…

14.04.2019 mehmetealtin,
Kafka/Epsilon Yayınevi, 1. Baskı, Kasım 2017

24 Mart 2019 Pazar




Bayan Ming’in hiç olmayan on çocuğu,

Eric-Emmanuel Schmitt, 177 / CLXXXV

2019 NOTRE DAME DE SION (NDS) EDEBİYAT ÖDÜLÜ, Çeviri: Yaşar İlksavaş

Sonuçlarına bugüne kadar güvendiğim Notre Dame de Sion - NDS edebiyat ödülünün bu yılki seçimi üzerine aldığım bu kitabın künyesini incelediğimde, Fransızca özgün baskısının 2012 yılında, Türkçe baskısının 2016 yılı Ocak ayında yapıldığını gördüm. O günden bugüne geçen süre sonunda 2019 yılında verilen bu ödül, geciken bir hakkın teslimi mi, yoksa altında başka bir şey mi var, doğrusu bilemedim? Bunları yazmamın nedenine gelince… eğer yazara NDS eliyle bir ödül verilmesi gerekiyorsa, hikâyesi Osmanlı Topraklarında geçen, onlarca ödülün yanında Fransız Akademisi Büyük Ödülünü kazanmış, Ömer Şerif’e 60. Venedik Film Festivalinde Altın Aslan Ödülü getiren filmin, kaynağı olan kitabına, “ Mösyö İbrahim ve Kuran’ın Çiçekleri”[1]’ne verilmeliydi derim.

Ancak, Konfüçyus’un özdeyişleri temelinde, yaklaştıkça uzaklaşan, daldıkça derinleşen Çin’in bilgeliğinde, bir zamanlar bir toplu iğne kutusu kadar süslü bakkal dükkânı, dört yeni süpermarket tarafından yok edilmiş… kırsalı, kalan son kirpilerin can çekiştiği bir çevre yolu tarafından talan edilmiş Yibulaxin’de yaşayan… Konfüçyus’un ağzından konuşan… Grand Hotel’in erkekler tuvaletinin kapısında, kasıklarındaki dayanılmaz baskının acısı gözlerinde yaşarırken, bir valiyi bile tuvalete ancak Büyük Timonier[2]’in öğretileri doğrultusunda… sıradaki eşitler içinde birinci olursa içeriye alan Bayan Ming’in - hiç olmadıklarına ilişkin düşte de matematik gerçekte de hak etmeyen - çocukları ile ilgili bu kitabının, hakkını da asla yemeyelim.   
Yaratılış olarak hepimizin kardeş ve türdeş doğduğu, eğitimle farklılaştığımızı söyleyen yazara göre bizi başkalarından ayrı gösteren imgelemler olmasaydı, birbirimize fazlasıyla yakın, gerçeğin sepetleri içinde üst üste olur, diyalektiğin çarkı da o oranda yavaş dönerdi.
Başkalarına bakarak ve düşünerek yol aldığımız hayatta, deneyimlerimizle heykelimizi yontarken, keskimizin karşılaştığı zorluklardan bazıları yapıtımızı kırılgan duruma getirebileceği gibi beklemediğimiz kadar iyi bir sonuç da verebilir… ve onunda, sıradan insanların bakıp da görmediği, sakin ve dingin bilgelerin gördüğü mutlak bir gerçek çıkar ortaya…
“ Gerçek, en çok hoşumuza giden yalanın kendisidir. “ s.65

Bayan Ming’in kendi doğurduğu ile beraber, düşlerinin çocuklarını, kitabın soluksuz okunmasında katkı sağlayan insanı saran, anlatısında, bir anda biten yetmiş yedi sayfalık bu kısa kitabın, çevirisinin sıradan, Bayan Ming’in aynasının arkasındaki düşevurumu yansıtan kapağının ise olağanüstü güzel ve akılda kalıcı olduğunu söylemeliyim. Kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…

25.03.2019 mehmetealtin,
-----------------------------------------------------------
Doğan Kitap, 3. Baskı, Kasım 2017


[1] Bilge Kültür Sanat, Şubat 2004
[2] Mao’nun “Büyük Kaptan” anlamına gelen unvanı.

22 Şubat 2019 Cuma




Yeraltı Demiryolu, Colson Whitehead 128/CLXXXIII

Çeviri: Begüm Kovulmaz

“ Aşikâr Kader [1]:  Sana ait olduğuna kanaat getirdiğini almak demektir.
Aşağı ırkları yükseltelim, yükseltemiyorsak boyun eğdirelim, boyun eğdiremiyorsak yok edelim diye buraları zapt etmemiz, inşa etmemiz,  medenileştirmemiz, yok edilmesi gerekenleri yok etmemiz için bizi, Eski Dünya’dan Yeni Dünya’ya çağıran, ilahi emrin kaderimiz kıldığı şey,  Amerikan Ruhudur bu…”
 “ ‘Pamuk kütlülerinden yapılma yuvarlak, beyaz suratlı, ‘ s.303… bu insanları yönlendiren, pamuktan kâr etme arzusundan çok korkuydu… Sistem bir gün çökecek, çöküşü de kanlı olacaktı.” S.192 “ Mingo’ya göre siyah çiftliğin şöhreti, burayı hedef haline getirmişti. Kaçaklar gönderilmeliydi.” S.272 “ Kişi, kendi acizliği karşısında duyduğu utanç yüzünden yaşadıklarına şahit olan herkesi düşman belleyebilirdi.” S.23
-0-
“ Kaçak Anthony ‘ateşte kızartılarak’ cezalandırılırken Londra’dan gelen bir gazeteci ağzına attığı lokmalar arasında not alıyordu.” S.57 “ Georgia ve Florida’da ‘ köleliği Tanrı’ya hakaret, kölecileri de Şeytan’ın sureti olarak gören,’ s.195… kölelik karşıtları katran ve tüye bulanırdı. Beyaz Altın’ın diyarında metodistlere yer yoktu.” S.64 “… İşbirlikçileri ihbar edenlerin ödülleri yükseltilmişti. İnsanlar bu bahaneyle yok yere husumet duydukları kişileri de ihbar ediyorlardı… İki siyah çocuğu saklayan karı koca linç edildi. Çocuklara gösterdikleri ilgiyi kıskanan kızları onları ihbar etmişti.” S.198 “ Beyaz bir kadına baktığı için yakılan bir zencinin, o gün kasabaya bile gitmediği, kadının bu savı âşıklarından birini kıskandırmak için ortaya attığı öğrenilmişti.” S.288
-0-
“Köle avcısı Ridgeway’in demirci babası, ocakta dövdüğü demirden başka tanrı tanımazdı. Dünyanın damarlarındaki kan, sıvı ateşti. Taptığı işe ruhu yoğurmak derdi.” S.85 “Ridgeway ‘İkimiz de finans-kapital sahibi Eli Whitney için çalışıyoruz. İkimiz de kaderin çizdiği yolda yükselen bir ulusa hizmet eden sistemin çarklarıyız.” S.89 Özgür olmaları gerekseydi, zenciler zincire vurulmazdı. “’İmzaladıkları anlaşma gereği vaat edilen topraklara gittiklerinde yine beyazlar tarafından karşılanan’ s.225… Kızılderililerin topraklarını yitirmemeleri gerekseydi topraklar hâlâ onların olurdu. Yeni Dünya’yı ele geçirmek beyazların kaderi olmasaydı, şimdi onun sahibi olamazdılar. Elinde tuttuğun senindir. Amerikan buyruğu budur.”s.92-93

Yukarıda Aşikâr Kader öğretisi kapsamında yaptığım alıntıların yazarı, Colson Whitehead'in Yeraltı Demiryolu[2] adlı kitabı, ABD’nin Georgia Eyaletinde bir pamuk plantasyonundan kaçan Afro-Amerikan Cora’nın, anneannesi Ajarry’nin kaçırılmasıyla başlayan… annesinin gizemli yokluğu ile gelişen… romanın her bölümünde,  roman yeni başlıyormuş gibi farklı anlarda farklı gelişmelerle süren öyküsünü, fantastik bir şekilde kurgulanan bir yolla, yeraltı demiryolu ile kuzeye doğru… Özgürlüğe yolculuğunu anlatıyor.
“ Lumbly ‘İki tren aynı yere gitmiyor.’ dedi Cora’ya… Yeraltı Demiryolunda rotalar habersiz değişebilir. Yukarıda sizi neyin beklediğini trenden inene kadar bilemezsiniz.’” S.80 “ Tünelin bir ucunda yeraltına inmeden önceki kişi, gerçek Amerikan yüzünün keskin duvarlarına, girinti ve çıkıntılarına dokunurken,  diğer ucunda yepyeni bir insan olarak gün ışığına çıkıyordu.” S.331

Yazar, Corson Whitehead’in de Afro-Amerikan olduğu düşünüldüğünde; çok sayıda fiziksel ve cinsel saldırı satırları ile karşılaşıp, gerçekle ilişki kurmakta zorlandığımı söyleyebileceğim bu romanın ana fikri aşağıdaki satırlarda saklı…

Bu ülkenin nasıl bir yer olduğunu görmek istiyorsanız demiryolunu kulanın,” Hızla giden trenden dışarı bakarsanız, Amerika’nın demokrasi ve özgürlüğünü yansıtan aynasının arkasındaki sırın sırrındaki gerçeği  görürsünüz.

“ Dünyada biraz adalet olsaydı temelleri cinayet, hırsızlık ve zulüm olan Amerikan Ulusunun var olmaması gerekirdi.” S.312

Geçmişi normalleştirme adına şu anda Amerika’da Afrikalıların köleleştirilmesine işaret eden hiçbir ulusal anıt yokken, buna karşılık okullarda yardımcı ders kitabı olarak okutulan bu kitabı yazmakla Whitehead köleliği onurlandırmanın ve hatırlamanın en uygun yolunu seçmiş gibi…

“ Silahlı bir zenciden daha tehlikeli olan, elinde kitap olan bir zencidir.” S.298…“ ‘ Şunu anlamadım.’ Dedi Cora. ‘Mukaddes Kitap diyor ki; Bir adamı çalıp satan kişi ölümle cezalandırılır. Ama sonra da diyor ki; Köleler, efendilerinin her sözünü dinlemeli ve onları hoşnut etmelidir.” S.202

Kitaptaki kimi cümlelerde, örneğin “gerekiyor olsaydı” gibi İngilizce fiillerin tıpkı çevrimi gafletine düşen, deneyimli Çevirmen Begüm Kovulmaz, kitabın soluksuz okunmasında önemli bir katkıda bulunuyor. Kalın kitapla, tasasız ve sağlıkla…

22.02.2019 mehmetealtin,




[1] Manifest Destiny: Yerleşimcilerin Amerikan kıtasına yayılmalarının kaçınılmaz ve durdurulamaz olduğunu savunan doktrin. S.243
[2] http://www.harriet-tubman.org/underground-railroad/
Yeraltı Demiryolu 19. yüzyılın başlarında kuruldu ve 1850-1860 arasında doruğa ulaştı. Bugün bildiklerimizin çoğu İç Savaş sonrası verilerden ve Yeraltı Demiryolunu kullanan kaçak köleler hakkında kesin istatistikler hiçbir zaman doğrulanamayabilir. Şebekeden 1810 ile 1860 arasında yaklaşık 100.000 kölenin kaçtığına inanılmaktadır. Kölelerin çoğu, Kentucky, Virginia ve Maryland gibi üst güney eyaletlerinden geldi; Deep South'dan çok azı kaçtı. 1850'lerin ortalarında, “Yeraltı Demiryolları” terimi, 1852 Kasım'ının New York Times gazetesinde yazdığı gibi, bilinir hale geliyordu.
Yeraltı Demiryolu yeraltında ya da bir demiryolu değildi. Ağın gizli faaliyetlerinin gizli ve yasadışı olması nedeniyle sembolik olarak yeraltındaydı. Kaçak kölelerin görüş alanından uzak durmalarına yardımcı olmak için “yer altında” kalmaları gerekiyordu. “Demiryolu” terimi, demiryolunun gelişmekte olan bir ulaşım sistemi olduğu ve destekçilerinin gizli bir dilde iletişim kurmak için demiryolu kodunu kullanması nedeniyle kullanılmıştır. Köleler birbirleriyle iletişim kurmak için dinsel belirtilerle, şarkıları kullandılar.
Kaçakların kalacağı ve yemek yiyeceği evlere “istasyonlar” veya “depolar” adı verildi; evin sahibi “istasyon ustası” ve “şef” ise köleleri istasyondan istasyona taşımakla sorumlu olan kişiydi. Yeraltı Demiryoluna para, yiyecek ve kıyafet bağışında bulunanlara “hissedarlar” denildi. İşte gizli kodların ve cümlelerin kapsamlı bir
Yeraltı Demiryolu, net bir şekilde tanımlanmış güzergâhları olmayan, gevşek bir şekilde organize edilmiş bir bağlantı ağıydı. Kölelerin özgürlüğüne yardım etmek için evler, ulaşım hizmetleri sağladılar. Küçük destekçi grupları bağımsız olarak organize edildi, çoğu birkaç bağlantı istasyonunu biliyordu, ancak rotanın tamamını bilmiyordu. Bu sistem katılanların gizliliğini korudu ve sızma riskini azalttı. Güzergâhlar köle avcılarını şaşırtmak için sık sık değiştirildi. Belirlenmiş bir rota yoktu, muhtemelen birçoğu vardı. İstasyon olarak kuzeyde yüzlerce, belki de binlerce ev kullanıldı.
Kaçak Köle Yasasının 1850 Uzlaşmasının bir parçası olarak yürürlüğe girmesinden sonra, Yeraltı Demiryolu son varış yeri olarak Kanada'ya yönlendirildi. Binlerce köle Güney Ontario'da yeni kurulan topluluklara yerleşti. Aniden işleri daha zor ve riskli hale geldi. Kölelere yardım edenler, 1000 dolar para cezasına ya da 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Kanun, bir insanın kaçmasına yardım etmesini yasadışı hale getirdi ve köle avcılarının kaçak köleleri tutuklamalarına yardım etmek için yasalar uyarınca vatandaşlar zorlandı. Köle avcıları somut bir şekilde ödüllendirildi.
1 Ocak 1863'te,  Başkan Abraham Lincoln, köleleri özgürleştiren Özgürlük Bildirgesini yayınladı. İç savaş bittikten sonra, 13. inci Anayasa'da yapılan değişiklikle tüm ABD'de köleliğin kaldırılması ile de Yeraltı Demiryolu kapatıldı.